Ulus-Devlet ve Sonrası Üzerine
Muhammed Ali Acar / Kritik Bakış
Modern ulus-devleti çoğu zaman bir yönetim tekniği olarak konuşuyoruz. Sınırlar, kurumlar, bürokrasi, zor kullanma tekeli… Oysa asıl mesele belki de daha derinde. Ulus-devlet, modern insanın hayatını anlamlı bir hikâyeye bağlayan dev bir makineydi aslında. Yalnızca vergi toplayan, kanun uygulayan bir aygıt değil biz kimiz, neden buradayız, niçin birlikteyiz? sorularına toplu cevap üreten bir anlam rejimiydi. Dinî referansların kamusal alandan çekildiği modernlikte, boşalan metafizik alanı ulus doldurdu. Tanrı merkezli aşkınlığın yerini, tarih merkezli bir kolektif özne aldı. Birey, kendi ömrünü aşan bir süreklilik fikrine milletin tarihi, gelecek nesiller, vatan eklemlendi. Böylece fedakârlık, hatta ölüm bile bir çerçeve kazandı. Vatan için ölmek, yalnızca bir siyasi slogan değil, modern varoluşun seküler tesellisi hâline geldi.
Bu seküler metafiziğin işlemesi için ulus-devletin bir şeye daha ihtiyacı vardı: Bilgi üzerinde kurulan merkezî bir düzen. Modern devlet, toplumu yönetmek için onu görünür kılmak zorundaydı. Saydı, ölçtü, haritaladı, sınıflandırdı. Nüfus sayımları, kimlik belgeleri, istatistikler, müfredatlar, resmî tarihler… Bütün bunlar sadece gerçekliği kaydetmek değildi, gerçekliği inşa etmenin de yoluydu. Kim yurttaş, kim değil? Hangi dil bizim, hangi hikâye resmî? Hangi hafıza makbul, hangisi marjinal? Eğitim ve medya, ulusun ortak aklını üretirken aynı zamanda ortak duygusunu da örgütledi. Böylece siyasal egemenlik, epistemik egemenlikle tamamlanmış oldu. Devlet yalnızca neye izin verildiğini değil, neyin doğru sayıldığını da belirleyebildiği ölçüde ulusu bir arada tutabildi.
Ne var ki ulus-devletin anlamı, tam da bu dünyaya ait olduğu ölçüde kırılgandı. Aşkın bir sınır fikrinden kopan anlam, kendisini sınırlayacak bir ilkeyi de kaybetmeye meyletti. Ulus, insanı hayatını anlamlandıran bir çerçeve olmaktan çıkarıp hayatın kendisini tüketen bir amaç hâline getirdiğinde, modern siyasal şiddetin kapısı aralandı. Yirminci yüzyıldaki topyekün savaşlar, ulusal anlatının hem zirvesi hem de ifşasıydı. Beka, kader, tarihsel zorunluluk gibi kelimeler, insan hayatına karşı mutlak bir öncelik kazandı. Şiddet, artık yalnızca araçsal bir zorunluluk değil, ulusun hikâyesinin anlamlı bir parçası gibi sunulabildi. Ulus-devlet tam da bu noktada tuhaf bir paradoks yaşadı. Anlam üretme kudreti arttıkça, ahlaki sınırları silikleşti. Çünkü Yaratıcı’nın hesabı yerine tarihin zorunluluğu geçtiğinde, yapılabileceklerin sınırı genişledi ve insan, seferber edilebilir bir kaynak gibi konumlandı.
İkinci Dünya Savaşı sonrası refah devleti ve teknik yönetişim biçimleri, bu aşırılığı dengelemek için sahneye çıktı. Devlet, yurttaşa artık daha az kader vaat ediyor, daha çok güvenlik sunmaya başladı. Sosyal haklar, istikrar, kalkınma… Bu dönüşüm bir süre işe yaradı, çünkü insanlar bir anlam rejimi kadar güçlü olmasa da konfor ve güvenliğin de bağlayıcı olabileceğini düşündüler. Fakat bu bağ kırılgandı. Hizmet temelli meşruiyet, kriz anlarında kolay aşınır. Ulus-devlet, “neden yaşamalıyım?” sorusuna cevap üretmekten uzaklaştıkça, “nasıl daha rahat yaşarım?” sorusuna sıkıştı. Bir noktadan sonra siyasal aidiyet, kader ortaklığı olmaktan çıkıp bir tür sözleşmeye dönüştü: Ben vergi veriyorum, sen de hizmet ver. Oysa fedakârlık ve dayanışma, yalnızca sözleşmeyle uzun süre ayakta kalmaz.
Tam burada, dijitalleşme ve yapay zekâ çağının asıl kırılması devreye giriyor. Mesele basitçe “bilginin çoğalması” değil. Asıl mesele, bilginin anlamlandırılmasının merkezden kopması. Modern ulus-devletin zımni varsayımı şuydu: Bilgi üretimi, dolaşımı ve doğrulanması belirli kurumsal kanallardan geçer ve bu vesileyle bir ortak hakikat zemini kurulabilir. Yapay zekâ ile bu varsayım çökmeye başladı. Çünkü artık yalnızca bilgiye erişim değil, sentez ve yorum kapasitesi de geniş kitlelere dağılıyor. Birey, devletten veya klasik epistemik otoritelerden bağımsız biçimde büyük veri yığınlarını işleyebiliyor, farklı kaynakları bir araya getirip bambaşka anlam ilişkileri kurabiliyor. Bu, gücün demokratikleşmesi gibi romantik bir tablodan ziyade parçalanmayı çağrıştıran bir durum. Ortak bir hikâyeyi taşıyan tekil bir merkez yok, birbirine paralel, geçici, bağlama göre değişen çok sayıda anlam evreni var.
Ulus-devlet açısından bu, sadece bir kontrol kaybı değil varlık gerekçesinin aşınması. Çünkü ulusal anlatılar, çoğu zaman tek mümkün anlatı olma iddiasıyla çalıştı. Resmî tarih, ortak hafıza, yurttaşlık eğitimleri, biz”i kurarken aynı zamanda doğruyu da tekilleştirdi/tekelleştirdi. Yapay zekâ çağında tekillik dağıldıkça ulus-devletin seküler metafiziği de boşalıyor. Devlet, bilgi üzerinde klasik araçlarla yeniden hâkimiyet kurmaya çalıştığında ise (müfredat, medya kontrolü, yasaklar vs.) bu kez meşruiyeti daha hızlı erozyona uğruyor. Çünkü modern devletin rızaya dayanan ikna kapasitesi, çıplak baskıya dönüştükçe kendini tüketiyor.
Bu çözülmenin en ağır sonucu, birlikte yaşamanın normatif temelinde görülüyor. Büyük ölçekli topluluklar, yalnızca çıkarların dengesiyle yaşamaz; iyi-kötü, doğru-yanlış, güzel-çirkin gibi ortak ufuklara da ihtiyaç duyar. Ulus-devlet bu ufukları sekülerleştirerek yeniden üretmişti. Şimdi değerler çoğullaştıkça, bu durum bir eşikten sonra yapıcı olmaktan çıkıp belirsizliğe dönüşüyor. Herkesin hakikati kendine, herkesin iyisi kendine durumu ortaya çıkıyor. Ortak ölçüler zayıfladığında siyaset, anlam üretmeyi bırakıp davranış yönetimine dönüşüyor. Ve modern dünyanın pratik çözümleri burada sahne alıyor: Algoritmik düzenleme, sosyal puanlama, davranış optimizasyonu, sürekli gözetim…Bu yapıda ise düzen var fakat bağ yok.
Çünkü teknik yönetişim, uyum üretebilir ama sadakat üretemez. Algoritmalar insanların ne yaptığını ölçebilir ama neden fedakârlık yapması gerektiğini söyleyemez. Puanlama sistemleri itaat sağlayabilir ama sorumluluk bilincini inşa edemez. Birlikte yaşamak, sadece kurallara uymak değildir, insanın kendisini başkalarıyla ahlaki bir ilişki içinde konumlandırabilmesidir. Bu da ölçülebilir parametrelerle değil, paylaşılan bir anlam ufkuyla mümkün olur. O ufuk kaybolduğunda siyaset iki uçtan birine savrulur ve ya her şeyi teknikleştirip insanı yönetilecek bir nesneye indirger ya da sertleşip baskıyı temel araç hâline getirir. Her iki durumda da büyük ölçekli birliktelik, uzun vadede kırılganlaşır.
Peki bu boşlukta ne yapılabilir? Yni bir ideoloji icat etmekten ziyade, siyasetin normatif sınırlarını hatırlatabilecek bir ontolojik-ahlaki dile dönmek en münasib seçenek olarak görünmekte. İslam düşüncesinin “emanet”, “hudut” ve “fanilik” kavramları merkezinde yeni bir ufuk. Burada İslam, modern teorilere rakip bir program olarak değil; modernliğin kör noktalarını görünür kılan bir ufuk olarak devreye giriyor. İslam düşüncesinde insan, mutlak bir özne değil kuldur. Yeryüzünün sahibi değil, emanetçisidir. Bilgi, güç, beden, doğa hepsi tasarruf edilebilir nesneler değil hesaba tâbi emanetlerdir. Bu ontoloji, modernliğin sınırsız fail, sınırsız ilerleme, sınırsız hâkimiyet varsayımını daha baştan sınırlar.
Hudut fikri burada kilit rol oynar. Sınır, yalnızca yasaklar listesi değil, varoluşsal bir ilkedir. İnsan her şeyi yapabilir olsa bile her şeyi yapma salahiyeti ile mücehhez değildir. Yapay zekâ çağında bu cümle bir ahlak bildirisi olmanın ötesinde siyasal bir zorunluluğa dönüşüyor. Çünkü teknoloji mümkün olanı sürekli genişletirken, meşruiyetin kriteri hızla bulanıklaşmaktadır. Yapılabildiği için yapılan, ölçülebildiği için ölçülen, öngörülebildiği için öngörülmeye çalışılan bir dünya… İslamî çerçeve tam burada sert bir fren cümlesi önerir. “Her mümkün olan meşru değildir.” Bilginin üretilebilir oluşu, onun kullanılabilir olduğu anlamına gelmez; gücün elde edilebilir oluşu, onun haklı olduğu anlamına gelmez.
Bu yaklaşım, siyaset için “şunu yap” diye bir reçete sunmaz ancak daha temel bir şey yapar. Siyasetin hududunu çizer. Modern ideolojiler çoğu zaman insanı dönüştürmeyi, toplumu tasarlamayı hedefleyen mühendislik projeleriydi. İslamî ontoloji ise siyaseti daha çok bir muhafaza ve denge alanı olarak görür. İnsan ideal bir varlığa dönüştürülecek ham madde değil, haddini aşma potansiyeli taşıyan ve bu nedenle korunması gereken bir varlıktır. Fanilik fikri de burada devreye girer. İnsan ölümlüdür, mutlak kararlar alma yetkisine sahip değildir. Hesap fikri, yalnızca ahirete ait bir inanç değil, dünyevi eylemleri sınırlayan bir bilinçtir. Bu bilinç, insanı “optimize edilecek bir nesne” olmaktan çıkarır ve onu “hesap verecek bir özne” olarak korur.
Böyle bakınca ulus-devlet sonrası eşik, sadece yeni bir yönetim modeli tartışmasından ziyade insanın kendini nasıl konumlandıracağıyla ilgili ontolojik bir dönemeçtir. Ulus-devletin çözülmesi, bir boşluk kadar bir hatırlama imkânıdır da. Teknik düzenlemeler toplumu bir süre idare edebilir fakat birlikte yaşamanın kalıcı zemini, nihayetinde insanın kendini aşırılaştırmayan bir anlam ufkuna dayanır. Bu ufuk ya insanı tamamen işlevselleştiren bir teknik düzenle kurulacak (puanlarla, algoritmalarla, sürekli denetimle) ya da insanı emanetçi, sınırlı ve sorumlu bir varlık olarak yeniden düşünebilen bir ahlaki-ontolojik çerçeveyle…
Ulus-devletin gerilemesi, insanın sınırsızlaştığı bir zafer değil bilakis insanın yeniden sınırla yüzleşmek zorunda kaldığı bir eşik olarak telakki edilmelidir. Ve belki de bu çağın en siyasal sorusu artık “ne yapmalıyız?” değil, giderek “neyi yapmamalıyız?” sorusu olacak. Bu soru, teknolojiye düşmanlık değil insanı koruma refleksi içeren bir sorudur. Çünkü insan, anlamını kaybettiğinde ya daha fazla kontrol ister ya daha fazla şiddet. Oysa sınır fikri emanet bilinciyle birleştiğinde ve onlara fanilik mefhumu eşlik ettiğinde kontrolün de şiddetin de önüne, köklü bir prensip yerleştirir: “Haddini bil.”
·