1. YAZARLAR

  2. Enis Nakkaş

  3. Filistin’i Savunmak

Filistin’i Savunmak

Ocak 1992A+A-

Enis Nakkaş, İran İslam Devrimi'nin gerçekleşmesinin ardından Fransa'da emperyalistlerle işbirliği içerisinde Devrim'i yıkmaya yönelik çabaların odağında yer alan Şah'ın son başbakanı Şahpur Bahtiyar'a düzenlenen suikastın sorumlusudur. Bilindiği gibi bir korumasının öldüğü bu operasyondan Bahtiyar yaralanarak kurtulmuş, çıkan çatışmada Nakkaş da yaralanmıştı. 10 yılı aşkın bir süre İran İslam Cumhuriyeti ve Lübnanlı devrimci İslami Örgütler ile Fransa hükümetleri arasında uzun pazarlıklara konu olan Nakkaş, yakın zamanlarda serbest bırakıldı. Nakkaş'la Tahran'da Beyan dergisi tarafından yapılmış ve özellikle Lübnan ve Filistin'i konu alan uzunca bir röportajla birlikte, Bahtiyar'ın öldürülmesi üzerine yapılmış kısa bir röportajın çevrisini sunuyoruz.

Nakkaş, 1952 yılında Müslüman bir ailenin çocuğu olarak Beyrut'ta dünyaya geldi. Yaşamı ve mücadeleleri hakkında şunları söylüyor: Esasen ben tam bir siyasi ortamda gözümü açtım. Gençliğimin ilk yıllarında kendimi Beyrut'un önemli sorunlarına adadım. Bölge düzeyinde bazı olaylar cereyan etmekteydi. Bunlar Süveyş Kanalı Savaşı, Filistin devrimi silahlı mücadelesi ve Arap-İsrail Savaşı (1967), öğrencilerin siyasi hareketlerine katılmış oldum ve birçok aşamayı geçtikten sonra Filistin devrim hareketine katıldım. Bir müddet sonra hareketin askeri kanadına dahil oldum ve Güney Lübnan'da İsrail'e karşı birçok operasyona katıldım. Yavaş yavaş Filistinli devrimci gruplarla yakınlaşmam hız kazandı. Ayriyeten başka devrimci gruplarla benzer ilişkim oldu, ki bunlardan Eritreli, Latin Amerikalı ve İran'da Şah'a karşı mücadele eden önemli şahsiyetlerle tanıştım. Bu mücadeleler dolayısıyla ben ve benim gibiler iyi bir ortama nail olduk. Öyle yetiştik ki Batı emperyalizminin ideolojileri ve medeniyet savaşıyla karşılaştığımız zaman kendi benliğimizi iyi tanıyorduk. Ben şehir planlaması tahsili gördüm. İslam ekonomisi, İslam irfan ve aydınlığı hakkında bilgi sahibiyim ve tüm çalışmalarım yayınlanmak üzeredir.

-İmam'ın ve İslam devriminin fikirlerini benimsemeniz konusundaki görüşleriniz nelerdir?

-Lübnan'a gelen İranlı kardeşlerimizle irtibat halindeydik. Şah aleyhtarı faaliyetlerin aynı zamanda Siyonizm aleyhtarı olduğunu bildiğimiz için bu bizim işbirliği yapmamıza neden oldu. Gerçekten de bu devrim sadece İranlıların değil aynı zamanda bizim ve bütün İslam camiasının emperyalizme karşı bir ortak devrimi ve hareketidir. Bu nedenle kendimizi bu devrime yakın ve bu devrimin tamamıyla başarıya ulaşmasını kendimiz için en önemli görev olarak kabul etti. Bu devrimin emniyeti ve devamı bizim için çok önemlidir. Buna göre devrimin başarıya ulaşmasından hemen sonra bu devrimi korumak ve her türlü Batı alternatiflerini ondan uzak tutmak için biz bir İslam savunucusu olarak hazır bulunduk ve bize düşen her türlü görevi yerine getirmeye hazırdık, bunlardan biri Bahtiyar'ın cezalandırılmasıydı.

-Siz ne zamandan beri İmam'ın düşüncelerini tanıdınız?

-İlk başlarda İmam'ın düşüncelerine derinlemesine vakıf değildik. Ama bütün konuşmaları kendisinin çok özel bir karaktere sahip olduğunu ve kesinlikle taviz vermez bir konumda kararlılığını açıkça ortaya koyuyordu. Bunu Beyrut'ta basılan İslam Hükümeti kitabından belirgin bir şekilde ve velayet-i fakihin konumu hakkındaki görüşlerinden anlayabiliyorduk.Ve biz çok net olarak anladık ki, İmam gerçek bir devrimcidir.

-Peki isterseniz, şimdi biraz geçmişe dönelim. Özellikle hapiste geçirdiğiniz 10 yıl zarfında İslam Cumhuriyeti'nde meydana gelen gelişmeleri nasıl değerlendiriyorsunuz?

-Bildiğiniz gibi başlangıçta yetkililer arasında görüş farklılıkları vardı. Her işte veya her devrimde olduğu gibi, bazı yetkililer bazı karşıt görüşlüleri veya yeni dönemin önemli bazı şahsiyetlerini kabul edememektedirler; ama bu görüş ayrılıkları uzun süreli olmadı ve yetkililer, aşağı yukarı tek çizgi üzerinde birleşti. Ta ki Fransa'nın da desteklediği Irak'la kopan ilişkiler, İslam Cumhuriyeti'nin önünde bir engel oluşturdu ve bizim tutuklu oluşumuz unutuldu. Savaştan sonra, İran-Avrupa ilişkileri çerçevesinde İran'la Fransa arasında çözülmesi beklenen sorunların, bizim serbest bırakılmadığımız müddetçe çözümlenemeyeceği İran tarafından Fransa'ya bildirilmiştir. Diğer taraftan, Fransa bu olayı, adi suç olarak ilan etmişti. Fakat daha sonraları, bu olayın gerçekten siyasi bir mesele olduğunu kabul etmek zorunda kalmıştı. Fransa, olayın her iki ülke ilişkilerinin normal bir hale dönüşebilmesi için ne denli önemli olduğunu kavramış ve buna bağlı olarak da bizi serbest bırakmıştı.

-Kaç yıla mahkum edilmiştiniz?

-Ben ve arkadaşlarımdan bir kısmı ömür boyu hapis cezasına, bazı arkadaşlar da 20 yıla mahkum olmuştuk.

-Görünüşe göre McFarlein olayında sizin serbest bırakılmanız bekleniyordu ve işittiğimize göre siz bu serbest bırakılma olayını kabul etmediniz. Çünkü arkadaşlarınızın da hürriyetlerine kavuşmalarını istiyordunuz.

-Evet, böyle oldu. Bu serbest bırakılma olayında Lübnan evlatlarının bir kısmının da istekleri vardı ve bunlar Fransa tarafından kabul edilmişti. Ama öteki arkadaşlarımızın serbest bırakılmaları hususunda hiçbir kesinlik yoktu. Bu nedenle de, serbest kalmayı kabul etmedim.

-Hapiste olduğunuz müddet zarfında hatıralarınızı, zamanınızı nasıl geçirdiğinizi ve Fransızların size karşı davranışlarını ve soruşturma şeklini anlatır mısınız?

