1. YAZARLAR

  2. Haksöz

  3. İlkesiz büyüme değil, nitelikli gelişme!

İlkesiz büyüme değil, nitelikli gelişme!

Kasım 1995A+A-

Türkiye gündeminde politika var. Vıcık vıcık politika. Bizans entrikalarına taş çıkartacak ölçüde türlü hilekarlıkların, düzenbazlıkların sergilendiği, arsız pazarlıklara, iğrenç alışverişlere konu olan kirli, kokuşmuş bir politika. Küfür, şantaj, yalan, transfer ve daha her türlü ahlaksızlıkların, edepsizliklerin cirit attığı bir arenada sergilenen bu politika oyunu, tam da bu kokuşmuş çürümüş düzene yakışmakta.

Olağan şartlarda bir parça daha zorlukla farkedilen, biraz daha kamufle edilebilen iktidar ilişkileri, dağılan koalisyon, yeni hükümet kurma gayretleri ve erken seçim tartışmaları ile iyiden iyiye ısınan politik atmosferde ayan beyan ortaya çıkmış görünüyor. Aslında Türkiye'de mevcut sistemi tanıyan, onun doğuşunu, kurumlaşmasını, işleyişini bilenler için bu­gün ortaya çıkan tablo çok şaşırtıcı değil. Bu koalisyon, bu başbakan, bu meclis, bu medya tam da bu sistemin layığı, onun tabii neticesi.

Seçimler neyi değiştirecek?

Bu noktada müslümanlar sorunun, sorunlar yumağının hükümet ya da başbakan meselesi değil, sistem meselesi olduğunu gözden kaçırmamalı, dikkatli olmalı. Yine müslümanların özellikle önümüzdeki günlerde dikkatli olmaları gereken bir husus da, seçimlerin ister erken yapılsın, isterse de geç, ciddi, temelli, köklü değişimleri sağlamaya muktedir olamayacağı gerçeğinin bilincinde olmalarıdır. Seçimler sonucunda hükümet değişecektir, ama sistem aynı kalacaktır.

Seçim sandığından çıkacak oy pusulalarının rengine göre sistemde çaplı gediklerin açılacağı beklentisinde bulunanların hayal gördüklerinin farkına varmaları için uzun bir zaman geçmesine pek ihtiyaç duymamaları gerekir. Mevcut sistem tüm çözümsüzlüğüne, çürümüşlüğüne, kokuşmuşluğuna rağmen kabul etmek gerekir ki, oturmuş ve öyle seçim sandığıyla falan değişmeyecek kadar da kurumsallaşmış bir yapı arzetmektedir. Üstelik halkın gözünde zeval nedeni olarak algılanan "çözümsüzlük", "çürümüşlük", "kokuşmuşluk" gibi nitelikler mevcut sistem açısından bir arıza değil, bizatihi yapısal bir niteliktir. Yani bu sistem zaten hu çürümüşlük, kokuşmuşluk üzerine bina edilmiş ve gıdasını da bundan almaktadır. Dolayısıyla seçimler vasıtasıyla köklü değişimler olacağını düşünmek hayal kırıklıkları ile sonuçlanacak bir beklenti olmaktan öteye gidemez.

Daha önceki deneyimlerden de tahmin edilebileceği gibi, seçim tarihi yaklaştıkça egemen laik çevrelerin, RP'nin şahsında "İslami tehlike" kampanyasını hızlandıracağı açıktır. Bu olgunun beraberinde, İslami hassasiyetlerle RP çizgisini benimsemeyen ve ona karşı duran pek çok müslümanın ve İslami çevrenin, gayri ihtiyari bir biçimde RP'yi savunma ve destekleme konumuna gelmesi neticesini doğurması muhtemeldir.

Egemenlerin sırf İslam'a olan kin ve düşmanlıkları yüzünden ortaya koydukları saldırılarına karşı RP'yi (veya benzeri oluşumları) savunma tavrı ne kadar anlaşılabilirse de, RP veya benzeri oluşumları egemen kafirlere karşı savunalım derken, bu tür Kur'ani bir yöntem ve çizgiye sahip bulunmayan unsurlarla aynı noktaya gelmek, tevhidi netlikten taviz veren bir tavır göstermek asla kabul edilemez bir yanlıştır.

Her ne pahasına olursa olsun sahih, ilkeli ve net bir çizgiyi sürdürmek ve bundan taviz vermemek müslümanların varoluşsal bir görevidir. Özellikle, İslam adına ortaya çıkan pek çok çabanın, pek çok çevre ve oluşumun mevcut sisteme ilişkin tavırlarının savrulmalar, çözülmeler, bulanıklıklar içermeye başladığı, adeta sisteme entegre olunmaya başlandığı mevcut koşullarda, müstakim bir anlayış ve pratiğe olan ihtiyaç had safhadadır.

Partisinden, cemaatine, gazetesinden televizyonuna kadar İslami iddia ve söylem taşıyan neredeyse tüm oluşumların geleneksel olarak taşıdıkları uzlaşmacı çizgileri bugün daha bir belirginleşmiş, hızlı bir sisteme eklemlenme süreci ortaya çıkmıştır. Bu süreçte neler görmüyoruz ki? Kimi lüks otellerde düğün tertiplerken, kimisi de oruçsuz zevata iftar davetleri veriyor. Kimi gençliğe hitabesinden kalkarak Atatürk'ün ne kadar bağımsızlıkçı olduğunu keşfedip, ."yaşasaydı" nasıl bir tercihte, bulunacağını öngörürken, kimisi de madem bu ülkede liderlik yapmıştır öyleyse "Atatürk'e de, Evren'e de laf söyletmem" diye şecaat arz ediyor. Sonuç ne? Sonuç bir hilkat garibesi: "Düzene uyumlu İslamcılık."

Bu tür sapmalara, savrulmalara her geçen gün yenileri ekleniyor. İlkesiz, bulanık anlayış sahipleri, sözde "İslami mesajı", daha geniş kitlelere, daha etkili bir tarzda iletme adına olmadık hallere bürünüyorlar. Çelişkili, komik, çoğu zaman da dramatik tavırlar sergiliyorlar. Nicel olarak genelde serpilirken, palazlanırken, nitelik itibariyle sürekli irtifa kaybediyorlar.

"Müslümanlara karşı şedid, kafirlere karşı merhametli" mi?

Bu olumsuz gidişata taze bir örnek geçtiğimiz günlerde Trabzon'da yaşandı. "İslam Düşüncesi" adı altında düzenlenen bir sempozyumun açılış töreninde İstiklal Marşı okunurken ayağa kalkmadıkları için bazı müslümanlar, bizzat sempozyum düzenleyicileri tarafından provokatör olarak ilan edildiler. İslami bir toplantının İstiklal Marşı ile açılması garabetini sorgulamayı bir kenara bırakalım, çünkü artık bu tür sapmalar müslümanlar arasında bile vakayı âdiyeden kabul edilmeye başlandı. Neredeyse kanıksanır oldu.

Fakat burada enteresan olan husus inançları doğrultusunda bir tavır ortaya koyan müslümanların yine müslüman olma iddiası taşıyan bazı zevatça, düzen tarafından cezalandırılmalarına zemin hazırlayacak şekilde karalanması ve suçlu ilan edilmesidir. Üstelik bu zevat bizzat söz konusu toplantıda ortaya koydukları gibi, hoşgörü, demokrasi, sivil toplum tezlerini sürekli gündemde tutmakta, kafirlerle bir arada yaşama projelerini hararetle savunabilmektedirler.

Yine bizzat bu toplantıda görüldüğü gibi, aynı "muhterem zevat" müslüman olmayanlarla ortak bir düzlemi paylaşmakta, birlikte tezler geliştirmekte ve kendi oluşturdukları zeminlerde İslam dışı inanç ve düşüncelerin propaganda edilmesinde hiç bir beis görmemektedirler. Kafiriyle müminiyle herkesin inandığı gibi yaşayacağı hayali bir toplum projesiyle müslümanların gündemlerini ve zihinlerini kurcalayanların, pratikte, inandıkları için gösterdikleri bir davranıştan dolayı müslümanlara karşı bu kadar tahammülsüzlük göstermeleri garip değil mi?

İslami mücadeleyi sivil toplumculuğa indirgeyen ve bir arada yaşama adına müslüman olmayanlara kucaklarını, gönüllerini açan bu insanların, bunca hoşgörü edebiyatından sonra müslümanlara karşı bu derece hoşgörüsüz olması ve sonuçta düzene muhbirlik anlamına gelen bir davranışta bulunmaları utanç vericidir.

Tevhidi duyarlılığa sahip müslümanların İslam dışı simgelere tazimde bulunmamak adına gösterdikleri bir davranışı mahkum eden ve düzen tarafından da mahkum edilmesine katkıda bulunanlar bu tavırlarıyla düzene ve düzenin temellerine olan bağlılıklarını mı ortaya koymaktadırlar? Bu tavırlarıyla ellerine imkan geçtiğinde (veya sıra kendilerine geldiğinde) mevcut sisteme sıkı sıkıya bağlı kalacaklarının, kurallarını birer "nass" gibi koruyacaklarının garantisini mi vermektedirler?

Bu tavırlarıyla belki bu insanların şu anda sahip oldukları imkanlar, araçlar ve mevkilerden çok daha fazlasına ulaşabilmeleri mümkün olabilir. Çok daha geniş kitlelere ulaşabilir, büyük kalabalıklara erişebilirler. Ama sonuçta, asliyetini, ilkelerini kaybetmiş, cahili değer yargıları ve dayatmalar karşısında bulanıklaşmış bir söylem ve pratik "zirve"ye de ulaşsa, bulunduğu konumda İslam'ı değil, cahili sistemi temsil ediyor olacaktır.

Cenabı Allah müslümanları bireysel planda olduğu gibi, toplumsal planda da sadece zayıflıklarıyla, güçsüzlükleriyle değil; güçleri, etkinlikleri ve ulaştıkları imkanların çokluğuyla da imtihan etmektedir. Hiç kuşkusuz nimetlerle olan imtihan, ilkine göre çok daha zorlu ve ağırdır. Müslümanlar, ilkesiz ve usulsüz bir zeminde çoğalmayı, etkili olmayı değil, mutlaka sahih bir çizgide nitelikli bir gelişmeyi hedeflemek zorundadır. Yoksa Kur'an'ın "insanlara iyiliği emredip, kendimizi unutmak" olarak eleştirdiği yanlışa düşmekten kurtulamayız.

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR