Gazze günlüğü: Direnmek için okumak

Bazen hiçbir şey duymuyorum çünkü zihnimde hikâyeyi işleme sesleri savaşın sesinden daha yüksek. Okumak, sadece kurban değil, aynı zamanda tanık olduğum geçici bir dünya kurmama yardımcı oluyor.

Malak Hijazi’nin palestine-studies’de yayınlanan yazısını Barış HoyrazHaksöz Haber için tercüme etti.


Soykırım yaşarken, uyanıp yeni bir güne başlamak için hiçbir neden yoktur. Günler monoton bir şekilde geçer ve kendi sonunuzu ya da bunun sonunu bekleyerek zamanınızı boşa harcarsınız. Ama benim için kitaplar, yaşanmaz hale gelen hayata anlam katıyor. Okumak, beni bir başka sabaha hoş geldin dedirten, ayağa kalkmamı, hareket etmemi ve deneyimlerde değer bulmamı sağlayan şeydir. İsrail'in sadece hayatları değil kütüphaneleri de hedef aldığı Gazze'de, okumak Filistin entelektüel yaşamının geleneğinde derin kökleri olan bir direniş biçimi haline gelir.

İsrail, soykırımın ilk günlerinde, benim okuduğum üniversite de dâhil olmak üzere Gazze'deki başlıca eğitim kurumlarını bombaladı. Bunu sadece bir yerin yıkılması olarak görmedim. Orası, alışkanlıklarımı ve ilgi alanlarımı oluşturmaya başladığım yerdi. Üniversite kütüphanesinde geçirdiğim günleri ve elime aldığım ilk kitabı hatırladım: ‘My Fair Lady.’ Kitabın konusunu veya karakterlerini hatırlamıyorum, ama öğrenmeye ve kendimi geliştirmeye hevesli yeni bir İngilizce öğrencisi olarak kalbimde parlayan umut kıvılcımını hala hissediyorum. Kütüphaneyi çevreleyen diğer kütüphaneleri ve onların arasında olmayı ne kadar sevdiğimi de hatırladım. Her dönem sonunda ilk yaptığım şey kitap satın almaktı.

Barınak Bulmak

İsrail, Gazze Şeridi'nde elektrik ve interneti kestiğinde, her dakika patlamalar duyarken ve İsrail ordusundan güneye kaçmamızı yoksa sonuçlarına katlanmamızı emreden sayısız kayıtlı uyarı alırken dünyadan kopmak korkunçtu. Ailem kalmayı seçti. Ben onların kararından ikna olmamıştım. Bu, ölümü seçmek gibi geliyordu, ama onları da terk edemezdim.

Hayatta kalma mekanizması olarak, iki şey yaparak kendimi dış dünyadan koparmaya karar verdim: ilk olarak, radyodaki haberleri dinlememek; ikinci olarak, soykırımdan önce indirdiğim kitapları okumak. Uzun süredir ertelediğim Simone de Beauvoir'ın kitabıyla başladım. Dizüstü bilgisayarımı kucağıma alıp yatağımın köşesine kıvrıldım, pencereleri, perdeleri ve kapıyı kapatarak karanlıkta saklandım, bombardıman seslerini bastırmak için. Kız kardeşim odaya girip “Burayı bombaladılar, orayı bombaladılar” derdi, ben de ona okumama izin vermesi için yalvarırdım, güç yapılarının, sistemlerin ve tarihin her zaman erkekler tarafından ve erkekler için inşa edildiğini, kadınları karar alma süreçlerinden dışladığını anlatan kelimelere dalmıştım.

Kız kardeşim bağlam dışı konuştuğumu söyledi. Ama ben öyle düşünmedim. Soykırım da erkeklerin icadıdır — erkekler tarafından ataerkil ve militarize sistemler aracılığıyla başlatılmış, finanse edilmiş ve gerçekleştirilmiştir. Merak ettim: Kadınlar daha fazla güce sahip olsaydı, dünyamız daha az acımasız olur muydu?

Sonra başka bir kadın yazara geçtim, bu sefer Filistinli bir yazara. Samira Azzam'ın kısa öykü koleksiyonunun bir parçası olan Bread of Sacrifice'ı okudum. O sırada günde bir parça ekmekle yaşıyorduk. Un bitmişti. Büyükannem bizim yiyebilmemiz için kendi payından vazgeçti. Aç olmadığını söyledi ama ben aç olduğunu biliyordum.

Hikâye kıtlık hakkında değildi, ama fedakârlıktan bahsediyordu. Bu, büyükannemin davranışını İsrail'in dayattığı sistematik açlıktan daha büyük bir şey olarak görmemi sağladı. Bizi özgürlük savaşçıları gibi hayal ettim, aç ama onurlarını koruyan. Azzam'ın sözleri, acımızın bir anlamı olduğuna inanmama yardımcı oldu.

Ortak Hafıza

Aralık ayı başında kısa süreli ateşkes ihlal edildikten sonra, geniş ailem Cibaliye mülteci kampından kaçarak Gazze Şehri'nin Rimal mahallesindeki evimize geldi. Birdenbire evimizde 30 kişi kalmaya başladı. Hiç mahremiyetim kalmamıştı. Çocukların kitapları zarar vermemesi için kitaplarımı bile sakladım. Tam sakin bir an bulduğumda, biri kapıyı çalarak birini görüp görmediğimi, yemek isteyip istemediğimi, bir şeyin kaybolup kaybolmadığını soruyordu.

Sonra tanklar mahallemize yaklaştı. Akrabalarımın sığındığı yer başka bir tuzağa dönüştü. Bu sırada, Dr. Refaat Alareer'in öğrencisiyken bana tavsiye ettiği Suad Amiry'nin Sharon and My Mother-in-Law (Sharon ve Kayınvalidem) kitabını okuyordum. Onun öldürüldüğünü henüz bilmiyordum. İnternetimiz yoktu.

Amiry'nin 2002'de İsrail'in Ramallah'ı işgalini anlattığı bölümler bana tuhaf bir şekilde tanıdık geldi. Ariel Sharon'u Ramallah'ı işgal ettiği için affedebileceğini, ama kayınvalidesiyle yaşamaya zorladığı için affedemeyeceğini söylediğinde güldüm. Her odada akrabalarımla çevriliydim. Onun mizah anlayışı, acıyı ironiyle dönüştürme yeteneği, bana çok Filistinli geldi. Kayınvalidesinin, bir daha geri dönemeyeceğinden korktuğu için evinden ayrılmayı reddettiğini anlatırken çok duygulandım. Bu travma, Jaffa'dan sürülmesinden kaynaklanıyordu. Bu bana, “Dedemin Deyr Sunayd'daki evini kaybettiği gibi, Gazze'deki evimi kaybetmek istemiyorum” diyen babamı hatırlattı.

Bu kitap, Filistinliler olarak nerede yaşarsak yaşayalım, aramızda kaç on yıl fark olsa da, hafıza, kayıp ve azim ile birbirimize bağlı olduğumuzu anlamama yardımcı oldu. İsrail'in kimliğimize dayatmaya çalıştığı bölünmeleri daha iyi fark etmemi sağladı.

Tanıklık Etmek

Son zamanlarda Muin Bseiso'nun “Gaza Diaries” kitabını okuyorum ve bu kitabın daha önce hayatımda neden yer almadığını gerçekten anlamıyorum. Bu kitap, miras aldığım ama hiç tam olarak görmediğim bir Gazze'yi anlatıyor. Onun sözleri, Gazze'nin bir lanet olmadığını anlamama yardımcı oldu, ben öyle düşünsem de. Soykırım sırasında aşırı korku ve yorgunluk anlarında, neden dünyadaki onca yer varken bu kuşatılmış şeritte doğduğumu sordum kendime. Ama Bseiso'nun tanıklığı sayesinde Gazze'yi bir devamlılık olarak görmeye başladım. Şu anda yaşadıklarımız, ebeveynlerimizin ve büyükanne ve büyükbabalarımızın yaşadıklarından ayrı değil. Bu, Filistinlileri ortadan kaldırmayı açıkça amaçlayan uzun süredir devam eden bir sömürge projesinin parçası, yeni bir şey ya da sadece aşırı bir İsrail partisinin sonucu değil.

Bseiso'nun yanı sıra, Leningrad kuşatmasını yaşayan Sovyetli bir genç olan Elena Mukhina'nın Günlükleri'ni de okudum. Benim gibi, onun hayatı da altüst olmuştu. Açlığını, soğuğu ve sevdiklerinin ölümünü belgeledi. Elena ile coğrafi veya zaman açısından pek bir ortak noktam yok, ama ölümün sıradanlığını, korku ve hayatta kalma ritüellerini anlıyorum. Ben de yazmayı bir sığınak ve kendimden geriye kalanları toplamak için bir yol olarak görüyorum.

Bu soykırım sırasında okumayı hiç bırakmadım. Kitaplar, içinde yaşayabileceğim bir tür güvenli mimari haline geldi. Ekrana ya da kitabın sayfalarına bakarak, patlamadan önce gelen kırmızı ışığı görmezden gelmeye çalışıyorum. Bazen hiçbir şey duymuyorum çünkü zihnimde hikâyeyi işleme sesleri savaşın sesinden daha yüksek. Okumak, sadece kurban değil, aynı zamanda tanık olduğum geçici bir dünya kurmama yardımcı oluyor. Kendi savaşlarından sağ çıkmaya çalışanların sözlerini okuduğumda, kendimi daha az yalnız hissediyorum. Onların dili aramızda bir köprü oluşturuyor. Onların sözleri beni yazmaya ve kendi hayatta kalışımı belgelemeye teşvik ediyor, böylece bir yerlerde birisi de beni okuyup, en azından bir an için, kendini biraz daha az yalnız hissedebilir.

* Malak Hijazi, Gazze'de yaşayan Filistinli bir yazardır.

Çeviri Haberleri

Gazze'deki soykırım, ellerine mal oldu ancak o çok daha fazlasını kaybetti
Sadece sözde bir ateşkes
İsrail'in Gazze'deki soykırımı dijital yok oluşla nasıl genişliyor?
İsrail sömürgeciliğini korumak, onun işkence uygulamalarına da sahip çıkmaktır
Filistin bayrağı Londra'da dalgalanırken Arap ufukları bomboş