1. HABERLER

  2. YORUM ANALİZ

  3. Otoriterliği Besleyen Popülizm
Otoriterliği Besleyen Popülizm

Otoriterliği Besleyen Popülizm

Türkiye’de devam eden popülizm tartışmalarına katkı sunan bir yazı kaleme alan Ali Bayramoğlu, AK Parti ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın söylemlerine bu bağlamda dikkat çekiyor.

08 Eylül 2017 Cuma 13:31A+A-

Ali Bayramoğlu, popülizm olgusuna dikkat çektiği yazısında, popülist tarzın elitist statükoya karşı önce ezilenlerin savunucusu bir rol üstlendiğini ama sonrasında otoriterleşmeye yol açtığını hatırlatıyor ve AK Parti’nin son dönemdeki politik söyleminin demokratlıktan çok otoriterlik eksenine doğru kaydığını vurguluyor.

Söz konusu yazıyı ilgilerinize sunuyoruz:

AK Parti Popülizmin Neresinde?

Ali Bayramoğlu / Karar

21. yüzyılı popülizmler çağı olarak tabir etmek yanlış olmaz.

İlk göze çarpanlar her geçen gün alan ve güç kazanan, iki dünya savaşı arasının faşist rejimlerini çağrıştıran otoriter popülist akımlar. Hollanda’da yabancı karşıtı Wilders, onun Fransa versiyonu Marine Le Pen, Danimarka Halk Partisi, Avusturya Özgürlük Partisi bu akımların en bilinen temsilcileri. Sağ popülist çizgide onları Macaristan’da 7 yıldır iktidarda olan Orban, İngiltere’de Brexit’in mimarlarından Farage takip ediyor. Kuzey Amerika’da Trump aynı havuzda yer alıyor.

Popülist kabarma bunlardan ibaret değil.

Latin dünyasında Venezuella’da 1998’den 2013’e kadar 15 yıl boyunca Chavez, Arjantin’de 2003-2015 arası 12 sene Kichner’ler, Brezilya’da 2003-2010 arası Lula, Bolivya’da 2006’tan bu yana 11 yıldır Morales, popülizmin sol temsilcileri olarak hükmettiler ve hükmediyorlar. Sol dalgayı Avrupa’da SYRİZA (Yunanistan), PODEMOS (İspanya) gibi siyasi hareketler, Melanchon gibi siyasi isimler temsil ediyor. Popülizm sol düşüncede kendisine önemli bir yer buluyor.

Son birkaç yıldır Tayyip Erdoğan da, sağ popülizmin önde gelen temsilcilerinden birisi kabul ediliyor. Batı basınında ya da akademik dergilerde çıkan ilgili makalelerin Erdoğan’ı ve Türkiye’yi anmadan geçtikleri pek nadir oluyor.

Sağ ve sol dalgasıyla popülizm dünyanın girdiği yolu anlamak için önemli araç. Başlar kumdan çıkarıldığında görülür ki, özellikle son dönemleri itibariyle Türkiye’de o dünyanın bir parçası, bu yolun yolcusudur.

POPÜLİZM DEDİKLERİ

Önce popülizm nedir?

Tabir, Türkiye’de uzun yıllar “popüler” anlamıyla da kullanıldı. Halka yaranmak, oy toplamak için kamu kaynaklarını har vurup harman savurmak olarak kullanıldı.

Ancak asıl tanımı latin kökenlerine daha yakındır: Sisteme karşı sıradan insanı savunmak. Yoz, ülke ruhuna yabancı bir elit tarafından el konmuş iktidara karşı, halkı, halkın iktidarını temsil etmek.

Nitekim Arjantin’de Peron’la, Brezilya’da Vargas’la ABD ve İngiltere gibi güçlere kafa tutma, milliyetçiliği ve otoriterliği iç içe sokan lider düzeni, adaletçi ve modernist politikalarla başta işçi sınıfı olmak üzere popüler kesimleri gözeten, onlara dayanan bir dalga olarak doğdu popülizm.

2000’lerle birlikte ikinci büyük dalga ortaya çıktı.

Popülist dalga, bir kez daha, sistem ve seçkin karşısında sokaktaki adamın iktidarını ifade ediyor. Ama farklı ülke ve kültürlerdeki popülist rejimlerin birkaç ortak noktası daha var. Her biri işe önce işçi, esnaf, dindar, vs. gibi toplumsal katmanlara işaret ederek; sistemin dışladığı, mağdur bir “sıradan insan” retoriği ve tanımı yaparak başlar. Ardından buna dayanarak, farklı kesimlerden gelen sıradan insanlar kümesinden bir blok oluşturur, halk ya da millet adını verdiği budur. Kurgulanmış bu halk kategorisi geniş bir toplumsal yelpazeye, bir ittifak demetine işaret eder. Yine her biri bu halka ve ittifaka dayanarak çatışma ve kutuplaşma siyasetini mutlaklaştırır. Zengin/yoksul, elit/halk, yerli/yabancı, alttakiler/üsttekiler gibi kutuplaşmaları sürekli canlı tutarak yol alır. Ancak hepsinde en büyük karşıtlık dinamik halk kitleleriyle statik kurumlar ve elitler arasında kurulur.

POPÜLİZMİN SOLU VE SAĞI

Tüm bunlar popülizmin belli bir ütopyanın, ideolojinin üzerine oturan bir dalga olmadığını, daha çok bir siyaset yapma tarzını ifade ettiğini gösterir. Sağ ve sol siyasette aynı anda boy göstermesi bu nedenledir.

Sol popülizm, sınıfsal takıntıları ve liberal özenmeleri bir yana bırakan, ezilenler arası ittifak stratejisi, bu stratejiyle iktidara gelip uzlaşma ve ortak fayda etrafında düzen değiştirme arayışı olarak tanımlanabilir. Nitekim Latin Amerika örnekleri; işçilerin, popüler ve dezavantajlı kesimlerin ittifakı ve iktidarı şeklinde başgösterdi ve gösteriyor. Bu itibarla sol olarak tasnif ediliyorlar. Sol popülizmle ilgili en etkili tarifi veren, aynı zamanda “radikal demokrasi” adı altında kurumsal çatısını kuran iki akademisyen, Laclau ve Mouffe ikilisi oldu. Doğru sol siyaseti, sınıflar arası bir çatışma olarak ele almak yerine, iktidar ve sistem karşısında sınıflar arası bir ittifak stratejisi olarak tanımladılar. Toplumda siyasi aidiyetlerin sadece sınıfsal, dolayısıyla tekil değil, çoklu olduğunu söylediler. Öyleyse, farklılıklar arasında ittifak, siyasi çoğulculuk anlamına geliyordu ve demokratik siyasi faaliyetin kurucusuydu. Yerleşik düzene karşı yapılan geniş ittifak aynı zamanda kutuplaşma, kutuplaşarak meydan okuma demekti. Popülist siyasetin toplumu zengin-yoksul, halk-seçkin gibi kutuplara bölmesinde olduğu gibi, kutuplaşma kimliklere, sınıflara, özlere değil, ittifaklarla talep ve çıkar ortaklıklarına dayandığı oranda halk özne haline gelecek ve demokratik dinamikler harekete geçecekti. Popülizm bu tanımı ve anlamıyla Avrupa’da ise sol siyasetçiler ve entelektüeller arasında artan bir ilgi görüyor.

Sıradan insan tanımını ve halk kurgusunu, etnik, dini ve ayrımcı çerçevede yapan, mağduriyet-sokaktaki adam ilişkisini bu çerçevede kuran eğilimlere sağ popülizm deniyor. Sağ popülizm halkın, başka kültürler karşısında tepki hissini körükleyen, alttan gelen bir ari bir yerlilik fikri üzerine oturan, bu istikamette bir ittifakın siyasetini yapan bir bakış. Bu eğilimler önemli ölçüde küreselleşmenin kimi kesimlerde yarattığı hayal kırıklıklarından, endişelerden, kültürler arası sert kütür karşılaşmalarından besleniyorlar. Nitekim İslamofobi, AB karşıtlığı, etnik vatandaş hassasiyeti, milli değerler ve dokuya dönüş söylemi gibi özellikler; Marine Le Pen, Wilders, Trump, Orban’ın siyasi anlayışları ve tarzlarını tanımlıyor. Trump’ı tanımlayan ise İnsel’in ifadesiyle, “yabancı düşmanlığını elit nefretiyle birleştiren, bunu devlet bürokrasisine tepkiyle besleyen ve küreselleşmeden kaybedenleri etrafında toplaması...”

DEMOKRASİ VE OTORİTERLİK

Şimdi ana soruya gelelim: Soldan sağa bu tablonun, popülizmin demokrasi ve otoriterlikle ilişkisi nedir?

Dışlanmış kesimlere dayanan bir itiraz, sisteme karşı sıradan insanı, mağdur halk katmanlarını savunma siyaseti olduğu, güçlü bir toplumsal talep dalgasının üzerine oturduğu oranda (ayrılıkçı, etnisite, tek inanç fikrine dayalı, faşizan eğilimleri dışında) popülizmin, eşitlik ve adalet arayışı anlamında demokrasiyle yolunun kesiştiği muhakkaktır.

Ne var ki demokrasi ve popülizm arasında kuvvetli gerimin olduğu da açıktır. Popülist siyaset yapma tarzının kendisine has kimi dinamikleri bir aşamada demokrasiyi ciddi biçimde tahrip eden etkilerde bulunur.

Deneyimle sabittir, her popülist iktidar şu ya bu aşamasında demokrasi ile otoriterlik arasındaki yol ayrımına gelmiştir, gelir.

Ama neden ya da popülizmin tahripkar siyaset cihazları nelerdir?

Birincisi, kutuplaşma siyasetiyle üretilen (kimi grupları içine alan kimilerini ise dışarıda bırakan) halk tanımından hareketle, o halk adına çoğunluğun hakimiyetini tek esas ve tek meşruiyet kaynağı kabul eden “çoğunlukçuluk” anlayışıdır. Bu anlayış, önce, demokrasinin müzakere, uzlaşma ve katılım üzerine oturan bir süreç olduğu fikrini dışlar. Ardından halk iradesi, milli irade gibi kavramlara referansla, çoğunluğa karşı çıkan her aktör ve sesi (yargı, aydın, gazeteci, muhalefet, bürokrat) sistem eliti ve kumpaslarının parçası ilan eder, düşman kılar. Çatışma ve kutuplaşma siyaseti yakıtını böyle elde eder. Chavez’den Orban’a bu kural değişmez.

İkincisi kurumlar karşında kişiyi, siyasi lideri öne çıkaran yapısından doğar. Lider merkezli doku, aslında yerleşik kurumlar ve elit gruplarla halk adına mücadelenin gerektirdiği güçlü ve baskın siyasi irade ihtiyacından doğar. Ancak bu ihtiyaçla sınırlı kalmaz. Tek adam düzeninin tüm popülist düzenlerde vardığı nokta, milli iradeyle özdeş kabul edilen bir liderin, bir şefin varlığı olmuştur. Kurumlar ve kurumlaşma karşısında şahısların öne çıkması, iktidarın şahsileşmesi, bu çerçevede keyfilik eğilimi, demokratik düzenin ihtiyaç duyduğu denge, denetim, paylaşım mekanizmalarını devre dışı bırakır. Bu kurumlar, elitist düzeninin araçları olarak adım adım tasfiye edilir. Bunun yerine liderin milli irade adına tüm siyasi alanı denetlemesi devreye girer.

Bunlar, sosyal bilimcilerin üzerinde ittifak kurduğu tespitlerdir.

AK PARTİ VE POPÜLİZM

Peki, Erdoğan Türkiye’si popülizmin neresinde?

Açıkçası AK Parti iktidarının ilk evresi, düzene itirazla, dışlanan grupları sisteme taşımasıyla, elitist-modernist bir düzeni ters yüz etme hedefi ve bu çerçevede oluşan ittifaklarla popülizmi andırır. Eğer öyleyse, AK Parti’nin popülizmin tunç kuralına takıldığı, bir aşamada demokrasi ve otoriterlik arasındaki yol ayrımına geldiğini gösteriyor.

Darbe girişimi ve anayasa değişikliğinden önceki bir dönemde, Haziran 2016’da, bir yazımda şu değerlendirmeyi yapmıştım:

“Erdoğan, son aylarda anayasal kurum ve organları devreden çıkaran, ‘plebisiter demokrasi’yi andıran bir tarz geliştirmeye başladı. Ayrıca bu dönem milli irade kavramı ve tanımıyla ilgili cumhurbaşkanlığı çevresinden gelen kritik iki yeni yoruma işaret etti. İlki, milli iradenin liderle özdeş olduğu iddiasıdır. Seçilmiş liderin halkın mütemmim cüzü olduğunu ileri süren, liderin meşruiyetini halkla aynılığından, halkın onun şahsında özneleşmesinden aldığını varsayan, ‘organik lider’ tabiriyle ifade edilen bir bakış hızla alan kazanmıştır. İkinci husus, milli iradenin hangi organlar eliyle kullanılacağı meselesiyle ilgilidir. Anayasanın yargıyı da dahil ettiği ‘yetkili organlar eliyle’ tabiri geri itilmiş, ‘seçilmiş organlar’ vurgusu öne çıkmıştır. Bugün gitgide derinleşen bu fikir, milli iradeden milli iradeciliğe, çoğulculuktan çoğunlukçuluğa geçişin temel unsurları arasında yer almaktadır.”

Ağır bir popülizm hastalığını tarif ediyordu bu satırlar.

Referandum öncesi AK Parti ve Erdoğan’ın yürüttüğü, “...’evet’ diyenler millettir, ‘hayır’ diyenler PKK, iç düşmanlar, yerli ve milli olmayanlardır” kampanyası ise söylem ve kutuplaşma siyasetinde zirveyi oluşturuyordu. Düşman-dost, bizden ya da değil zıtlıkları üzerine oturan, milletin parçası olanlar ve olmayanlar ayrımı yapan, farklı düşünce ve tavrı ihanetle özdeşleyen, bu oranda siyaset karşıtı bir tutumu ihya edip yücelten bu dil, Türkiye’nin alışık olduğu kutuplaştırıcı söylemleri aşıyor ve tüm özellikleriyle, sadece bize has olmayan popülist-otoriter siyasi duruşa işaret ediyordu.

Milli ve yerli olmak iddiası yeteri kadar yerli ve milli değil galiba!

HABERE YORUM KAT