1. YAZARLAR

  2. Mete Çubukçu

  3. Filistin Mücadelesi Arafat’ı Aşmıştır

Filistin Mücadelesi Arafat’ı Aşmıştır

Ocak 2005A+A-

Arafat

Filistin eski Devlet Başkanı rahmetli Yaser Arafat Filistin hareketinin simgesi ve özgürlük mücadelesinin sürükleyicisiydi. 40 yıl boyunca bir mücadeleyi ayakta, dinamik tutmanın güçlükleri göz önüne alındığında Filistin ile Arafat'ın özdeşleşmesi kaçınılmazdı. Bu yüzden Arafat'ın sadece son dönemini ele alıp değerlendirme yapmak hatalı olur. Arafat'ın yaşamını iki bölümde ele almak mümkün. Birincisi bir gerilla lideri olduğu dönem, ikincisi devlet adamı olma yolunda gösterdiği çabalar. Birincisinde başarılığı olduğu kadar, devlet adamlığına giden yolu açılmasını da birinci dönemdeki mücadelesi etkili olmuştur. İkinci dönemdeki başarı ise bugün bile tartışmalıdır. Oslo sürecinin ardından eleştirilecek yanları olsa bile ortaya çıkan olumsuzlukların müsebbibi sadece Arafat değildir. Çünkü Filistin sorunu sadece Filistinlilerin hareket tarzı ile açıklanamaz. Ortadoğu'da denkleme dâhil olan çok farklı unsurlar söz konusudur. ABD'deki yönetimin ve Amerika'nın Ortadoğu politikasının değişmesiyle, Bush-Şaron ikilisinin birlikte uyguladıkları politikalar sonucu Arafat devre dışı bırakılmış, uluslararası kamuoyu nezdinde "barışa düşman" olarak gösterilmeye başlanmıştı. Amerikan yönetimi ve medyasının hatta Türkiye medyasının bir kısmında yazıldığı gibi Arafat barışa engel değildi. Çünkü Filistin sorunu iki ulus arasında geçse de (Arap monarşileri ve diktatörlükleri de dâhil olmak üzere) dünya egemenlerinin oyun alanı olmuştur.

Arafat'ın ölümü yeni bir dönemi açmakla birlikte hiçbir zaman Filistin mücadelesinin sonu anlamına gelmemektedir. Filistin mücadelesi Arafat'ı aşmıştır. Nitekim ölümünün ardından ortaya atılan "iç savaş" senaryoları da doğru çıkmamıştır. Çünkü Filistin toplumu Arafat'a çok şey borçlu olsa da mücadele sadece bir kişi ve isimle kaim değildir. Filistin mücadelesi halka içkindir. Arafat'ın kaybı Filistin toplumunu moral olarak etkilese de bunun uzun sürmediği görülmüştür. En önemlisi Filistin halkı sadece bir isim ile var olmadığını, kendi kurumları, yeni liderleri ve denklemde daha etkili olacak örgütleriyle kendi ayakları üzerinde, çok sesli, daha demokratik olarak duracağını gösterecektir.

Ölümünden sonra Ha'Aretz gazetesinde (Tel-Aviv) çıkan köşe yazısında şöyle deniyor:

"Arafat bizim gölgemizdi. 1936 yılındaki Arap isyanından el-Aksa İntifadası'na kadar, hayatının her aşaması bizim kendi hayatımızın aynadaki yansıması gibiydi. O olmadan ve onun cisimleştirdiği jenerasyon olmadan, kendi tarihimizin, kendi kurbanlarımızın ve kendi zaferlerimizin hiçbir manası olmazdı. Bunu yok saymak ve hasmımızı hakir görmek, kendi zaferimizi önemsememek anlamına gelir. Biz her adım attığımızda, gölgemiz tarafından, Filistin halkı tarafından izleniyoruz. İstediğimiz kadar sopalayalım bu gölgeyi, bizi asla bırakmayacak."

Arafat sonrasında Filistin'deki gelişmeler Fetih içindeki iktidar mücadelesi, genç neslin ve Hamas'ın Filistin politikasına doğrudan müdahalesi çerçevesinde belirlenecektir.

Abbas

Seçimler hiçbir zaman Abbas meşruiyeti için garanti değildir. Çünkü verilen oyların çoğunluğu Abbas'a değil Fetih'e ve tarihsel mirasadır. Abbas'ın kişisel popülaritesinin yüzde 3'leri aşamadığı düşünülürse işinin zor olduğu görülür. Farklı mekanizmalar için yapılacak seçimlerde bu rakamlar değişecek ve Abbas, dolayısıyla FKÖ bu oy oranına ulaşamayacaktır. Bu da farklı seçenek ve çok sesliliğin habercisidir. Zaten eski Komünist Partisi üyesi, bağımsız Barguti'nin %20 oy alması da bunun bir göstergesidir. Barguti FKÖ ve Hamas dışında bir seçenek olarak ortaya çıkmıştır. Üstelik bu süreç Hamas gibi örgütleri daha çok siyasi faaliyete itebilecektir.

Bu yıl içinde yapılması tasarlanan Meclis seçimleri, Hamas ve İslami Cihad gibi örgütlerin bu seçimlere katılması Filistin'deki fotoğrafı daha net ortaya koyacak, demokratikleşme birlikte hem Abbas hem de FKÖ için başka bir sancılı sürece işaret edecektir.

16 yıl sonra FKÖ içinde yapılacak seçimler ise yeni kuşak Filistinlilerin önünü açma ihtimali açısından başka bir adım olacaktır. Demokratik bir muhalefet ortaya çıkması kaçınılmazdır. Muhalefet hem Filistin yönetimini dinamik tutacak hem de Filistin halkının seçeneklerini arttıracaktır. Yaser Arafat ve çevresine dolayısıyla El Fetih'e yöneltilen en temel eleştiri, yozlaşma kirlenme ve yolsuzluklardır. Bu kirli noktalar bilinmesine rağmen Arafat'ın varlığı daha yüksek sesle itirazları önlemiştir. Ancak şimdi değişen durumla birlikte bu yönde eleştiriler daha kolaylaşacaktır. Yani Filistin halkını ayakta tutmak, intifada ile birlikte yorgun düşen halkın heyecanı devam ettirmek için yeni bir kan ve ivme gerekmektedir. Bu son yılda giderek yaygınlaşan klientelizmi ortadan kaldırmanın ilk adımını oluşturabilir. Bilindiği üzere Mahbud Abbas ABD ve İsrail'in de desteklediği adaydı. Tabii ki bu sırt sıvazlama ve takdir etmenin, bedelinin ileride Filistin toplumunun vermesini istediği karşılanamaz tavizler olup olmadığı görülecektir. Oslo sürecinden bilinen ve görüşmeci ekibinde yer alan 70 yaşındaki lidere biçilen en uygun rol "ılımlı" olmasıydı. Edward Said ise onu "genelde renksiz, esnek, özgün bir fikri olmayan, yolsuzluklara bulaşmış" olarak değerlendirmiştir. Davud Kutup'a göreyse Abbas, "kırmızıçizgilerden geri adım atmayacak" birisi.1

Ancak, ılımlı olmakla taviz vermek arasındaki ince çizgiye dikkat etmek gerekir. Abbas silahlı intifadaya karşıdır ve görüşme masasına dönme yanlısıdır ki bu anlamıyla ılımlıdır. Ancak ılımlı olmaktan kastedilen önüne her getirilene "evet" demek, İsrail diktasına karşı çıkmamak ve kendi deyimi ile "kırmızıçizgilerden" taviz vermek ya da bu çizgileri esnetmekse büyük yanılgı içinde düşebilir. 1967 öncesi sınırlarlarda, başkenti Doğu Kudüs olan, mültecilerin dönüş yaptığı bir Filistin devleti kimsenin taviz vermeye cesaret edemeyeceği konulardır. Ancak mülteciler konusunda çeşitli esneklik marjları söz konusu olacaktır. Abbas ve Şaron'un Mısır'da bir araya getirilmesi, her iki liderin Washington'a davet edilmesi Arafat'a tanınmayan hakkın, Arafat'a dayatılmaya çalışılan politikaların Abbas üzerinden yürütülmesi denemesidir.

Abbas'ın geleceğini Hamas, el-Aksa Şehitleri Tugayı, İslami Cihad gibi silahlı mücadeleye ağırlık veren örgütlerin tavrı da önemli olacaktır. Ancak bu tek yönlü bir durum değildir. İsrail'in en azından kısa vade taahhütlerini yerine getirmesi gerekmektedir. İsrail, saldırılar gerekçesiyle güvenlik sorunun ilk sırada tutarken Filistin halkına yönelik tavırları da bu süreçte ve adını saydığımız örgütler üzerinde etkili olacaktır. Yani Abbas'ın bu örgütlere yönelik ateşkes ve sükûnet çağrısı tek başına anlam ifade etmez. Nitekim Fetih Devrim Konseyi tarafından, Gazze'deki 2 günlük toplantının ardından yapılan yazılı açıklamada, "1967'de işgal edilen Filistin topraklarında (Batı Şeria ve Gazze Şeridi'nde), kapsamlı ve karşılıklı ateşkese hazır olunduğu" kaydedildi. İsrail'deki sivillerin hedef alınmayacağının da yinelendiği açıklamada, Filistinlilerin, yine de, İsrail işgaline, Batı Şeria'da inşa edilen duvara ve İsrail ordusunun saldırılarına direnme hakkının bulunduğu ifade edildi. Bu ve benzeri açıklamalar hem yeni lidere zaman tanımak hem de İsrail'in nasıl bir politika izleyeceğini görmek açısından önemlidir. Ancak silahlı grupların bugünden yarına mücadeleden vazgeçeceklerini düşünmek için vakit erkendir.

Abbas ve Abbas sonrası gelecek olan liderlerin kaderi kendi halkı ile birlikte İsrail ve uluslararası kamuoyunun elindedir. Filistinlileri sadece yüzde 22 toprak üzerinden masaya oturtmaya çalışan bir İsrail ile yol haritasını çürümeye bırakan bir uluslararası toplum karşısında görüşmelerin sadece ve sadece taviz üzerinden yürütülmeye çalışacağı ortadadır. İsrail şu an için güvenliğin sağlanması üzerinden politika yapmakta ve güvenliğin sağlanmasını ardından diğer maddelere döneceğini söylemektedir. Aslında bunlar eş zamanlı konular olup birisinin diğerine önceliği yoktur. Çünkü güvenliği sağlama bahanesi hiçbir zaman sona ermeyecektir.

Bu anlamda uluslararası toplumunu desteği çok önemlidir. Filistin uluslararası toplumdan destek almadığı oranda Şaron'la baş başa kalacak olan Abbas asimetrik sorunlar ve ilişki içinde kalacaktır. ABD'nin dâhil ve zorlayıcı olmadığı hiçbir süreç başarılı olamayacaktır. Filistinli siyasi aktörlere düşen görev, 2. yılını bitiren İntifada'yı başka bir yöne evirmek ve giderek silahtan arındırmaktır. Ancak bu intifadanın sona ermesi anlamına gelmemektedir. Silahsız ve daha geniş tabanlı, kendi organlarını oluşturan, uluslararası alanda da meşruiyetini devam ettiren bir intifada elzemdir. Çünkü Filistin halkı 2. İntifada'dan yorulmuştur. Sonuçsuzluk halkı hem umutsuzluğa hem de şiddete yöneltmektedir. 2. İntifada başarısız olmamakla birlikte 1. İntifada kadar kitleselleşememiştir.

Dolayısıyla bu süreç, silahtan çok, meşru, kitlesel ve hayatın her alanında verilecek mücadele ile başarılı olacaktır. Çünkü rakip zaten şiddet beklemekte ve şiddetten beslenmektedir.

Filistin'de işgalin deneyimleri, şiddet kullanmadan direndikçe kurumsallaşmanın arttığını, haklılığı kanıtlandığını ve işgalin dayattığı gerçekleri reddetmeye daha çok yoğunlaşıldığını2 göstermiştir. Ayrıca, Filistin'deki demokratikleşmenin kendi başına bir şey ifade etmemekte asıl ve büyük adımların İsrail tarafından atılması gerekmektedir. Filistin'in demokratikleşmesi, barış için adımdır ama doğrudan bir etken değil. Önemli olan istektir. Bu isteğin İsrail tarafından ne kadar paylaşıldığı ise şüphelidir.

Ama unutmayalım ki eğer kısa süre içinde Abbas, İsrail ile müzakerelerde başarısız olursa ya da tersten söylersek İsrail yine ayak sürerse hem Filistin hem de Arap dünyası için vaaz edilen demokratik model başka bahara kalacaktır. Çünkü Arap dünyasında beklenen demokratikleşme yolunun taşları Filistin'de döşenecektir. Hem Filistin hem bölge için.

Ancak, İsrail'in varolan tavrını kısa vadede değiştireceğini beklemenin hayalcilik olduğunu da unutmamak gerekir

Hamas

1990'lı yılların başından itibaren Hamas'ın özellikle Gazze'de taban kazanmaya başladığını söyleyebiliriz. Ancak asıl yükselişi iki nedene dayanmaktadır. Birincisi Oslo Anlaşması sonrası kurulan Filistin Yönetimi ve bu yönetimi uygulamalarında yatar. İkincisi ise İran İslam Devrimi ile dünya konjonktüründe 2001 yılından sonra meydana gelen değişikliklerdir.

Oslo Anlaşması ile 1994'de yeni bir döneme geçen Filistin halkı, bu anlaşmayı olumlu karşılasa, yeni bir umut olarak görse de ilerleyen yıllarda hem Arafat liderliğindeki Filistin Yönetimi'nin anti demokratik uygulamaları hem de oluşan yeni yönetici sınıfın rant anlayışı halkı yönetimden soğutmuştur. Dışarıdan gelenlerin, Fetih'in yönetimdeki eski kadrolarının yönetimin başına gelmeleri ile birlikte yolsuzluklara bulaşmaları, yapılan yardımların halka ulaşamaması, özellikle adam kayırmacılık zaten ekonomik ve siyasi olarak zor durumda bulunan işgal altındaki Filistinlilerin inançlarını yitirilmesine neden olmuştur. Ayrıca bu süreçte İsrail'in anlaşma şartlarına uymaması, ayak diremesi, Oslo anlaşmasının inandırıcılığını zedelemiştir. Tüm bunlardan sorumlu olarak Filistin Otoritesi ve Fetih örgütü görülmüştür.

O yıllarda hem eylemleri hem de taban çalışmaları ile öne çıkan Hamas giderek halkın sempatisini kazanmıştır. Özellikle Gazze Şeridi'ndeki organize kurumları, okulları, sağlık ocakları, gıda yardımları yani sosyal dayanışma ağı ile daha güvenilir, daha "dürüst" daha "temiz" bir görüntü sergilemiş, siyaseten daha tutarlı olarak algılanmıştır. Bugün gelinen noktada seçimlerde hem Batı Şeria hem de Gazze Şeridi'ndeki yerel seçimlerde aldıkları oy oranı da bunu göstermektedir. Ayrıca, İsrail'in saldırılarına karşılılık verdiği oranda destek görmüştür. Örneğin, Hamas tabanından olmamasına rağmen birçok kişi bu örgütün çeşitli eylemlerini desteklemiştir. Yeni dönemde Hamas konusunda iki açılım söz konusu olabilir. Hamas'ın sandıktan çıkması Filistin halkının demokratik geleneğinin köklü olduğunu, halkın artık sadece Fetih yönünde tercih kullanmayacağını göstermektedir. Hamas artık Filistin denkleminin önemli bir unsurudur. Başkanlık seçimine girmemesinin önemli nedeni FKÖ içinde olmaması, Fetih'e belki son bir şans vermesi ve Arafat'ın ölümünden sonra yeni bir kargaşa ve tartışmaya yol açmak istememesi olarak değerlendirilebilir. Ama Artık yerel düzeyde görev almak, Gazze Şeridi'nde maliye, ekonomik ve eğitim alanlarında çeşitli kurumlara söz sahibi olmak istemektedirler. Bu gelişme Filistin'deki siyasi hayatın daha da demokratikleşmesini de beraberinde getirecektir. Ama asıl önemlisi siyasi platformda söz sahibi olmaya başlayan Hamas örgütünün eylemlerini azaltması ve siyasi mücadeleye ağırlık vermesi muhtemel gelişmelerden biri olabilir. Ancak Hamas'ın siyasi alana ağırlık vermesi İsrail'in tavrına ve atacağı (atmayacağı) adımlara şiddet ve terör konusundaki yaklaşımına bağlıdır. Hamas daha uzun bir süre üst düzeylerde olmasa da orta ve alt kademelerde etkinlik elde edecektir.

Türkiye

AKP Hükümeti, Irak'ın işgali ile başlayan süreçte konjonktürün de etkisi ile stratejik ortaklıktan vazgeçmiştir. Aslında bu AKP hükümetinin değil Türkiye'nin politikasının da değiştiğini gösterir. İsrail'in de bugün itibariyle böyle bir ittifaka ihtiyacı yoktur. Ancak normal diplomatik ilişkiler sürecektir. Tabii ki yapılan anlaşmaların askeri planlamaların iptali anlamına gelmemektedir. Dışişleri Bakanı Abdullah Gül'ün İsrail ziyareti ile soğuyan ilişkilerin biraz yumuşatılmasını amaçlandığını söyleyebiliriz. Filistin halkına hep yakın duran Türkiye'deki hükümetler en çok Bülent Ecevit ve Tayip Erdoğan'ın çıkışları ile İsrail'i rahatsız etmiştir.

Gül'ün Filistin ile İsrail arasında arabulucu olma önerisi belki Türkiye'nin gönlünde yatan bir düşünce olsa da İsrail'in böyle bir misyona izin vermesi zordur. Çünkü İsrail ancak kendi istediği tarafı ve kendi isteği oranda denklemin içine sokar. Türkiye ise doğrudan böyle bir denklemin içinde değildir. Çünkü İsrail hem AKP Hükümeti'ne hem de Türkiye'nin yeni dönem politikalarına güvenmemektedir. Bu yüzden ana akım medyada yapılan "tarihi gezi" yorumları gerçeği yansıtmadığı gibi, bölgedeki gelişmeleri iyi okuyamamaktan kaynaklanmaktadır. Türkiye İsrail-Filistin sorununda belirleyici bir ülke değildir. Bu temaslar sadece geçmişin devamıdır, yeni bir açılım söz konusu değildir. Ayrıca, Amerikan'ın Irak'ı işgali ile bölgede dengeler İsrail lehine değişmiş, İran konusunda İsrail'in Türkiye'ye ihtiyacı kalmamış, Türkiye'nin İran politikası da değişmiştir. Çünkü Türkiye'ye böyle bir misyon biçilmesi Arap dünyasında da tepkiyle karşılanır. Her ne kadar Türkiye Arap dünyası ile ilişkilerini geliştirmiş biraz yumuşatmış olsa bile böyle bir rol, örneğin Mısır varken, Türkiye'ye verilmez. Türkiye tabii ki bölgede belirleyici bir ülke olmak arzusundadır. Ancak bu aynı gün hem Mahmud Abbas'ı hem de İsrail Genelkurmay Başkanı'nı Ankara'ya çağırmakla olmaz.

Türkiye Irak'ın işgali öncesi ve sonrasında (her ne kadar AKP'nin çoğunluğu tezkereye evet dese, tabanı da, iktidarda olmanın avantajı, partisini zor durumda bırakmamak gibi ilkesel olmayan tavırlarla Irak'ın işgali gibi konularda sessiz kalsa da) çok önemli bir adım atmıştır. Irak'ın işgali hem hükümetin kendi insanı ile barışması hem de bölge ülkeleri ile ilişkilerini yeniden geliştirmesi açısından olumlu etkilemiştir. Ancak AKP Hükümeti kendisine nasıl bir misyon biçeceğine karar verememiştir. Bu da bu politikaları oluşturanların kafasının karışık olduğunu göstermektedir. Acaba Türkiye BOP çerçevesinde örnek bir ülke mi olacaktır, yoksa kendi duruşu ile bölge ülkeleri ile iyi ilişkiler mi geliştirecektir? Buna karar vermesi lazımdır. Vereceği bu karar Türkiye'deki konumunu da belirleyecektir. Unutmamalıdır ki Irak'ın işgali ile başlayan süreçte konjonktür AKP lehine işlemiş, şansı da kendisine yardım etmiştir. Bu şansı iyi kullanması gerekmektedir. Sonradan öğreniyoruz ki, aslında AKP Türkiye'nin Irak'a girmesi ve ABD askerlerini Türkiye'ye konuşlandırılmasını istemekteymiş.

Dipnotlar:

1- Haithem el Zabri, 4 Ocak 2005, Alaqsa intifada.org

2- Hannan Aşravi, El Ahram, 30 Aralık 2004.

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR