1. YAZARLAR

  2. Roni Margulies

  3. Çarşı her şeye karşı
Roni Margulies

Roni Margulies

Yazarın Tüm Yazıları >

Çarşı her şeye karşı

06 Temmuz 2011 Çarşamba 11:10A+A-

Adam karşı takımın şehrine gitmiş. Yanında haftasonu oynanacak maçın hakemi; cebinde deste deste para. Hakem zaten satın alınmış, bir de karşı tarafın kalecisini satın alacak. Almış.

Maç günü, hakem ve kaleci cebinde, Başkan Yardımcısı keyifle oturmuş yerine. Maç başlamış, dakikalar geçiyor, gol yok. Adamın kendi takımının hiçbir oyuncusu bir türlü yarı sahayı geçmiyor.

Ara olmuş, gitmiş karşı takımın kalecisini bulmuş. “Abi,” demiş kaleci, “sizinkiler bana doğru bir top atsa, hemen yiyeceğim golü, ama ne gelen var ne giden!”.

Başkan Yardımcısı ikinci yarıda saha kenarına inmiş. Durum aynı. Kendi oyuncularının hepsi kendi kalelerinin önünde birikmiş. Fena halde yeniliyorlar.

Sonradan öğreniyor ki adam, kaleciyi satın almak yetmemiş, çünkü kendi takımının tüm oyuncularını karşı takımın başkanı satın almış!

Bunu bir arkadaşım bizzat sözkonusu Başkan Yardımcısı’ndan dinlemiş ve bana anlatmıştı.

Takımlardan ikisi de küçük takımlardı. Fenerbahçe değil.

Biri bir devlet kurumunun adını taşıyan bir takımdı.

Ve adam kahkahalarla, hiç gizlemeden, pek de yakın olmadığı birine bu olayı anlatmakta hiç sakınca görmemişti. Yanlış bir şey yaptığını düşünmediği, yakalanmak gibi bir kaygı duymadığı belliydi.

Çocukluğumda Fenerbahçeliydim. İlk kez maça dedem götürmüştü beni. Dolmabahçe’nin çimlendirilmesinden hemen sonraydı. Merdivenlerden çıkıp o sonsuz yeşilliği gördüğümde harikalar diyarına girmiş gibi hissetmiştim kendimi.

Sonraları giderek bir anlamsızlık duygusuna kapıldım. Takımları kendi oyuncakları gibi kullanan milyarder işadamları, mankafalı milyarder futbolcular ve namus yoksunu Federasyon yöneticileri tarafından hıyar yerine konulmaktan sıkıldım. “Başlarım Fenerbahçe’ye!” deyip futbolla alakamı kestim.

Televizyonda iyi bir yabancı takımın maçına rast gelirsem izlerim. O takım bir Türk takımını 8-0 yeniyorsa daha da zevkle izlerim. O kadar.

Kapitalizm sadece sömürü ve eşitsizlik demek değil. Aynı zamanda bunlardan kaçamamak demek. Çünkü kaçış alanlarımızda da karşımıza çıkıyor. İş hayatının, gündelik hayatın hırpalayıcılığından kaçabilmek için yarattığımız siperlere de el atıyor. Onları da metalaştırıp tekrar bize satıyor.

Ve kaçamamış oluyoruz.

Mevcut toplumda insan ilişkileri, iki insanın birbiriyle iki insan olarak doğrudan ilişki kurması şeklini almıyor, ekonomik ilişkiler dolayımıyla gerçekleşiyor. İnsan olarak değil, ekonomik unsurlar olarak yaşıyoruz.

Çalışırken böyle olduğu gibi, eğlenirken de, dinlenirken de, cinsel ilişkide bulunurken de böyle.

Tüm eğlence yöntemleri, tüm dinlenme araçları, tüm popüler sanatlar, çalışan kitleler tarafından yaratıldıktan kısa bir süre sonra sistem tarafından ele geçiriliyor, kapsanıyor, para ekonomisine dâhil edilip kâr araçları haline getiriliyor.

Amerika’nın pamuk tarlalarında kölelerin yarattığı blues müziğinin başına da bu geldi, fabrikalarda çalışan siyah işçilerin yarattığı jazz müziğinin de, Londra’da yoksul ve işsiz işçi çocuklarının yarattığıpunk müziğinin de.

Ve futbolun da...

Milyonlarca işçi her haftasonu gelirinin önemli bir kısmını harcayıp futbol maçına gidiyor, zenginlerin oyuncağı ve kâr aracı olan bir takım uğruna bağırıp çağırıyor, şevke geliyor, gözyaşı döküyor, kavga ediyor ve hatta bazen adam öldürüyor.

Kendi hayatında bulamadığı heyecanı 11 kişinin para kazanmak için oynadığı bir oyunu izlerken buluyor.

Kapitalizm hayatlarımızı bir yandan yabancılaşmış ve yoksul birer trajikomediye döndürürken, bir yandan da bundan kurtulmak için yaptığımız her şeyden bir kez daha kâr ediyor.

Ve üstelik bunu yaparken bile namussuzluğu elden bırakamıyorlar.

Hapiste sürüm sürüm sürünürler inşallah.

TARAF

YAZIYA YORUM KAT