ABD’nin yeni İsrail Büyükelçisi’nin tescilli bir casusla gizli randevusu, Trump kampındaki büyük çatışmayı tetikledi. "Kümesteki Tilki" analiziyle devletin kalbine sızan Siyonist nüfuzu irdeleyen Abdullah Miroğlu; fanatizmin ABD ulusal güvenliğini nasıl bir "sadakat sınavına" soktuğunu gözler önüne seriyor.
Yazının temel savı; ABD’deki Hristiyan Siyonistlerin (Evanjeliklerin) dini bir motivasyonla "İsrail’e hizmeti Tanrı’ya hizmet" olarak gördükleri ve bu inancın, ABD’nin ulusal çıkarları ile İsrail’in hedefleri arasında tehlikeli bir sadakat bölünmesine yol açtığıdır. Yazar; Mike Huckabee gibi devlet görevlilerinin, Jonathan Pollard gibi tescilli bir casusla yan yana gelmesini, "kümese tilki girmesi" metaforuyla açıklayarak, Siyonist ajandanın Amerikan devlet mekanizmasına en üst düzeyde sızdığını vurgulamaktadır.
Kümesteki Tilki; Hıristiyan-Siyonist, Siyonist Casus - 2
Abdullah Miroğlu / Kritik Bakış
IV
ABD’nin Kudüs’teki İsrail Büyükelçiliği’nde Büyükelçi Mike Huckabee’nin 1985’de İsrail’e casusluk yaparken yakalanarak Amerikan hapishanelerinde 30 yıl geçiren Jonathan Pollard’la gizlice görüşmesi ”Trumpçı Sağ’ın içinde İsrail’le ilgili çok şiddetli tartışmalar yaşanırken gerçekleşiyordu. Eski “Fox News” programcısı Tucker Carlson’ın başını çektiği Trumpçı muhafazâkâr bir grup ABD’nin İsrail’in savaşlarına sürüklenmesine tepki gösteriyordu. Bu gruba göre İsrail’e sorgusuz sualsiz destek ABD’nin ulusal çıkarlarıyla ilgisi bulunmuyordu. Dolayısıyla Carlson ve arkadaşları “Amerikan-Halkla İlişkiler Komitesi(AIPAC)” başta gelmek üzere İsrail Lobisi’nin ABD Kongresi ve Amerikan siyaseti üzerindeki nüfuzuna da şiddetle tepki gösteriyorlardı. Bu tutumuyla grup, hem İsrail Lobisi’nin, hem de iki partideki İsrail yanlısı şahinlerin ve Neoconlar’ın açık hedefi haline geliyordu. Grup, ABD’nin İsrail’le arasına mesafe koymasını savundukları için Yahudi karşıtı olarak da itham ediliyordu. Trumpçı Sağ içindeki çatışma ABD’nin İran’ı bombalamasından önceki günlerde daha da şiddetlendi. Carlson ve arkadaşları ABD’nin İsrail için İran’ı bombalamaması gerektiğini savunurlarken, İsrail yanlısı şahinler ve Neoconlar tersini savunuyorlardı. Meşhur Neoconlar’dan Fox News sunucusu ve radyo programcısı Mark Levin ile Carlson arasındaki ağır hakaretlere kadar vardırılan şiddetli tartışmalar yaşanıyordu. Tartışmanın yankıları Beyaz Saray’a kadar yansımış, ancak Trump sessizdi.
Huckabee’nin Pollard’la görüşmesi milyonlarca genç izleyicisi olan Tucker Carlson, Trump’ın eski beyaz Saray Başstratejisti Steve Bannon, Aktivist Mike Cernovich, podcast sunucusu ve eski Donanma istihbarat subayı Jack Posobiec başta gelmek üzere Sağ kanattaki birçok isme göre Huckabee’nin Pollard’la görüşmesi kabul edilemez bir davranıştı. Bu grup Huckabee’yi, İsrail’e verdiği desteği ABD’nin ulusal güvenliğinin üstünde tutmakla suçladılar. Bannon, “Büyükelçi Huckabee’yi derhal geri çağırın, o kontrolden çıktı,” derken, Cernovich “Bizim büyükelçimiz olması ve ülkemizin çıkarlarına hizmet etmesi gereken Mike Huckabee’nin, bugüne kadar ABD’ye casusluk yapmayı teşvik eden Jonathan Pollard ile görüşmesinin uygun olduğu bir evren yoktur” diyordu. Cernovich, bu görüşmeyle ilgili soruşturma açılmasını da istiyordu. Jack Posobiec “Hainlerle masaya oturamazsınız” derken Tucker Carlson “Bu, bir ABD büyükelçisi için şok edici bir davranış. Huckabee bunu açıklayacak mı?” diyordu.
