1. YAZARLAR

  2. Leyla İpekçi

  3. Cellatlarla pazarlık ve kötülüğün banalliği
Leyla İpekçi

Leyla İpekçi

Yazarın Tüm Yazıları >

Cellatlarla pazarlık ve kötülüğün banalliği

20 Mart 2009 Cuma 13:27A+A-

12 Eylül döneminde, idam cezası uygulanacağı vakit Adalet Bakanlığı’nın bazı cezaevlerinde ‘geçici kadrolu’ cellatlar istihdam ettiği öne sürülüyormuş. Ancak, dönemin tanıkları genel uygulamanın emniyet tarafından bulunan kişilere para verilerek bu işin yaptırılması yönünde olduğuna işaret ediyormuş.

Bu haberi birkaç gün önce, 12 Eylül döneminde idam cezasına çarptırılan gençlerden birinin idamından on dakika önce annesine ve ailesine yazdığı mektubun iade edilmesi vesilesiyle gazetelerde okudum.

12 Eylül döneminde idam edilen Ramazan Yukarıgöz’ün annesi, oğlunun idama gitmeden önce kendisine yazdığı mektubu 26 yıl sonra, Devrimci 78’liler Federasyonu’nun girişimiyle alabilmişti. Çünkü birlikte idam edilen dört gencin ailelerine yazdığı mektuplar sakıncalı bulunmuştu.

İdam tutanağında, bu gençlerin her birinin asılması için cellatla 20 bin liraya pazarlık yapıldığı anlatılıyor. Bu haber vesilesiyle, Radikal gazetesinde, 12 Eylül döneminde kırk kadar idam kararı veren eski Sıkıyönetim Mahkemesi hâkiminin daha önce yayınlanan anılarından bir alıntı da yer alıyordu.

Dönemin ilk idamına tanıklık eden hâkim Kayacan, idama hazırlanan solcu Adalı’nın altındaki masa ve sandalyeyi çeken celladın bulunuşunu şöyle anlatıyor:

“Tutanakta Ankara emniyetinde görevli bir başkomiser tarafından temin edilen cellat diye bir ifade yer alıyordu. Türkiye’de böyle bir meslek yok. Başkomiser, sürekli içeri girip çıkan ve hırsızlık gibi suçlardan sabıkası bulunan birini alıp Emniyet’e getiriyor. Adam, vallahi ben bugün hiçbir şey yapmadım, beni niye getirdiniz diyor. Kimsenin haberi yok zaten, bir şey söylemiyorlar (...) İnfaza birkaç saat kala başkomiser bu kişinin yanına gidip cellatlık yapacağını söylüyor. Bunun karşılığı para da ödeniyor.”

Bunları okuyunca şaşırmadım elbette. Bu cuntalar ve darbeler sistemini korumak bahanesiyle kendi iktidarını oluşturmanın en karanlık yollarını bulan ‘ehil kişiler’, zaten kendilerini suçlu olarak görmedikleri için, suçu açıkça ifşa etmekten hiçbir zaman çekinmiyorlar.

Ya kolayca suç işlemeye müsait bir gence, ya da adi bir suçluya pis işlerini havale ederek, toplumsal bir kötülüğü def edeceğine, toplumsal bir suçu ortadan kaldıracağına, bu şekilde yararlı bir iş yaptığına sahiden inanır hale geliyorlar.

Para karşılığı geçici bir meslek sattığınız sabıkalıyı toplumsal bir hayır adına ‘kurban’ ediyor ve masumiyetinize bir halel gelmeyeceğinin güveniyle başınızı yastığa rahatça koyabiliyorsunuz.

Burada hukukun çiğnenmesi söz konusu değildir belki. İdam cezası o vakitler meşrudur zaten. Ama ikiyüzlü ahlakçılık, hatta suç ırkçılığı var ortada. Hukuksal açıdan sorun yaratmayan bir eylemin vicdani sorumluluğunu bir ‘suç hiyerarşisi’ oluşturarak, en alttaki sabıkalılara bırakıyor ve vicdanınızı en süslü örtülerle örtebiliyorsunuz.

Cellatlık edecek birini seçerken, onun daha önce çok ağır bir suç işlemiş olmasını da istemiyorsunuz. Yapacağınız pazarlığı kabul edecek, satın alınabilecek, korkutulabilecek, emri vaki yapılabilecek ‘ılımlı’ bir sabıkalı, adi bir suçlu, her daim ‘zanlı’ biri sizin için ideal olanıdır.

Zoraki bir satıştır zaten bu. Pazarlık ise biraz olsun kurbana ‘mesleki gurur’ vermesi açısından göz boyayıcı. Vicdani bir suçun arzıyla, cellatlığa talep bir şekilde yaratılmış olur böylelikle.

12 Eylül ortamını, işkenceyi, idam kararlarının keyfiyetini, gençlerin suça teşvik edilmesini ve birbirlerine karşı kışkırtılmasının sorumlularını; yani asıl suçluları konu etmeksizin bahsettiğim vicdani suç ne kadar iç yakıcı olabilir ki?

Bu yüzden yalnız cellatlık işini bir başkasına yüklemenin sıradan kötülüğünden bahsetmem yeterlidir belki. Pazarlığı yaptığınız kişinin banalliğini, paraya muhtaçlığını, korkaklığını aynı anda ötekileştirerek kendinizden uzakta ve bağımsızmış gibi tutma çabanız net bir zulümdür çünkü.

İnfazlardan sonra ise sizin daha ağır basan ‘görünürlülüğünüz’ yani göreceli ‘iyi’liğiniz kaydedilir tarihe. Dokunulmamış iyilikler.

Suçu hep başkalarının üzerine yüklemekten kendi ‘kusursuzluğunuz’a çoktan inanmışsınızdır ve her şeyi –sözgelimi vatan millet için- yaptığınıza ant içebilirsiniz rahatça. Bu durumda suçluyu masumdan nasıl ayıracağız? Kötülüğü neyle ölçeceğiz? Dahası, onu nerede arayacağız?

Sistem bekçileri adi suçlulara ‘geçici kadro’ ile cellat olmanın avantajlarını kazandırırken, asıl suçluları kim yargılayacak? Cezasını kim verecek? ‘Kurban’larla ‘cellat’ların sürekli yer değiştirdiği bu sistemi daha ne kadar sırtımızda taşıyacağız?

TARAF

YAZIYA YORUM KAT