-Bir tutuklunun, bu zor zamanı geçirmek için ilk yapacağı şey, Allah'a sığınmaktır. Ben, bu zor devreyi atlatmak için Allah'a sığındım. İnsan hapis günlerinde küçük büyük bütün meselelerini gözden geçirebilir. Benim de Allah'tan dileğim şu oldu: Bütün meselelerimin iyi bir muhasebesini yapmak ve bu zor şartlara teslim olmamak. Normal bir insan, gündelik yaşamında günübirlik sorunlarla sınırlıdır. Bu nedenle mahpus günlerim, benim bütün eylem ve durgunluklarımı gözden geçirmem için iyi bir fırsattı ve ben de -bu fırsattan yararlanarak- genelde İran-Lübnan ve Filistin'de cereyan eden olayları dikkatli bir şekilde takip ediyordum. Bu süre, aynı zamanda kendimi yenilemek için iyi bir fırsattı. Bütün bunların yanı sıra; basit meselelere ilgi duyma ve onlara karşı reaksiyon gösterme yerine, manevi bir olgunlukla bunlara ilgi göstermemeyi öğrendim.

-Fransız polisinin size karşı olan kötü muamelelerinden örnek verebilir misiniz?

-Her tutukluya ayrı bir tarzda muamele ediliyordu ve ben çok değişik tutuklu gördüm. Her yeni olayda, her yeni patlamada yeniden ve tekrar sorguya çekiliyordum. İşin başında benden bilgi almak için dayak atma ve aşağılayıcı küfürler etme yoluna gittiler. Daha sonraları bu yöntem değişti. Özellikle benim gibi olanlardan herhangi bir bilgi alamayacaklarını anladılar. Bir süre sorgulamadan sonra karşılarındakilerin, deneyim ve düşünce sahibi olduklarının farkına vardılar ve bu durumu kabullenmek zorunda kaldılar. Bunun sonucunda bize karşı ilk izlenimleri değişti ve dediler ki biz sizin bu kadar olgun siyasi düşüncelere sahip olduğunuzu zannetmiyorduk, ama mecburen bir müddet sizi aşağılayıcı bir yöntem kullandık. Bu gelişmelerden sonra, bize saygı göstermeye başladılar. Tabii on yıl uzun bir zamandır ve bu olaylar bir röportaja sığamayacak kadar çok. Bu nedenle konuların üzerinde fazla durmaksızın geçiyorum. Çünkü ilgilenmemiz gereken daha önemli meseleler var. Gerçi bu 10 yıl içinde oda hapsi, yemek ve içmeyi kesmek gibi çeşitli işkencelere maruz kaldım ve bunları normal kabul ediyordum, ama arkadaşların hali benimkinden daha kötüydü. Çünkü ne de olsa ben vurulmuştum. Yani yaralı muamelesi görüyordum ve onlar kadar aşağılanmıyordum. Diğer arkadaşlar da çok karanlık, pis bir ortam ve giysiler içinde oda hapsinde tutuluyorlardı.

-Sizi yargılayan mahkeme hakkında neler söyleyebilirsiniz?

-Bizi ilk önce bir cani ve terörist olarak yargılamak istediler. Biz adil bir yargılamaya tabi tutulmadık, zaten tutulmayı da beklemiyorduk. Biz mahkeme salonunda sadece bir gözlemci sıfatıyla bulunuyorduk ve bu katılışımızın -bizce- nedeni, kimin cani ve terörist olduğunu kendilerine göstermekti. Mahkemenin başlangıcında söz hakkı aldığım zaman; onların tüm dünyaya, İran'a ve diğer üçüncü dünya ülkelerine neler yaptıklarını yüzlerine vurup onları kendi salonlarında yargıladım. Bundan dolayı bizi salondan çıkardılar. Ben ve arkadaşlarım, 15 gün gıyaben yargılandık. Hapiste hem acı, hem tatlı anılarım oldu. Bu acı hatıralardan biri hapiste bir buçuk yıl kaldıktan sonra çocuğumun beni ziyarete gelmesiydi. Fransız kanunlarına göre, çocuğumla Arapça konuşmam yasaktı ve çocuk acıdır ki bir buçuk yıldan sonra demir parmaklıklar arkasından onunla Fransızca konuşmak zorunda kaldım. Aynı zamanda hapis hayatımın en tatlı anlarından biri, Beyrut'taki Fransız karargahını devrimci Müslüman kardeşlerimizin havaya uçurmasıdır. Bunun yanı sıra, Beyrut'un kuşatılması ve Lübnan'ın İsrail tarafından işgali; benim için hapiste geçen çok zor günlerdi. Çünkü ben arkadaşlarımın yanında değildim ve siyonistlerle yüz yüze savaşamıyordum.

-İsterseniz, konuyu değiştirelim ve Lübnan ve Filistin meselesini konuşalım. İlk olarak Filistin meselesine nasıl bakıyorsunuz? Bu konudaki görüşlerinizi ayrıntılı olarak belirtebilir misiniz?

-Lübnan ve Filistin meseleleri birbirinden ayrı meseleler değildir. Aksine birbirine çok bağlıdır. Ne Filistin meselesini Lübnan meselesinden ayrı çözebilirsiniz, ne de Lübnan meselesini Filistin meselesinden ayrı düşünebilirsiniz. Yani bütün bölgenin problemleri ortaktır. Bugün Batının isteği, bizim topraklarımızın İsrail tarafından işgal edilip kontrol altında tutulmasıdır. Dolayısıyla bütün servetimizi, madenlerimizi ve petrolümüzün kontrolünü elinde tutmaktır. Doğrudan bir kontrol sağlayıncaya kadar, bölgedeki ülkeler aracılığıyla halkımıza maddi ve manevi yönden hakim olmak Batının en önemli hedeflerinden biridir. Tabi bu düşüncelerini 1980'den beri tatbik edemiyorlar. Çünkü bölge halkının şiddetli karşı çıkışıyla yüz yüze geldiler ve sonunda bu durum Lübnan'da bir iç savaşla değiştirildi. Bu savaş mukavemet gösterenler ve statükoyu kabullenenler arasında olmuştur. İslam Devrimi'nin zafere ulaşmasının ardından, halk mukavemetinin daha azla genişlemesini engellemek için İran-Irak Savaşı'nı başlattılar. Vietnam Savaşı'ndan sonra onlar bölgeye hakim olmak için üçüncü dünya ülkelerindeki satılmış işbirlikçiler vasıtasıyla girişimlerde bulundular; ama bu da sonuç vermedi. Özellikle Orta Doğu'da ve Lübnan'da şiddetli karışıklıklara neden oldu. Bunun için direkt bir askeri müdahaleden başka bir çare kalmadı. Bu da bize bölge halklarının, doğru ve geri dönüşü olmayan bir yolda ve düşüncede ilerlediklerini göstermektedir. Tabi bu direnişimiz esnasında bazı hatalarımız olmuştur ki, bunlardan biri düşmanla savaşımızın bir iç savaşa dönüşmesidir. V tabii ki, Lübnan olaylarında görüldüğü gibi bunun zararını devrimciler çekmiştir. Bu meselede biraz gerilere gidecek olursak, devrimcilerin geri adım atmalarının nedeni ayrıntılı planlanmış bir direnme ve düşmanla savaşma stratejilerinin olmayışı ve Lübnan devletinin yaşadığını bir dereceye kadar kabul etmeleri olduğu görülecektir. Tabii bu düşünceye göre konu kapanmamıştır. Halihazırda meydana gelen bu bölgesel denklemde bazı değişikliklerin ve olayların ortaya çıkması, devrimciler açısından yararlı olacaktır ve dengeyi onların lehine çevirecektir. Filistin meselesi öncelikli bir durumdur. Filistin halkının bütün yaptıklarını uzaktan seyredip eleştirmekten başka bir şey yapmazsak ne o halk, ne de onların rehberlerinin iyiye doğru değişimini gerçekleştirmemiz mümkün değildir. Bunun için bizim düşünüp harekete geçmemiz gerekir; aksi takdirde o halkı ve liderlerini etkileyip aynı düşünceye sevk edemeyiz. Filistin halkının intifadası, bu halkın yapabileceği en son eylemdir. Ve bunu da en iyi şekilde yapıyorlar. Ama bunun karşısında biz de üzerimize düşün görevi yerine getirmek zorundayız.

