1. YAZARLAR

  2. M. Şükrü Hanioğlu

  3. Bir asır sonra 'İnkılâb-ı Azîm' (2)
M. Şükrü Hanioğlu

M. Şükrü Hanioğlu

Yazarın Tüm Yazıları >

Bir asır sonra 'İnkılâb-ı Azîm' (2)

03 Ağustos 2008 Pazar 05:47A+A-

1905 düzenlemesi sonrasında entelektüel Jön Türk hareketinin kutsadığı seçkincilik İttihadçı ideoloji içindeki konumunu muhafaza etmişti. Benzer hareketler gibi Jön Türklük ve İttihadçılık halkın, kitlelerin güvenilmez olduklarını düşünerek "halka rağmen halkçılık" şeklinde tavsifi mümkün bir tezi içselleştirmişlerdi.

İttihad ve Terakki Cemiyeti'nin yayın organları, kendilerinin rehberliğini dinlemeyerek ayaklanmayan, aydınlamama konusunda "inat eden" kitlelere yönelik ağır sitemlerle doludur. Gustave Le Bon ve onun kitle psikoloji üzerine kaleme aldığı eserlere dayanan bu "halk aleyhtarlığı" Jön Türk hareketinin ilk evrelerinde etkisi görülen Narodnik idealizmin yerini almıştı. Bu nedenle İttihadçılar halk ile aralarındaki ilişkiyi bir tenvîr-tenevvür (aydınlatma-aydınlanma) faaliyeti olarak mütalâa ediyorlardı. Bu ilişki ise ancak ihtilâl sonrasında anlam kazanacaktı. Çünkü "miskin miskin oturan" rejimin tüm baskılarını "sineye çeken" halka dayalı bir ihtilâl yapılması mümkün değildi. Dr. Bahaeddin Şakir Bey'in tavsiyesi üzerine 1905 ile 1908 arasındaki Jön Türk propagandası da bu nedenle halkı değil, genç subayları hedeflemeye başlamıştı. Hüsrev Sami, Seyyid Ken'an Bey gibi zabitlerce kaleme alınan "Silah Arkadaşlarıma" başlıklı makaleler bir halk hareketi değil, Cemiyet denetiminde ordu aracılığıyla başlatılacak bir isyanı tahrik etmeye çalışıyorlardı.

1908 İhtilâli'nin en ilginç özelliklerinden birisi bir yandan Hürriyet, Müsâvât, Uhuvvet (bunlara Adalet de ekleniyordu) şiârını ambleminin ortasına koyan bir cemiyetin, diğer yandan da Fransız İhtilâli'nin ve parlamenter rejimin en ağır tenkitlerini yapan Le Bon'un fikirlerini ideolojisinin merkezine yerleştirmesiydi. Tıpkı Le Bon gibi İttihadçı liderler de meclislerin homojen olmayan bir "kalabalık" ve toplumsal ilerleme programı önünde bir engel olduğunu düşünüyorlardı. Enver Bey (Paşa)'in yeniden açılmasını temin için dağa çıktığı meclis hakkında oldukça olumsuz kanaatler serdetmesi ilginçtir. Kendisine göre "vasat" bireylerden oluşan bir meclis, toplumsal mühendislik olarak tanımlayabileceğimiz bir programın uygulanması önünde ciddî bir engel teşkil edebiliyordu. Ama aynı Enver Bey silah tehdidiyle istifanâmesini yazdırdığı Mehmed Kâmil Paşa'ya, bu metne sadece asker değil "ahali" tarafından da istifaya davet olunduğunu ifade eden bir ekleme yaptırırken, bir anlamda, "halk"ın meşrulaştırma alanında ne denli ehemmiyetli olduğunun bilincinde olduğunu vurguluyordu. Yine Ahmed Rıza Bey yeni fikirlere yeterince açık olmayan kitlelere (erken Cumhuriyet liderlerinin de sıklıkla kullandığı bir tabirle) sebükmağzân olarak atıfta bulunurken, halkın programlarına destek vermesinin ne derece ehemmiyetli olduğunun altını çizmekten geri kalmıyordu. Bu misâllere bakıldığında erken Cumhuriyet'in "halka rağmen halkçılık" programının ve halkı aydınlatılması gereken bir topluluk olarak gören yaklaşımının köklerini İttihatçı zihniyette tespit edebilmek mümkündür.

"İnkılâb-ı Azîm" sonrası Osmanlı siyaseti

ttihatçı ideolojinin Türkçü ve seçkinci köklerini incelerken yaptığımız tespitlere karşın, 1908 İhtilâli sonrası siyaseti sadece farklı Osmanlıcılık tanımlarını birbirine kabul ettirmeye çalışan gruplar arasındaki mücadele ve iktidarın aydınlatma faaliyetine indirgemek doğru değildir. 10 Temmuz sonrasında siyaset gerek şekil gerekse de içerik olarak ciddî değişime uğramıştır. Unutulmaması gerekir ki, İnkılâb-ı Azîm sadece bir grup rejim muhalifini iktidara getirmemiş, aynı zamanda yeni muhalefeti de doğurmuştur. Bir anlamıyla modern siyaset bu hareketin ürünüdür. İttihad ve Terakki'nin yanı sıra dönem muhalefeti de pek çoğu Jön Türk hareketine katılmış eski rejim muhaliflerince örgütlenmiştir. Ahrar, İttihad-ı Muhammedî, Osmanlı Demokrat, Hürriyet ve İtilâf fırkaları gibi muhalif örgütlenmelerin de bu gibi bireylerce gerçekleştirildiği, fiilen muhalefetin sembolü haline gelen Sabahaddin Bey'in Jön Türk hareketinin önde gelen simâlarından birisi olduğu gözden uzak tutulmamalıdır. II. Meşrutiyet muhalefeti İttihad ve Terakki'nin iddiasının tersine temelde eski rejime duyulan özlemi değil, baskıcı bir partinin yönetimine duyulan tepkileri dile getiriyordu.

Modern siyaset sahnesini açan 1908 İhtilâli siyasetin biçimi ve onun yapılmasını sağlayan kurumlarda da büyük bir değişimin habercisi olmuştu. Seçimler, temsil kurumları gerçek anlamıyla ihtilâl sonrasında ortaya çıktığı gibi siyaset de bürokratik klikler, tarikatlar ve yerel hânedânlar gibi geleneksel yapılar yerine siyasî partiler aracılığıyla yapılmaya başlanmıştı. Bu söz konusu yapıların ortadan kalktığı ya da etkinliklerin sıfıra indiği anlamına gelmez; ama siyasetin, siyasî partiler aracılığıyla icra edilen bir faaliyet haline gelmesinin önemi göz ardı edilmemelidir.

Bu tür siyasetin en önemli farklılığı belirli talepleri merkeze iletmenin ötesinde onun farklı vizyonlara sahip kurumlar aracılığıyla yapılmasıydı. Ancak bu kurumların en önemlisi olan İttihad ve Terakki Cemiyeti'nin kendine has özellikleri bu siyasetin farklı bir bağlamda yapılması neticesini doğuruyordu. Kendisine "cemiyet-i mukaddese", "ruh-i devlet" benzeri sıfatları lâyık görerek vatan kurtarıcılığı misyonu yükleyen İttihad ve Terakki, bu nedenle muhalefeti vatan hainliği ile eşanlamlı görüyordu. Buna ilâveten kendisini tıpkı erken Cumhuriyet liderliği gibi "tarih yapma" misyonu icrasıyla vazifelendiren İttihadçılık yirminci asrın benzeri partileri gibi toplumsal gelişme reçetesi tekelini de elinde bulundurduğunu iddia ediyordu. Bu zeminde yapılan siyaset ise kolaylıkla bir vatan kurtarıcıları-hainleri mücadelesine dönüşüyordu. İttihadçılar bedava telgraf keşide edebilmek benzeri birtakım ayrıcalıklardan tedricen vazgeçmekle birlikte kendilerinin diğer siyasî örgütlerin üzerinde, vatanın selâmetinden sorumlu bir yapılanma olduğu fikrinden geri adım atmadılar. Kendisini benzer bir misyonun icrası ile vazifelendiren CHF/P gibi İttihad ve Terakki bu nedenle muhalefetin de kendi programını benimsemesini arzu ediyordu. Nitekim ihtilâlin hemen sonrasında toplumun tüm katmanlarını kapsayacak ve her vatandaşın tabiî üyesi olacağı bir örgüt haline gelmeyi düşünen, bu amaçla ulema, kadın ve meslek gruplarına hitap eden şubeler kurduğu gibi, tek yanlı olarak Sabahaddin Bey'in örgütü Adem-i Merkeziyet ve Teşebbüs-i Şahsî Cemiyeti benzeri teşkilâtlanmaların kendisine katıldığını ilân eden İttihad ve Terakki, gördüğü tepki karşısında bundan vazgeçmek zorunda kalmış ve dilediği tek parti iktidarını ancak 1913 Bâb-ı Âlî Baskını sonrasında tesis etmişti. Dolayısıyla, kendi programını kutsayarak onu toplumun yegâne kurtuluş reçetesi olarak mütalâa eden İttihadçılık, bu nedenle muhalefeti kendisiyle eşit, hattâ meşru görmüyordu.

Meclis-i Meb'usan'ın yeniden toplanması amacıyla ihtilâl yapan bir siyasî örgütlenmenin daha sonra bu kurumu dışlayarak ülkeyi "kavânin-i muvakkate" aracılığıyla yönetmesi, seçimleri adaylarının onaylanmasına dönüştürmesi ilk bakışta tuhaf gözükebilir; ama İttihadçılar gibi misyon icrasını temel alan bir örgütlenme açısından bunlar gereksiz ayrıntılar düzeyine inebiliyorlardı. Enver Paşa'ya atfedilen "yok kanun, yap kanun" vecizesinde en mükemmel anlatımını bulan bu yaklaşım aslında İttihad ve Terakki'nin kendisine atfettiği "toplumun yararını takdir tekeli"nin ürünüydü. Tıpkı daha sonra benzer bir tekel oluşturan CHF/P gibi İttihad ve Terakki kendisini siyasetin kendi aracılığıyla yapıldığı bir örgütten ziyade toplumu eğitme, aydınlatma ve ona doğru yolu göstermekle yükümlü bir teşkilât olarak görüyordu.

Kendisi hakkında sahip olduğu bu kanaatin yanı sıra İttihad ve Terakki'nin 1908 öncesi örgütlenme biçimi II. Meşrutiyet sonrasında siyasetin normal koşullar altında icra edilmesinin önünde ciddî bir engel oluşturuyordu. Çeteleri, jandarma teşkilâtı olarak adlandırılan fedaî şubeleri, askerî kulüpleriyle İttihad ve Terakki yasadışı bir para-militer örgüt olarak yapılanmış ve iktidara gelmişti. Bu tür yapılanmaların tasfiye edilerek örgütün normal bir siyasî parti haline gelebilmesi ise oldukça güçtü. Nitekim bazen bizzat merkez-i umumî tarafından bir yük olarak görülmekle birlikte fedaî teşkilâtından vazgeçmek mümkün olamamıştı. Askerlerin siyasetle uğraşmalarını ve bu amaçla cemiyet ve partilere üye olmalarını yasaklayan sonraki kanun değişiklikleri de, Harbiye ve Bahriye nazırlarının cemiyet liderleri olduğu dönemde kâğıt üzerinde kaldı. Fedaîleri olmayan, subayları kapsamayan bir siyasî teşkilât İttihadçılığın inkârı demekti ki, bu bir anlamda eşyanın tabiatına aykırıydı.

Ordu ve siyaset

908 İhtilâli uzun vâdede, 1826 sonrasında siyaset dışına çıkarıldığı varsayılan bir kurumun yeniden siyasetin temel aktörlerinden birisi haline gelmesi neticesini de doğurmuştu. İhtilâli yapan bizatihi ordu değildi. İhtilâlin son günlerinde kendilerine verilen "çete düzenine geçme" emrine uyan avcı taburları bir kenara bırakılırsa, Resne, Ohri, Grebene, Manastır gibi merkezlerde oluşturulan millî tabur ve alaylar bölgede tanınan, yerel dilleri konuşan zabitlerin kumandasında ihtiyatlar yanında çok sayıda gönüllü ve kanun kaçağından meydana gelen birliklerdi. Hareketin ilerleyen günlerinde Firzovik'teki kalabalığın trenlerle Üsküp'e gelmesi halinde buna müdahale etmeyeceğini ilân eden Üsküp garnizonu gibi tüm birlikler harekete sempati duyduklarını ve desteklediklerini ortaya koymuşlardı; ama hareket bir askerî darbe biçiminde gerçekleşmemişti. Alınması gereken tedbirler konusunda Sultan'ın fikrini sorduğu vükelâ ve bürokratlar içinde en zecrî önlemleri ve Askerî Ceza Kanunu'nun tatbikini tavsiye eden Serasker Mehmed Rıza Paşa başta olmak üzere ordunun üst kademesi iktidara sadıktı. Ancak ordu hiyerarşisini yerle bir eden, bir binbaşının (Ahmed Cemal Bey) ordu kumandanlıklarına getirilmesi uygun görülen erkânın listesini Harbiye Nâzırı'na sunması benzeri gelişmelere yol açan ihtilâl, aynı zamanda Freiherr Colmar von der Goltz'un yeniden düzenlediği Harbiye Mektebi'nden mezun yeni nesil subaylar ile rejime sadık üst kademe ve alaylı zabitân arasındaki bir mücadeleyi de beraberinde getirdi. 1913 sonunda bu mücadele, ezici çoğunluğu İttihad ve Terakki'yi destekleyen, genç subayların kesin zaferiyle neticelendi ve Enver Paşa liderliğinde ordu 1826 sonrasında bir kurum olarak siyasetin temel aktörlerinden biri haline geldi. İttihadçılar orduyu hareketlerinin temel dayanaklarından birisi olarak görmekle beraber "Ordunun İttihad ve Terakki Cemiyeti" değil "İttihad ve Terakki Cemiyeti'nin ordusu" yaratma amacını gütmüşlerdi; bu ise ancak kendi üyelerinin orduya tamamen hakim olarak kurum içi muhalifleri ortadan kaldırmasıyla mümkün olabilmişti. Bununla birlikte ordunun bir kurum olarak iktidara destek vermesi ancak kendi üyelerinin iktidarda bulunması ve ideolojik bir benzeşme koşullarıyla mümkün olabiliyordu. Enver ve Cemal Paşaların iktidarda olmadığı, merkeziyetçiliği desteklemeyen bir iktidarın ordu tarafından desteklenme şansı fazla değildi.

1908 İhtilâli, ordunun siyaset yapımına yeniden aktif biçimde katılımını sağlamasının yanı sıra genç Osmanlı subaylarının çoğu tarafından benimsenen bir fikrin de yeni resmî ideolojinin merkezine yerleşmesi sonucunu doğurmuştu. Bu subayların pek çoğu Goltz'un Türkçe tercümesi ders kitabı olarak da kendilerine okutulan Das Volk in Waffen (Millet-i Müsellahâ) eserinden derin biçimde etkilenmişlerdi. Goltz 1871 sonrası koşulları değerlendirdiği eserinde, biraz Sosyal Darwinist sayılabilecek bir yorumla, gelecek toplumunun ciddî bir yaşam mücadelesi verme durumuyla karşı karşıya kalacağını ve bu nedenle askerlerin bir "millet-i müsellahâ" haline gelmesi gerekli bu yapıda daha önemli roller oynaması gerektiğini savunuyordu. Goltz'un kitabında ele aldığı toplum Almanya idi. Ancak kuramı, Osmanlı devleti gibi sürekli tehdit altında ve toprak kayıpları yaşayan bir yapıya belki daha uygun düşüyordu. Aralarında İttihadçı liderlerin de bulunduğu genç Osmanlı zabitânı yeni Osmanlı toplumunun kendi liderliklerinde bir "Osmanlı millet-i müsellahâsı" haline gelmesini arzuluyorlardı. İttihad ve Terakki'nin para-militer yapısına uygun düşen ve ideolojisinin ayrılmaz bir parçası haline getirdiği bu mefkûre, bilhassa toplumların yaşamında askerî liderliğin ehemmiyetine yaptığı vurgu nedeniyle Cumhuriyet döneminde de önemini muhafaza etmiştir.

Bir asır sonra

908 İhtilâli, İşkodra'dan Basra'ya ulaşan bir coğrafyada siyaset yapımından entelektüel tartışmaya, gazetecilikten değişik toplumsal örgütlenme biçimlerine uzanan alanlarda büyük bir değişim yaratmıştır. Siyasal partiler, seçimler, milliyetçi kulüpler, feminist dernekler, işçi sendikaları, sosyalist, milliyetçi gençlik örgütleri, Garbcı, İslâmcı yayın organları gerçek anlamlarıyla bu dönemde ortaya çıkmışlardır. Dolayısıyla 1908 İhtilâli, Osmanlı tarihindeki en önemli kırılma noktalarından birisini teşkil eder. İnkılâb-ı Azîm kendinden önceki dönemi o denli kalın çizgilerle bir devr-i sabık haline dönüştürmüştür ki, II. Abdülhamid çağı âdeta yakın tarihin bir parçası olmaktan çıkmıştır. İhtilâl aynı zamanda söz konusu coğrafyada, en azından dört yılı aşkın bir süre için çoğulculuk, hür basın, temsil benzeri uygulamaların ilk defa uygulanması sonucunu doğurmuştur. Olağanüstü koşullar altında geçen Mütareke dönemi bir kenara bırakılırsa, 1913'ten sonra bu düzeyde basın özgürlüğü ve temsil için Türkiye'de kırk yıla yakın bir süre beklemek gerekmiştir. Bu coğrafyada oluşan bâzı ülkelerde ise bir asır sonra dahi bunların tekrarını görebilmek mümkün olamamıştır.

Bu olumlu yanlarının yanı sıra İnkılâb-ı Azîm süreç içerisinde 20. asrın yaygın örgütlenme ve siyaset biçimi olan baskıcı tek parti iktidarını Osmanlı coğrafyasına getirmiş ve bu iktidar bilhassa 1913 sonrası siyasetleriyle topluma ciddî travmalar yaşatarak Osmanlı'nın dağılmasına ivme kazandırmıştır. Günümüzde karşılaştığımız her türlü siyasî sorunun kökeninin bu yönetim olduğu iddiası şüphesiz abartılı bir yaklaşımdır. Ama 1908 İhtilâli'nin iktidara getirdiği asırlık ideolojinin, geçirdiği evrime karşın, günümüz Türk toplumunda hâlâ etkili olabilmesinin yarattığı sorunları da göz ardı etmek kolay değildir.

ZAMAN

YAZIYA YORUM KAT