Tucker Carlson, 18 yaşından küçük kızlar dahil şantaj amaçlı fuhuş ağı kurmakla suçlanan ve 2019’da tutuklu bulunduğu cezaevinde intihar ettiği söylenen Jeffrey Epstein’ın İsrail istihbarat servislerine çalıştığının örtbas edildiğini de söylemişti. Bu yılın Temmuz ayı başlarında Florida’da düzenlenen Hıristiyan muhafazâkâr Trumpçı “Turning Point USA” örgütünün “Öğrenci Eylem Zirvesi”nde yaptığı konuşmada Carlson, Jeffrey Epstein ile yabancı bir hükümet arasındaki olası bağlantıların kamuoyu önünde incelenmesi konusundaki yaygın isteksizliği eleştirerek, “Şimdi, kimsenin bu yabancı hükümetin İsrail olduğunu söylemesine izin verilmiyor çünkü bunun kötü bir şey çok olduğunu düşünmemiz için bir şekilde korkutulduk. Bunu söylemekte yanlış bir şey yok. Bunu söylemenin nefret uyandırıcı bir yanı yok. Bunu söylemenin anti-Semitik bir yanı yok. Bunu söylemenin İsrail karşıtı bir yanı bile yok” diyordu. Carlson bu sözleriyle “AIPAC” ve diğer Siyonist kuruluşları çok kızdırmıştı. Carlson Ekim ayı sonlarında kendi podcast yayınındaysa İsrail’e desteği her şeyin üstünde tuttukları için Hıristiyan Siyonistler’in beyin virüsüne yakalanmış olduklarını da söylemişti. Carlson bu yayınında Mike Huckabee, Cumhuriyetçi Senatör Ted Cruz, Trump’ın eski Ulusal Güvenlik Danışmanı John Bolton ve meşhur Cumhuriyetçi stratejistlerden Carl Rowe gibi isimleri sıralıyordu. Hıristiyan-Siyonizmin Hıristiyanlıktan bir sapma olduğunu belirten Carlson, “Bir Hıristiyan olarak bundan rahatsızlık duyuyorum” diyordu. Carlson, “Sabah uyanıp, Hıristiyan inancınız gereği İsrail hükümetinin yaptığı her şeyi desteklemeniz gerektiğine karar verirseniz, bu Hıristiyanlık değildir — bu başka bir şeydir” diye ekliyordu. Huckabee ise “X” hesabından yaptığı paylaşımda “Tucker’ın benden nefret ettiğini bilmiyordum. İncil’e veya tarihe aşina olmayan insanlardan bunu çok duyuyorum. Bir şekilde bu düşmanlığın üstesinden geleceğim” diyordu.
Carlson ve arkadaşları Trump’ın “Önce Amerika” söyleminin en sadık taraftarlarıydılar. Ancak “Önce Amerika”, hiçbir şekilde “Önce İsrail” anlamına gelmiyordu. Bu tartışmalar Trumpçı Sağ’ın içinde İsrail’e sorgusuz sualsiz desteğin bir bölünme ve çatışma unsuru haline geldiğini gösteriyordu.
Casus Jonathan Pollard da bu tartışmaya İsrail’den dahil oluyordu. 2026’da yapılacak olan seçimlerde İsrail Meclisi(Knesset) için aday olacağını ilan eden Pollard “Jerusalem Post” gazetesine konuşmuştu. 15 Ağustos tarihli haberin başlığı “İsrail Jonathan Pollard’a hazır mı? Eski casus, Knesset seçimleri için 10 maddelik planını açıkladı” şeklindeydi. Judith Segaloff imzalı habere göre Pollard’ın uzun yıllar önce ABD Donanmasına katılmasının tek sebebi İsrail’e döndüğünde İsrail’e fayda sağlayacak istihbarat ve stratejik becerilere sahip olmaktı. Pollard Gazze şeridinin ilhak edilerek Yahudilerle doldurulmasını, Batı Şeria’da Siyonist yerleşimlerin önündeki tüm yasal kısıtlamaların kaldırılmasını, Kudüs’te Mescid-i Aksa’nın yer aldığı alan üzerinde Yahudi hakimiyetinin tesis edilmesini ve Ürdün’ün bu alan üzerindeki yetkisinin ortadan kaldırılmasını istiyordu. Utanmazca Filistinliler’i işgalci olarak suçlayan Pollard, Gazze’de ateşkes girişimleri içinse, “Ateşkes, başka bir deyişle tehdidi yönetmek, çimleri biçmek veya sorunu ötelemeye çalışmak, işe yaramaz. Tehdidi ortadan kaldırmalıyız” diyordu. Pollard İsrail’in resmen inkar ettiği nükleer silahlar içinse “Nükleer silahlarımız olduğunu ve bu silahları istediğimiz zaman ve yerde kullanacağımızı kabul etmeliyiz” diye konuşuyordu. Pollard ayrıca Trumpçı Sağ’ın “Önce Amerika” söylemine işaret ederek “Trump yönetiminin bazı üyelerinin ‘önce Amerika’ doktrinini benimsediği gibi, ben de tüm kalbimle ‘önce İsrail’ doktrinini benimsiyorum. Bunun için 30 yıl hapis yattım; hatta sakat kaldım” diyordu.
ABD’deki sıkı İsrail yanlısı siyasetçilerin “Önce Amerika” ve “Önce İsrail” arasındaki ayrımları net değilken, en iyimser haliyle “bölünmüş sadakatler”i ihtiva ederken, Pollard’ın ayrımlarıysa son derece net ve keskindi.
İsrail’e hizmet etmenin dini bir yükümlülük olduğuna inanan Hıristiyan-Siyonistler içinse en önemli gündem “Önce İsrail”dir. Hıristiyan-Siyonistlere göre ‘İsa Mesih’ ikinci kez dünyaya gelene dek dünyadaki tüm Yahudiler ‘Vadedilmiş Topraklar’da toplanmalıdır. O kadar ki Hıristiyan-Siyonist kuruluşlar İsrail işgali altındaki Batı Şeria’ya ABD başta gelmek üzere birçok ülkeden Siyonist-Yahudi yerleşimcilerin göç etmesini sağlamak amacıyla birçok programın da uygulayıcılarıydılar. ‘İsa Mesih’ gelinceye dek ne yaparsa yapsın, hangi melaneti işlerse işlesin İsrail’i korumak, kollamak Hıristiyan-Siyonist Evanjelik inancın en temel sütunlarından biridir. Bu son derece keskin bakış açısında Pollard’ın “hain” olarak kabul edilmesi pek mümkün gözükmüyor. Dolayısıyla “Pollard-Huckabee görüşmesi” dostane olmanın çok ötesine geçen bir ortaklığa işaret ediyor. Pollard nerede yaşarlarsa yaşasınlar Yahudiler’in tek sadakatlerinin İsrail olduğunu söyleyerek ihanetini meşru gösteriyordu. Diğer yandan Pollard’ın bu söylemi Amerikalı Yahudiler’in büyük bir kısmı tarafından endişeyle ve tepkiyle karşılanıyordu. Aynı şekilde Hıristiyan –Siyonistlerin sözde dini gerekçelerle İsrail’i son derece bağnazca desteklemeleri de diğer Hıristiyan muhafazâkâr kesimlerde benzer tepkilerle karşılaşıyor.
Trumpçı Sağın “Önce Amerika” kanadının önde gelen isimlerinden Tucker Carlson, sıkı İsrail yanlısı Cumhuriyetçi Senatör Ted Cruz ile Haziran ayında bir röportaj yapmıştı. ABD henüz İran’ı bombalamıştı. ABD Başkan Yardımcısı JD Vance’e yakınlığıyla bilinen, yanı sıra Trump’ın da kulak verdiği isimler arasında yer alan Carlson, ABD’nin İsrail’in savaşlarına dahil olmaması gerektiğini savunanlar arasındaydı. “İsrail Lobisi”nin desteklediği Cruz ise tam aksini düşünüyordu. Cruz bu röportajda İsrail’in yanında durmanın Tanrı’nın yanında olmakla aynı şey olduğunu söylemişti. Cruz için İsrail’in yanında durmamak Tanrı’ya karşı olmak anlamına geliyordu. Cruz’un sözleri ABD’nin İsrail Büyükelçisi Mike Huckabee başta gelmek üzere Hıristiyan Siyonistler’in İsrail’e bakış açılarını yansıtıyordu. İsrail’e hizmet Tanrı’ya hizmet anlamına geliyor ise, Yahudi bir Siyonist olarak Jonathan Pollard tam da bunu yapmıştı. Her ne kadar Hıristiyan-Siyonistler “Önce İsrail” ile “Önce Amerika”nın aynı şey olduğunu savunsalar da Tucker Carlson ve arkadaşları bunu şiddetle reddediyorlar. “İsrail Lobisi”nin öncü kuruluşu olan “Amerikan-İsrail Halkla İlişkiler Komitesi”nin (AIPAC), “Neoconlar”ın ve “Hıristiyan Siyonistler”in hedef aldığı Cumhuriyetçi Vekil Marjorie Taylor Grenee, “Önce Amerika, sadece Amerikadır” diyerek tavır alıyordu.
Eski bir Evanjelik rahip olan Mike Huckabee, 7 Ekim’den sonra İsrail’de yaptığı bir konuşmadaysa, “Buraya, Evanjeliklerin İsrail’in yanında olduğunu yüksek sesle ve net bir şekilde söylemek için geldim. Biz İncil’e inanıyoruz ve Tanrı’nın İsrail’i ve Yahudi halkını sevdiğini ve onları kutsamayı seçtiğini açıkça belirtmiş olmasına minnettarız” demişti. Huckabee Trump tarafından İsrail Büyükelçiliğine aday gösterildiğinde hem Hıristiyan Siyonistler, hem de iktidarı ve muhalefetiyle İsrail’deki Siyonistler bayram ediyorlardı.
V
ABD Başkanı Donald Trump’ın ABD’nin İsrail Büyükelçisi olarak seçtiği Mike Huckabee, Siyonist kimliğiyle bilinen David Milstein’ı da başdanışmanı olarak beraberinde getirmişti. Yahudi-Amerikalı Milstein Trump’ın ilk Başkanlık döneminde de ABD’nin İsrail Büyükelçisi David Friedman’ın danışmanlığını yapmıştı. Milstein Cumhuriyetçi Senatör Ted Cruz’ün Senato’da Ortadoğu danışmanı olarak da çalışmıştı. Milstein Trumpçı Sağ içinde ABD’nin İsraille ilişkisini sorgulayan Tucker Carlson ve arkadaşlarına adeta savaş açan Fox News kanalının programcılarından ve radyo programcısı ünlü Neocon-Siyonistler’den Mark Levin’in de üvey oğluydu.
Levin ve üvey oğlu David Milstein 2024 seçimleri için ilkin Florida’nın İsrail yanlısı Cumhuriyetçi valisi Ron DeSantis’in başkan aday adaylığını desteklemişti. Milstein, Trump’ın ön seçimlerdeki en güçlü rakibi olan Desantis’in kampanyasında çalışırken Mark Levin de dışardan, yayınlarıyla destek vermişti. Desantis sürpriz bir şekilde adaylıktan çekilince Neocon Mark Levin, hızlıca Trump’ın bir numaralı savunucusu oluyordu.
Milstein’in icraatları ABD’nin İsrail Büyükelçiliği’ndeki danışmanlık görevinin çok ötesindeydi. Gazze’de olan bitenleri tamamen İsrail merceğinden ABD Dışişlerine aktarılmasında önemli rol oynuyordu. Hatta Milstein’in Kudüs’teki Büyükelçilikten ABD Dış İşleri Bakanlığının İsrail-Filistin politikasına el atacak kadar ileri gitmişti.
Siyonist casus Pollard Temmuz 2025’te ABD’nin İsrail Büyükelçisi Mike Huckabee ile yaptığı ‘gizli/dostça’ görüşmeye David Milstein de katıldığını söylemişti.
Ağustos 2025’de Washington Post’ta yer alan bir haberde Bakanlık yetkililerine atfedilen açıklamalarda Milstein’ın İsrail hükümetinin politikasını savunmak için Dışişleri Bakanlığı’ndaki personelle çatışmasıyla tanındığını belirtiliyordu. Bu yetkililerden birisiyse “Milstein bir büyükelçinin danışmanı. Hepsi bu, ama her şeye burnunu sokuyor” diyordu. “Post” haberine göre Milstein, ABD Dışişleri Bakanı Marco Rubio adına, Batı Şeria’da yasadışı Siyonist yerleşimlerle ticareti yasaklayacak bir yasa tasarısını ilerleten İrlanda’yı kınayan bir açıklama yayınlatmak istemişti. Bu konunun önce Dublin ile özel olarak görüşülmesi gerektiğini savunan Avrupa’daki ABD diplomatlarıysa Milstein’in bu hamlesinin boşa çıkmasını sağlamışlardı. Dışişleri Bakanlığı’nın İsrail-Filistin ilişkilerinden sorumlu en üst düzey bir basın yetkilisiyse Milstein’in Bakanlık açıklamalarında Batı Şeria’yı “Yahudiye ve Samiriye” olarak adlandırması için yaptığı girişimlere karşı çıkmıştı. Milstein Dışişleri Bakanlığı’ndaki olağan onay sürecini atlayarak basın açıklamalarına kendi ibarelerini defalarca kabul ettirmeye çalışmıştı. Post’a konuşan yetkililere göre Bakanlık katlarında Milstein İsrailli yetkilileri memnun etmek için aşırı istekli ve sık sık resmi sorumluluk alanının ötesindeki konulara karışan biri olarak görülüyordu. Ne ki Milstein’in engel olarak gördüğü basın yetkilisi Shahed Ghoreishi’nin işine son verilecekti. Ghoreishi görevini Bakanlık teamüllerine uygun şekilde yerine getirdiğini söylüyordu. Milstein ise İsrail’i rahatsız edecek her ibarenin düşmanıydı. Mevzu İsrail olduğunda ne ilke, kural, ne de teamül tanıyordu.
24 Eylül 2025’de Washington merkezli dış politika odaklı düşünce kuruluşlarından “Quincy Sorumlu Devlet Yönetimi Enstitüsü”nün çevrimiçi dergisinde Connor Echols imzalı haberdeyse Milstein’in ABD’nin İsrail politikasını nasıl yönlendirdiğine ilişkin çarpıcı bilgilere yer veriliyordu. Dış İşleri’nde halihazırda görev yapan, yanı sıra eski görevlilere dayandırılan bu habere göre Büyükelçi Mike Huckabee’nin baş danışmanı David Milstein Dışişleri Bakanlığı’nda giderek yayılan bir korku kültürünün baş müsebbibiydi. Bu yetkililere göre Milstein, Trump yönetiminin ilk sekiz ayında, Dışişleri Bakanlığı’nın her kademesine ulaşarak ABD politikasını yönlendiren ve İsrail’i olumsuz gösteren her türlü bilgiye itiraz etmişti. Milstein ABD’nin İsrail’e desteğini güçlendirmek amacıyla yeterince İsrail yanlısı olmadığını düşündüğü meslektaşlarıyla çatışmış, basın açıklamalarından ve yıllık insan hakları raporundan İsrail’i eleştiren içerikleri kaldırılmasında rol oynamıştı. Milstein’in Trump’ın ilk Başkanlık döneminde ABD’nin İsrail Büyükelçisi David Friedman’ın danışmanlığını yaptığı dönemde aynı Büyükelçilikte görev yapan bir Dış İşleri memuruysa Milstein’in Büyükelçiye danışma ihtiyacı bile duymadığını, Milstein’in istemediği hiçbir şeyin Bakanlığa ulaşmadığını söylüyordu. Habere göre bu, büyük ölçüde Batı Şeria’daki yasa dışı İsrail yerleşimlerine ilişkin endişeleri belirten telgrafların engellenmesi anlamına geliyordu. Haberdeki bilgilerden anlaşıldığına göre sıkı İsrail yanlısı Büyükelçi Friedman da Milstein’in elini tamamen serbest bırakmıştı. Nitekim Friedman, Washington Post haberinin hemen ardından “X” hesabından yaptığı paylaşımda “bozacının şahidi şıracı” misali, “David Milstein, ABD’nin İsrail Büyükelçisi olduğum dönemde benim de danışmanımdı. Kendisi, ABD-İsrail ilişkilerini Amerika Birleşik Devletleri’nin çıkarları doğrultusunda korumaya çalışan bir Amerikan vatanseveridir” diyordu. Friedman ‘Amerikan çıkarları’ dediği çıkarların ne olduğunu söylemiyor tabii. Milstein’in Washington Post ve diğer yayınlarda da zikredilen girişimlerinin, ABD’nin değil İsrail’in çıkarlarını öncelediğiyse çok açık.
ABD’nin İsrail Büyükelçisi Mike Huckabee ve Baş Danışmanı David Milstein’ın Amerikan istihbarat camiasında adı nefret ve öfkeyle karışık duyguları uyandıran eski casus Jonathan Pollard’la yaptıkları gizli görüşmenin yankıları sürüyor. Bu görüşme Pollard’ın ABD’ye verdiği zararları yeniden gündeme getiriyordu.
Siyonist casus Pollard’ın çok fazla bilinmeyen bir rolü daha vardı. Bu rol “USS Liberty Vakası”yla ilgiliydi 1967’de “Altı gün savaşı” olarak bilinen “Arap- İsrail Arap savaşı” sırasında ABD Donanması’na ait sinyal istihbarat gemisi “USS Liberty”ye bir hava saldırısı düzenlendi. Gazze açıklarında gerçekleşen saldırıda 34 denizci öldü, 171’i yaralandı. Saldırı İsrail tarafından gerçekleştirilmişti, ancak saldırının perde arkası uzun yıllar “sır” olarak kalacaktı. Yaralı denizciler “USS Liberty”den tahliye edilirken Donanma İstihbarat Ofisi”nden bir subay bu askerlere saldırının failleri hakkında basınla konuşmamaları talimatı vermişti.
İsrail saldırısı tam bir “sahte bayrak” operasyonuydu. Saldırıyı Mısır’ın üstüne yıkarak ABD’yi İsrail’in yanında savaşa sokmak istemişlerdi. “USS Liberty” personelinin verdiği bilgilerse saldırının İsrail jetleri tarafından gerçekleştirildiğini gösteriyordu. “USS Liberty”nin mürettebatı ilkin gemiye saldıran jetlerin Sovyetler Birliği tarafından Mısır’a verilen jetler olduğunu düşünmüşlerdi. Saldıran jetlerden birinin kanatlarında “Davut Yıldızı”nı görene kadar İsrail tarafından saldırıya uğradıklarını anlamamışlardı. Mürettebatın verdiği bilgilere göre, gemi ABD’ye ait olduğu kolayca anlaşılabilecek alametlere sahipti. USS Liberty’nin başkaca bir ülkeye ait olduğu iddia edilemezdi.
İsrail ise durum meydana çıkınca Amerikan gemisini düşman gemisi zannıyla vurduklarını savundu. Saldırı Washington’da hızla örtbas edilerek “kaza” olarak adlandırılacaktı. Saldırıda yakınlarını kaybeden aileler onlarca yıl boyunca kapsamlı bir Kongre soruşturması çağrısında bulunmalarına rağmen bir sonuç elde edemediler. Bu olayın onlarca yıl sonra konuşan tanıkları İsrail’in “USS Liberty” gemisini bilerek vurduklarından emin olduklarını söylüyorlardı. Meşhur Amerikalı yazar Gore Vidal ise 2004’te “Antisemitizmin siyaseti” başlıklı kitabın ortak yazarları Alexander Cockburn ve Jeffrey St. Clair ile sohbet ederken “USS Liberty Vakası”na dikkat çekmişti. Sohbet, kitapta Jeffrey St. Clair tarafından kaleme alınan makalede ele alınan bu vakayla ilgiliydi. Vidal “Her şey orada başladı. Eğer Amerikalı denizcileri öldürebiliyor ve savaş uçaklarıyla ödüllendiriliyorsanız, her türlü vahşet yanınıza kâr kalabilir” diyordu. Vidal’a göre bu hikâye, sonuçları anlaşılana kadar tekrar tekrar anlatılmalıydı.
1977’de sızdırılan bir “CIA raporu”na göreyse “USS Liberty”e saldırı emrini İsrail Savunma Bakanı Moşe Dayan vermişti. Bir CIA muhbirinden gelen bilgilere göre Moşe Dayan saldırıda gemi mürettebatından hiç kimsenin sağ kalmasını istememişti. Ancak bu bilgiler Amerikan medyasında ilgi görmedi. Moşe Dayan’ın “USS Liberty vakası”nda oynadığı rol kamuoyu önünde sorgulanmayacaktı. Kimse ateşteki kestaneyi eline almak istemiyordu. Ateşteki kestane “İsrail Lobisi”ydi.
2 Ekim 2007 tarihli “Chicago Tribune” gazetesinde John Crewdson imzalı, “Amerikan Casus Gemisine Yönelik Saldırıda Yeni Açıklama” başlıklı haberdeyse “USS Liberty Vakası”nın tanıklarının verdiği bilgiler yer alıyordu. “USS Liberty”de Deniz Piyade Çavuşu olan Bryce Lockwood, “Öfkeliyim! Öfkeden kaynıyorum! Kırk yıl oldu ve öfkeden kaynıyorum!” diyordu. Habere göre Lockwood ve saldırıdan sağ kurtulan diğer mürettebatta öfke, inanılmazlık ile karışıktı. Tanıklar İsrail’in ABD gibi en önemli müttefikine saldırması ve ardından bu saldırıyı, ABD Donanması’nın en ayırt edici gemisini, yarısı kadar büyüklükte ve farklı bir profile sahip Mısırlı bir askeri nakliye gemisiyle karıştıran İsrailli pilotların “kimlik yanlışlığı” olarak nitelemelerine isyan ediyorlardı. Tanıklar onlarca yıldır kapsamlı bir soruşturma yapılması yönündeki taleplerini kendi hükümetlerinin reddetmesine inanamadıklarını da dile getiriyorlardı. “Yalan söyleyerek kurtulmaya çalıştılar!” diye öfkeyle bağıran Lockwood. “Buna bir an bile inanmıyorum! Denizde bir gemiyi tanımlamadan, hedefinizi emin olmadan ateş edemezsiniz!” diyordu.
Tribune gazetesine konuşanlardan birisi de “USS Liberty”ye yapılan saldırısı sırasında “Ulusal Güvenlik Ajansı”nın(NSA) operasyonlardan sorumlu müdür yardımcısı Oliver Kirby idi. Kirby, İsrailli pilotların kendi aralarında yaptıkları konuşmaları içeren transkriptlerde “USS Liberty”nin Amerikan gemisi olduğunu bilerek vurduklarını söylediklerine dikkat çekiyordu. Vaka hakkında bildiklerinin hayatı boyunca kendisini rahatsız ettiğini belirten Kirby, “Onların bildiğini bildiğimizi bir yığın İncil üzerine yemin etmeye hazırım” diyordu.
ABD yönetimiyse özür dileyen İsrail’in saldırının kazaen gerçekleştiğine dair savunmasını kabul edecekti. İsrail hayatını kaybedenlerin ailelerine, yaralananlara, yanı sıra USS Liberty gemisinin hasarı için tazminat ödeyerek işin işinden sıyrıldı. İsrail’in Amerikan askerlerini kasten öldürdüğüne dair ezici kanıtlara rağmen, dönemin Johnson Yönetimi ve Kongre tüm olayı örtbas etmişti.
15 Ağustos 2025’te “Jerusalem Post”ta yer alan habere göreyse Jonathan Pollard‘ın ABD Donanma İstihbaratı’nda genç bir subay olarak görevlerinden biri, “USS Liberty Vakası”nı araştırmaktı. Pollard vakayla ilgili bulgu ve belgeleri analiz ettikten sonra saldırının korkunç bir kaza ve bir kimlik karışıklığı sebebiyle gerçekleştiği sonucuna varmıştı. Bu vakanın ardında gizlenen gerçekleri bulmak “kümesteki tilki”nin eline bırakılmıştı. Pollard’ın “kümesteki tilki” olduğuysa 1985’de anlaşılacaktı. Atı alan Üsküdar’ı geçmiş, Pollard kümesteki tavukları parçaladıktan sonra yakalanmıştı.