-Her halükarda Lübnan'da meydana gelen son gelişmeleri onaylıyor musunuz?

-Tabii ki bir sonuca varmak öyle kolay bir şey değil. Daha önce var olan durum bir iç savaştı. Yani siyonizme karşı bir savaş yerine iç savaş çok tehlikeli ve hem bölge halkı, hem de devrimciler için çok kötü bir durumdu. Gerçekte iki durum da olumsuzdu. Ya çok tehlikeli olan iç savaşı kabul edip devam ettirmek ya da şimdi meydana gelen durumu (ki bu da olumlu bir ortam değildir) kabul etmek arasında bir tercih yapmak söz konusu. Galiba sloganımız ve siyasi programımızı yanlış seçtik.

-Şimdi siyasi durum gösteriyor ki Lübnan devleti bir dereceye kadar Hizbullah'ı kabul ediyor; açıklamalarında Hizbullah'ın devlete katılması söz konusudur. Bu gelişmeler doğru mu? Bu konuda bildikleriniz nelerdir?

-Benim bildiğim, bu durumun doğru olmadığıdır. Siyasi programımızı ve sloganlarımızı tespit ederken yanlış yaptık; bu da bizi zorunlu olarak bugünkü duruma getirdi. Bu yanlışlık; bizim Lübnan'da bir İslami cumhuriyet kurma arzumuz, ama buna pratikte nasıl başaracağımızı bilmememizden kaynaklanıyor ve buradan başlıyor.

-Suriye'nin durumu hakkındaki görüşleriniz nedir?

-Suriye'nin Lübnan meselesinde çok önemli bir yeri vardır. Bu bağlantı; Suriye'nin, Lübnan'ı kendisinin bir parçası olarak görmesinden kaynaklanıyor. Bu nedenle de, Suriye; Lübnan da kendi iç güvenliğine karşı tehdit olabilecek odakların oluşmasına izin vermemektedir.

-Batılı rehinelerin serbest kalmasıyla meydana gelen yeni durumda, rehine almanın sembolik bir hareket olduğunu devrimciler ve İslam devrimi taraftarları kabul ettiler. Siz, Batılı rehinelerin tamamen serbest kalması hakkında neler düşünüyorsunuz?

-Batılı rehinelerin serbest bırakılmaları ile, İsrail hapishanelerinde tutuklu çok sayıdaki Filistinlinin serbest kalmasını sağladık. Esaret halinde bulunan birçok tutuklumuz var ve biz onların serbest kalmalarını sağlayamıyordur. Bir tek yolumuz vardı. O da uçak kaçırma eylemleri, başka çıkar yolumuz yoktu. Bu durum; İsrail'in tutukluları serbest bırakması için bence tek çıkar yoldur ve halihazırda işkence altında bulunan Müslüman tutukluları ve tecavüze maruz kalan kadınlarımızı kurtarmayı ancak bu yolla başardık ve bence bu iyi bir gelişmedir. Çünkü sadece bu yolla İsrail'i mecbur edebiliriz.

-Bugünkü koşullarda bölgenin geleceği hakkındaki görüşleriniz nedir?

-Gerçekte İslam ülkeleri, İsrail'le aralarındaki ilişkileri çözmeye çalışıyorlar ama Filistin meselesi ve özellikle İntifada konusu çözümlenemedikçe bu meselenin hallolması söz konusu olamaz.

-Lübnan'da ortaya konulan sloganların ve stratejilerin yanlış olduğunu söylediniz. Bu konuyu biraz daha açar mısınız, lütfen?

-Eskiden İran diplomasisi, sloganları ve stratejileri karışık bir şekilde sunmuştur. Eğer sunduğumuz herhangi bir stratejiyi kısa bir zamanda tatbik etmek istiyorsanız, sunduğunuz sloganlar bölge halkı tarafından kabul görmesi gerekir. Eğer kabul edilmiyorsa, o zaman teorinizin sağlamasını pratikle yaparak dengeyi kurmanız gerekir.

-Bu söyledikleriniz siyasette kabul edilir, ama inanç yönünden bir tezat teşkil ediyor.

-Bakın; zaten Lübnan'da bir İslam cumhuriyetinin kurulma fikri onca değişik grupların varlığında bir ihtilaf yarattı.

-Konuya bir başka açıdan bakalım: İmam'ın sunmuş olduğu hedefler -ki şimdilik onların tahakkuk edilmesi için ortamlar müsait değil- bu hedefler devrimin stratejisine ve inançlarına uyuyor. Sunulan hedefler, hareketin ve eylemlerin esas yolundan neden bir sapma gösteriyor? İmam her zaman çizilen stratejinin çerçevesinden çıkmadan, en çok Nasır gibi başarıya ulaşabilirler, ama İmam'ın sunduğu hedefler bir hareket yarattı İslam aleminde, hatta Batı'yı yerinden oynatabildi. Tabii İmam'ın kendisi, bu hedeflerin hepsinin şimdi veya gelecek kısa zaman zarfında tatbik edilemeyeceğinden emindi; ama ele geçen fırsatı çok iyi değerlendirdi ve bölgede bir hareketin başlaması için bir kıvılcım çaktı ve bu öyle bir ateş oldu ki kolay kolay söndürülemez.

-Siz benim dediklerimi yanlış anladınız. Ben hiçbir zaman "İran diplomasisi, neden eskiden olduğu gibi işliyor" demedim. Benim demek istediğim, bizim öyle bir diplomasi uygulamamız gerekir ki dünyada kabul görmesi lazım. Başka bir düşüncemiz olsaydı, zaten devrimci olmazdık. Dünya ve bölge programlarını beraber yürütmemiz lazım. İmam halkın yerine getiremeyeceği hedefleri sunmamıştı. Örneğin bütün dünyaya karşı çıkmışken İmam, halka bir savaş dramı yaşatmamak için 598 sayılı kararnameyi kabul etti.

-İmam 598 sayılı kararnameyi kabul ettiğinde halkı topyekun savaşa hazır bir halde tutuyordu ve bu farklı bir durum. Biz Filistin meselesinde diyoruz ki son Yahudi, toprağımızı terk edene kadar mücadeleye devam; ama bu hedefi şimdilik gerçekleştirmek mümkün değil. İmam bu konuda bir program ortaya koymadı, ama üstüne düşen görev sonuna kadar yerine getirmenin hem kendisinin, hem de bizim vazifemiz olduğunu belirtti.

-Bu bir pratik çözümdür ve tek pratik çözümdür.

-Peki bu konuyu geçelim. Meydana gelen bu durum içinde İntifada'nın yükselmesi ve devrimcilerin Lübnan'daki zor durumdan kurtulmaları için siz ne önerirsiniz?

-İntifada konusunda bizim harekete geçmemiz gerekir. Lübnanlılar Filistin halkının yardıma muhtaç olduğunu gördüğü zaman, Lübnan'daki Filistin devrimini korumak için harekete geçti. Burada görüldüğü gibi devlet buna karşı çıktı ve biz devletin bu tutumuna karşı harekete geçtik ki hem para, hem de güç bakımından yardımcı olalım. İslam aleminin çeşitli beldelerinde yaşayan Müslümanlar, nasıl oluyor da hükümetlerine karşı harekete geçmiyorlar, baskı yapmıyorlar veya en azından Filistinlilere yardım amacıyla mitingler düzenleyip para, yardım vs. toplamıyorlar şaşıyorum? Bu bütün Müslümanların görevidir, İran'ın ilan ettiği gibi Filistin'i savunmak bir şer'i görevdir. Yapılan son konferans çok faydalıydı, ama çok güçlü ve yapıcı sloganlara ihtiyaç var. Sipah-ı Pasdaran'ın -Ayetullah Humeyni'nin beyanatına dayanarak- gidip savaşmaya tam olarak hazır olduklarını belirtmeleri gibi Filistin'e kim ve ne şekilde yardım etmek istiyorsa, bunu İran'ın organize etmesi gerek. Bunlar için askeri bir karargah kurup yavaş yavaş bir öncülük hazırlığı etmesi gerekir. Bir savaşa başladığımız zaman tam tamına hazır olmamız lazım. Aynı şekilde maddi yönden olması gereken bir mali kuruluşun tesis edilmesi lazımdır ve bu meseleye yardım etmek isteyenlerin paralarının bir merkezden idare edilmesi gerekir. Bütün bunlar Filistin'in kurtuluşu için mücadele etmek isteyenlerin bir merkezi olmasını ve Filistin'in özgürlüğü için milyonluk ordunun gerekliliğini ortaya koyuyor. Ama bu konuda henüz pratikte yeteri kadar güçlü değiliz. Şimdi bizim Filistin'e karşı şer'i bir görevimiz var. Dünya da bu olaylardan fazlasını görmüştür. Amerika'nın kurtuluşu için böyle bir ordu meydana gelmişti. İspanyol demokrasisinin tehlikede olduğu zaman, tüm dünya İspanya'yı kurtarmak için bir araya geldiler. Şer'i görevimizden başka pratik geçerliği olan bir program hazırlığı içinde de olmamız lazım.

Bahtiyar'a Yapılan Suikast Ve Ona Bağlı Hedefler

-Enis Kardeş, 1979 yılında Bahtiyar'a yapılan suikast hakkında neler söyleyebilirsiniz?

-Hatırlarsınız, o dönemde İran Devrimi Allah'ın yardımı ve İmam'ın liderliğiyle zafere ulaşmıştı. O dönemde özellikle de devrim, Amerika'dan gelen tehlikelerle karşı karşıyaydı ve hatta Bahtiyar'ın İran'dan kaçışından sonra geçici bir hükümet kuruldu. Brezinski, Carter'in Savunma Müşavirliğini yapıyordu. Brezinski, 'Amerika İran'da duruma hakimdir' dedi 've orada her türlü hareketi yapmaya gücümüz vardır' diye ekledi. Öyle görünüyordu ki; Amerika eskiden Musaddık'a karşı yaptığı gibi, İran'da darbe yapıp Bahtiyar'ı demokrat bir kişi olarak iş başına getirmek gayesindeydi. Biliyorsunuz, devrim daha çok yeniydi ve devrimi koruyan kanat, yani Sipah-ı Pasdaran yeni teşekkül etmişti ve devlet tamamıyla duruma hakim değildi. Bu şartlar altında, çok çabuk bir şeyler yapmamız gerektiğini düşünmüştük. Bunun altında yatan şey, devrime yardımcı olmaktı. Ve başarısız olan operasyonumuzla durum açığa çıktı ve Şah'ın ölümünden sonra darbeci Nevcah Komitesi meydana çıkarılmış oldu. Senaryo -elhamdülillah- boşa çıktı. Bu olaydan sonra 10 yıla yakın bir süre geçti ve devrim, kendisinin komplolardan daha güçlü olduğunu ispatladı. Bahtiyar'ın gücü bir iki sene içinde azaldı. Özellikle de İran-Irak Savaşı'nda İran'ın göstermiş olduğu başarı bu durumu iyice gözler önüne serdi. Bir noktaya değinmeden geçemeyeceğim: Bahtiyar bir suikasta kurban gitmekten çok korkuyordu, bu yüzden mahkemede şöyle demişti: "Saldırıya uğradığımdan beri çok korkuyorum, hatta restorana bile gidemiyorum." Bana göre öldürüldüğü zaman ara sırada yaptığı propaganda dışında herhangi bir ciddi faaliyetle uğraşmıyordu.

-Suikastın başarısız olmasının sebepleri neydi?

-Biz Bahtiyar hakkında iyi bir bilgiye sahiptik. Suikast olayından birkaç gün önce gördük ki Fransız polisi sıkı bir önlem almış. Bu da Fransız polisinin bazı bilgiler elde etmiş olduğunu gösteriyordu. Ve biz yanlış bir taktiğin içine düşmüştük. Çünkü hep İran'da darbe olacağına inanıyorduk. Yapacağımız iş, tür ve zaman bakımından farklı bir durumdaydı. Bundan dolayı riske girmeyi göze aldık, ama sıkı bir şekilde korunduğu için bunu başaramadık.

-O günkü başarısız suikastla şimdiki öldürmeyi karşılaştırır mısınız?

-Söylediğim gibi o zamanki durum şimdiden çok farklıdır. O zaman devrimin geleceği belli değildi ve Bahtiyar Batılılar için çok önemli bir şahsiyet olarak tanınıyordu. Ama şimdi devrim tamamıyla yerine oturmuştur. Ve Bahtiyar da Batı için artık herhangi bir önem taşımıyordu.

-Bahtiyar'ın öldürülmesi hakkında çeşitli yorumlar yapılıyor, bazıları bunun bir iç hesaplaşma, bazıları İran'a bağlamak istiyor ve bazıları da Irak'ın yaptığını ima ediyorlar. Amacın da İran'la Fransa'nın arasını açmak olduğunu söylüyorlar. Şimdiki durumu gözönüne alarak sizin görüşleriniz nelerdir ve bunu hangi grup yapmış olabilir?

-Benim düşünceme göre, artık Bahtiyar'ın öldürülmesi üzerinde durmayı gerektirecek kadar önemli değil.

-Neden onu öldürdüler?

-Bence her bir olayın farklı kanallardan olması şart değildir. Kendi yakınları tarafından bile olabilir ve bu konuya fazla temas etmek istemiyorum. Çünkü Fransız polisine yardımım dokunsun istemiyorum.

-Bahtiyar'ın öldürülmesi İran-Fransa arasındaki ilişkileri nasıl etkileyebilir?

-Herhangi bir etki yapmaz, çünkü İslam devrimi tamamıyla yerine oturmuştur. Amerika, Fransa, İngiltere gibi ülkeler İran'la ilişkilerini geliştirmek istiyorlar ve muhalif grupların artık bir etkisi kalmamıştır.

-Size göre Fransa'nın Bahtiyar'ın öldürülmesinde parmağı olabilir mi?

-Fransa bu olaydan iki ay önce Bahtiyar'ın şahsiyetini ayaklar altına aldı. Fransız televizyonunda Bahtiyar'ın, evinde esrar ve eroin bulundurduğu söylendi. Fransa, onun esrar ve eroin kullandığını bilmezlikten geliyordu. O zamanki Şah'ın pilotu, Beni Sadr'ı Fransa'ya getirdiğinde havaalanında üstünde çok miktarda eroin yakaladılar. Muhalifler himaye oldukları için kirli işleri meydana çıkarılmadı. Ve eğer ihtimal veriliyorsa ki İran bu işi yapmıştır, bu konunun Fransa için hiç önemli olduğunu sanmıyorum. Fransa'yı yakından tanıyorum. Önceleri bu işi, bir propaganda aracı olarak kullanıyordu. Şimdi konu üzerinde pek durmuyorlar. Bana göre bugün Fransa İran'la ilişkilerini geliştirmek için özellikle ticari yönden hazırdır. Bana göre Bahtiyar ve onun gibilerden onlarcasını rahatlıkla gözden çıkarmaya da hazırdır.

-Bize ayırdığınız zaman için çok teşekkür ederiz.

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR