1. HABERLER

  2. KİTAP

  3. Osmanlı'dan Günümüze Kimlik ve İdeoloji
Osmanlıdan Günümüze Kimlik ve İdeoloji

Osmanlı'dan Günümüze Kimlik ve İdeoloji

Kemal Karpat'ın “Osmanlı'dan Günümüze Kimlik ve İdeoloji” adlı kitabını Haksöz-Haber için Nurseven Bayram ve Sündüz Altuntaş değerlendirdi.

22 Haziran 2010 Salı 13:20A+A-

Kemal Karpat'ın Türkiye'nin son yarım yüzyılında ana konu olarak demokratikleşme sürecinde iktidar ve muhalefet bağlamında yaşanan siyasi olayları, gelişmeleri, yenilikleri inceleyip değerlendirdiği 352 sayfalık "Osmanlı'dan Günümüze Kimlik ve İdeoloji" adlı kitabı Timaş Yayınları tarafından yayınlanmıştı. Bu kitabı Haksöz-Haber sitesi için  Nurseven Bayram - Sündüz Altuntaş birlikte tanıtıp değerlendirdiler.

"Osmanlıdan Günümüze Kimlik ve İdeoloji"

Karpat, Türkiye'deki demokratik gelişim sürecini, siyasi partilerin kurulması, muhalefetin oluşması, serbest seçim sisteminin kurulması gibi adımlarla oluştuğunu ifade ediyor. Bu sürecin İttihat ve Terakki, Ahrar, İtilaf gibi isimler altında Genç Türkler döneminde ortaya çıktığını, ilk belirtisinin de I. Meşrutiyet dönemin de Mebusan Meclis'in de görüldüğünü ifade ediyor. Karpat, meclisteki muhalefetin parti şeklinde örgütlenmemiş olduğunu fakat zamanla gizli bir cemiyet olan İttihat ve Terakki (İT)'i doğurduğunu söylüyor. Yazar İT'in hem isminin hem de amacının değiştiğini belirterek CHF(Cumhuriyet Halk Fıkrası)'nin önemli kısmının ittihatçılardan oluştuğunu, ilk dönem tavır ve tutumlarının imparatorluğun birliğini korumak için olduğunu sonrasında ise "Hâkimiyet bila kayd ü şart milletindir " prensibi ile devlet rejimini saltanattan cumhuriyete dönüştüklerini belirtiyor. Karpat diğer taraftan ise cumhuriyetin gereği olan milletin iraresinin devlete hâkim edilemediğini de ayrıca vurguluyor.

İT'in mevcut statükoyu korumayı önemsediği için muhalefeti kolayca yok ettiğini ve birinci dünya savaşına Osmanlı Devletinin birkaç İT lideri kararı ile tek yanlı olarak katıldığını da belirtiyor.

Karpat, Türk demokrasisinin 2002'den sonra dengesini bulduğunu ve bu dengenin devamlı olacağına inandığını vurguluyor.

Kitap Osmanlı tarihinden konulara yer vermiş olmasıyla beraber daha çok 1950–1960 sonrası Türkiye'deki siyasi-ideolojik olayları incelemektedir.

Yazar modernleşme sürecinde kimlik oluşumlarını Osmanlı ve Cumhuriyet tarihinde arayarak çok yönlü bir politika ve tarih analizinde buluyor.

Osmanlı devletinin XIII. yüzyılın sonunda Türkçe konuşan aşiret liderleri ve az sayıda Hristiyan kabile şefi tarafından kurulduğunu söyleyen yazar Osmanlı topraklarının esas kısmının Ortodoks Hristiyanların yoğun olduğu balkanlarda bulunduğunu söyleyerek bu insanların Bizans İmparatorluğunun sosyal düzeninden son derece rahatsız olduklarını ancak Osmanlı döneminde istedikleri gibi özgürce yaşayabildiklerini belirtiyor yazar.

Yazar, Osmanlı Devletinin çeşitli inanışları halk seviyesinde barış içinde bir arada yaşamasına imkân vermesinin nedeninin serbest ve eklektik bir İslam anlayışından dolayı olduğu analizinde bulunuyor.

Karpat, Osmanlı Devletinin belli bir toprağı, kavmi veya dili hiçbir zaman kendi uyruklarının siyasal kimliğinin sadakat ve bağlılığının temeli olarak kabul etmediğini belirtiyor.

Devletin dilinin Osmanlı Türkçesi olduğunu İstanbul'da Türkçe kadar Sırpça, Hırvatça ve Arnavutça da duymanın mümkün olduğunu belirten yazar, bu durumun herhangi bir rahatsızlık veya çekişme konusu olmadığını çünkü Türkçe hâkim bir etnik grubun değil devletin yani yöneticilerin dili olarak görüldüğünü belirtiyor ve yerel dilerde eğitim sisteminin kurulduğunu, cemaatlerin bunları finanse ettiklerini ondokuzuncu yüzyıla kadar tek devlet okulunun yüksek devlet görevlilerinin yetiştirildiği Enderun olduğunu ifade ediyor.

İkinci Mahmut döneminden itibaren laik kavramların kullanılmaya başlandığını söyleyen yazar, bunlardan bir tanesinin de Osmanlıcılık olduğunu belirtiyor.

Karpat, Osmanlıcılığın başlangıçta birliği sağlamak için bir araç olduğunu bunda sultanın amacının devleti bir toprağa bağlı millete dayandırmak ve etnik köken dil ve inanç ayırt etmeksizin insanları sultana ve devlete sadakatlerinin sağlamak olduğunu ifade ediyor.

Sonrasında ise Osmanlıcılığın vatandaşlık kanunu ile halkın sultanın uyruğu olmaktan çıkıp Osmanlı devleti vatandaşı haline dönüştüğünü buna göre Osmanlı milletinin devletin sınırları dâhilinde ülke toprakları üzerinde yaşayan bir topluluk olduğunu hanedanın ise devletin sahibi değil koruyucusu olduğunu belirten yazar kimlik oluşturma sürecinde sistem içi değişiklere değinmiş.

Devlet kavramının toprak ve inanç bağlamında somutlaştırıldığını vurgulayan yazar devleti de vatan haline getirilerek kutsallaştırıldığı tespitinde bulunmuş.

Karpat, çıkartılan kanunla Osmanlı eğitim sisteminin kurulduğunu bunun amacının bürokrasinin kalite seviyesini arttırmak, nitelikli meslek sahibi kitleler oluşturmak ve onlara vatanseverlik duygusu aşılayarak devleti güçlendirmek olduğunu ve bu sistemin Fransız eğitim sistemi model alınarak oluşturduğunu ifade ediyor.

Abdülhamit'in oluşturulan modern eğitim sistemini destekliyor olduğunu fakat bu sistemin onun halifeliğini aşındıracak ve bu okullardan mezun olanların onu tahttan indirecek olduğunun farkına varamadığını vurguluyor.

Coğrafya kitaplarında vatan, devlet, millet, kavim ve siyasal rejim gibi kavramsal tanımlamalara yer verildiğini bunda amacın vatana karşı görevlerin bilincine varılmasını sağlamak olduğunu ifade eden yazar, modern Türk edebiyatının vatanı, üzerinde yaşayan milleti ve vatanseverliği konu alarak sürece yardım ettiğini Ahmet Mithat Efendinin ve Ahmet Rasim'in romanlarında Osmanlı vatanının Türk Vatanı olarak görülmeye başlandığını belirtiyor.

Mehmet Emin Yurdakul, Ömer Seyfettin gibi isimlerin eserlerinin Jön Türk kafa yapısını ifade etmesi açısından son derece önemli eserler olduğunu vurgulayan yazar Jön Türk ihtilalinden sonra Türk vatanseverliği milliyetçiliği devletin gayri resmi ideolojisi haline geldiğini belirtiyor.

Karpat Azerbaycanlı Hüseyin Zade Ali ve Ahmet Ağaoğlu ile Kazanlı Yusuf Akçura gibi aydınlar eliyle Türk Etnik milliyetçiliğinin geliştiğine dikkat çekiyor

Jön Türklerin Hürriyet ilan edilince bütün sorunların çözüleceğine, barışçı, çok dinli, çok kavimli ortak bir yaşam modeli oluşturacaklarına inandıklarını ifade eden yazar olayların zannedildiği gibi gelişmediğini Jön Türklerin bizzat kendilerinin Osmanlı toplumsal modelini paramparça ettiklerini birlik beraberliğin yerine Osmanlı Devletinden bağımsızlıkların ilan edilerek çeşitli devletlerin meydana geldiğini farklı örneklerle açıklayarak şu şekilde analizde bulunmuş Bulgaristan özerkliği reddederek bağımsızlığı ilan etmiştir, büyük bölümü Müslümanlardan oluşan Arnavutluk ayaklanarak bağımsızlığını kazanmıştır. İtalya'nın Libya'yı işgal etmesiyle Osmanlı Devletinin Arap topraklarını koruyamadığı anlaşılınca ve Jön Türklerin Arap bölgelerinde Türkçe eğitim başlatmalarıyla Arap yarım adasında da milliyetçilik kendini göstermeye başlamıştır şeklindeki örnekleriyle yazar Jön Türklerin kötü sonuçlara sebep olduğu analizinde bulunmuş.

Türk milliyetçiliğinin kökleri XIX. yüzyılın ikinci yarısına uzanmakla beraber devletin son yıllarında açıkça kendini belli etmiştir. Türk milliyetçiliği resmi ifadesini genç kalemler, Türk Yurdu dergilerinde bulmuştur. Türk Yurdu, aynı zamanda milliyetçi fikirlere bağlı bir cemiyetinde ismidir. Bu derneğin başında Pantürkizm'i savunan Yusuf Akçura bulunmaktadır ifadesinde bulunan Karpat, bununla beraber milliyetçiliğin gerçek teorisyeninin Türkçülüğün esasları adlı kitabı ile Ziya Gökalp olduğunu belirtmiş.

Karpat, Ziya Gökalp'ın başlangıçta Pantürkizm'i savunduğunu sonrasında ise uluslar arası Türklükle arasına mesafe koyarak Türk milliyetçiliğini savunmaya başladığını ifade eden yazar Ziya Gökalp'in "Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak" şeklindeki sloganlarının Gökalp'in etnik milli kimliğe ve inanca sahip modern Türk bireyi idealini özetlemektedir analizinde bulunmuş.

Cumhuriyet döneminde bir süreliğine uygulanan milliyetçilik farazi bir Türk ırkına dayandırıldı kültürün içindeki İslami unsurların temizlenmesi bilim olarak adlandırıldı ve yüksek dozda din karşıtlığıyla yüklü bir laiklik benimsendi.1950 ve özellikle 1970lerden sonra bu tip bir milliyetçiliğin aşırılıklarına karşı bir tepki yükseldi ve Osmanlı mirasına yönelik ilgi arttı bu durum yeni bir kültürel sentez yarattı, hatta Türklüğün yeniden tanımlanmasına bile yol açtı.   

Yazar Osmanlı Devletinin kurucularının aşiret kökenli Türk unsurlar ve bunlara katılan çeşitli etnik kökene ve dine mensup kimseler olduğunu devletin kuruluşunda birinci derece rol almış gaziler, uç beyleri, sufi babaları ve dervişlerin hepsinin Oğuz soyundan gelen Türkler olduğunu ifade etmektedir. Yazar ortaya çıkan devletin aşiret kimliğinden arınmış siyasi bir varlık olduğunu ve bunun benzerinin çok az olduğunu belirtiyor. Karpat kurulan devletin tamamına yakınının Türk olmasına rağmen kimliğini halktan değil Müslüman olarak dinden almıştır ve devletin dilinin Türkçe olduğunu ve öğlede kaldığını tekrarlamaktadır..

Türk kimliğinin oluşma sürecinde sırasıyla üç farklı kavramın kullanıldığını görüyoruz.

Osmanlıcılık. İslamcılık. Türkçülük.

Osmanlı Devleti sınırları içinde yaşayan tüm insanların ilk siyasi kimliği Osmanlılıktır. Bu kimliğin kökü devlet vatandaşlığıdır. Osmanlı vatandaşı olan herkes din, dil, sosyal sınıf fark gözetmeksizin Osmanlı kimliğine sahip olabilecekti.

Osmanlılık kavramı Üçüncü Selim ve bilhassa İkinci Mahmut'un merkeziyetçilik siyasetine dayanmaktadır.

1856'dan sonra yürürlüğe sokulan Osmanlılık siyaseti tüm Osmanlı vatandaşlarını din, dil, mezhep farklarının üzerine çıkmış yeni siyasi bir kimlik yani Osmanlı kimliği altında birleştirmek gayesini gütmüştür.

Yazar, Osmanlı kimliği kişilerin din, soy, dil gibi temel kimliklerini bir yana bıraktığı için benimsenmediğini, Osmanlılık siyasetinin tutmadığını belirterek altını çiziyor.

Türk kimliğinin gelişmesinde II. Abdülhamit devrinin çok önemli ve derin bir etkisi vardır. O dönemde kullanılan kavramlardan bir tanesi de İslamcılıktır.

Yazar İslamcılıkla ilgili Abdülhamit'in bu kavramı Müslümanları İslamiyet kimliği ile bilinçlendirmek ve İslamiyetin üstün değerde bir din olduğuna inandırarak devlete daha gönülden bağlılığı sağlamak için kullandığını vurgulayan yazar Abdülhamit'in İngiltere, Fransa ve Rusya idaresinde yaşayan Müslümanları cihada çağırarak dünya Müslümanlarının Avrupa Emperyalizmine karşı koyabilecek merkezi bir makam arayışına cevap olarak halifeliğe birinci derecede önem vermiş ve hatta halifeliğin saltanattan evvel geldiğini söylemiştir. Karpat, Abdülhamit'in temel amacının Osmanlı Devleti'nin hürriyetini ve varlığını sağlamak ve bu arada hanedanlığı da devam ettirmektir şeklinde bir tespitte bulunuyor.

İttihat ve Terakki mensupları kendilerini Abdülhamit in düşmanları ve onun yerini alacak hürriyet savunucuları olarak bakmaktadırlar. İttihat ve Terakki 1908 ayaklanmasıyla iktidarı eline alınca siyasi Türklüğü ön plana geçirmiştir. Abdülhamit'in devrin de yürütülen Osmanlılık ve İslamcılık'dan fazla ayrılmamışlardır buna rağmen perde arkasından yürütülen Türk kavmi milliyetçiliği ve devletin belirli soya-yani kavme dayanması fikri bilhassa Ziya Gökalp'ın Diyarbakır Parti müfettişliğinden Selanik'e İttihat ve Terakki ye danışman olarak getirilmesinden sonra kuvvet kazanmıştır.

Yusuf Akçura'nın devlet gücüne sonsuz bir güveni vardı ve modern anlamda bir milletin ancak devlet eliyle yaratılacağına inanıyordu. Akçura, Osmanlılığın ve İslamcılığın Türklerin kavim olarak varlığını ve gelişmesini sağlayamayacağını ileri sürmüş ve onların yerine siyasi Türklüğü yani kavim milliyetçiliğini tavsiye etmiştir Akçura için milletin esası ırk tır.

Karpat, Osmanlı Devletin de farklı dinlere, dillere, kimliklere sahip olan insanların yüzyıllarca  huzurlu mutlu bir şekilde bir arada yaşadığını örneklerle anlatarak beraberliğin XIX. asırda milliyetçiliğin ortaya çıkmasıyla bozulduğunu vurguluyor.

Yazar, Ulus-devlet fikrinin esasen yirminci yüzyıl da ortaya çıktığını Müslüman ülkelerde dâhil olmak üzere dünya genelinde kabul gördüğünü ifade ediyor.

Türkiye, Müslüman dünyasında ilk kez kavme dayanan bir devlet kurdu ve 1923'te kendisini etnik bir Türk Cumhuriyeti olarak ilan etti ardından yeni laik etnik kimliğiyle geleneksel İslami kimliğini uzlaştıracak yollar aradı. Neredeyse yüzyıl devam eden bu süreç 2002 yılın da Adalet ve Kalkınma Partisinin iktidara gelmesiyle son safhasına girdiği vurgusunu yapan yazar bu yeni ve umut vaat eden safhanın mimarı olan AK Partinin mensuplarının esasen inançlı Müslümanlardan oluşmakla birlikte bugüne dek laik, modernist, cumhuriyetçi ve kemalist ilkelere göre yürütülmeye devam eden devlet işlerini kişisel inançlarından ayırmış göründüğü tespitinde bulunmuş.

Ulus Devlet fikri, Batı Avrupa da esasen Fransız Devrimin den sonra elle tutulur bir gerçeğe dönüşmüştür. Bunun öncesinde uzun süren din savaşları ve Aydınlanma Devrimi gibi entelektüel gelişmeler yaşanmıştır. Ulus Devlet toprağı vatan adıyla kutsallaştırarak mevcut tarihsel etnik dini kimliğe yeni bir güçlü coğrafi boyut ekledi ve toprakla kimliği birbirinden ayrılmaz unsurlar haline getirdi. Böylece ulusal devlet ulusal kültür aracılığıyla eski dini ve etnik kimlikleri siyasallaştırdı.

Yazar Ulus devlet ile ilgili XIX. ve XX. yüzyıllar ulus devletlerin ortaya çıkışının yanı sıra birer devlet ideolojisi haline gelen farklı milliyetçiliklere tanık olduğu yirminci yüzyılda Balkanlardaki milliyetçilik, Nazi Almayası, Faşist İtalya ve çok daha az ölçüde olmak üzere Franko İspanyası sayesinde ve genellikle Berlin ve Roma'daki efendilerine hizmet etmeye hazır yerel partiler aracılığıyla daha da ivme kazandığını belirten yazar ardından milliyetçiliğin küreselleşmeye yardım eden kimi olumlu özelliklere de sahip olduğunu ifade ediyor.

Yirminci yüzyıl ideolojiler çağıydı. Milliyetçilik ve sosyalizm çoğu kez birbiriyle ortaklık kurarak Asya ve Afrika ya uzandı. Buralarda sosyalizmin temelinde yatan güç sömürgecilik karşıtı milliyetçilikti.

Bugünkü durumu ise Karpat çeşitli şekillerde kendini gösteren milliyetçilik, sosyalizm ve komünizm ya savaşta yenilgiye uğradı yâda kendi ağırlığı altında kalarak çöktü. Demokrasi her yerde zafer kazandı. İdeolojik yönelimli Almanya ve İtalya da dâhil olmak üzere bütün Batı Avrupa demokrasiye geçti. İspanya ve Portekiz de bir süre diktatörlükle yönetildikten sonra demokrasiyi benimsedi. 1925–1945 46 döneminde güçlü bir tek parti rejimiyle Türkiye bugün gerçek bir demokrasidir şeklindeki ifadesiyle yazar durum değerlendirmesinde bulunmuş.

Yazar, Demokrasinin küreselleşmenin başlıca koşulu olduğunu ifade ediyor ve demokrasinin ekonomik, sosyal ve eğitsel temellerin desteği olmaksızın kendi ayakları üzerinde duramayacağını vurguluyor.

Yazar, 27 Mayıs 1960 darbesi ve bu zamana kadar gelişen süreçte iktidar muhalefet, sosyal, siyasi, ideolojik olayları gelişmeleri uzunca açıklayarak askeri darbe sonrası atılan adımlara siyasal faaliyetlere vurgu yaparak durum değerlendirmesinde bulunmuş.

Bu değerlendirmesiyle ilgili yazar Türkiye'nin Atatürk tarafından kurulan siyasal yapısının daha pratik sosyal ihtiyaçlara intibak ettirme sürecinin sorunlarıyla boğuşmaya başlamıştır. Karpat, sosyal adalet, sosyal yapıdaki değişiklikler, güdümlü demokrasiye karşı özgür demokrasi gibi temel tartışmalar Atatürk'ün kırk yıl önce ilerleme ve modernleşme uğruna çıktığı yolun doğal sonuçları olarak görüyor.

Karpat'a göre bugün mücadele "devlet bürokrasisi" ile "müstahsil gruplar" arasındadır. Bu bürokrasi ve onun içinden yetişen aydınlar grubu toplum içindeki rollerini ve halkla olan münasebetlerini öteden beri kuvvete dayanarak kendi menfaat ve görüşlerine göre düzenlemişlerdir diyen Karpak böylece halkın üstünde ona hâkim bir durum oluşturulmuştur bu tutum bir aristokrasi tutumudur bizde aydın zaten toplum üzerinde yaşayan arkasını devlete dayamış kuvvetini diplomasından alan aristokrat bir grup olarak meydana çıkmıştır. Böyle bir durumun ortaya çıkmasında Osmanlı İmparatorluğundan gelen alışkanlıkların büyük etkisi olduğu analizinde bulunmuş yazar.

Bürokrasinin ve aydınların iş birliğiyle sosyal bir grup olarak ortaya çıkmaları ve kendilerini diğer sosyal gruplardan üstün görmelerinin onlara yol göstermek ödevini kendiliğinden üzerine almaları ve üstelik bunu serbest tartışma ile değil zorla, devlet kuvveti ile kabul ettirmelerinin bir toplumun başına gelebilecek felaketlerin en büyüğü olduğunu vurgulayan yazar her toplumu aydınların yönettiğini bunun başka yolunun da olmadığına inanıyor ve bu durumu da bir şarta bağlıyor. Aydın toplum içinden çıkacak, onunla ilgisini kesmeyecek, kendini doğuran kitleye bağlı kalacak, onun görüşlerini bir araya toplayarak objektif ölçülerle karar verecek, bunun aksinin olduğunda ise toplumdan ayrılması ve kendisine maddeten ve manen üstün bir yer ayırması onun o topluma yol göstermesine engel olacağını vurguluyor.

Milli Mücadele tarihinin objektif bir gözle okunacak olursa halk kitlelerini Atatürk' ün arkasından sürükleyen nedenlerin başında istiklal kuvvetlerine karşı olan infial kadar aydın bürokrat bir grubun baskısından kurtulmak ümidi de olduğu kolayca anlaşılabileceğinden bahseden yazar, hükümetçe Eylül 1920 de hazırlanan Halk programını ve onun etrafında cereyan eden tartışmaları okumanın, Türkiye Cumhuriyetinin temel düşüncelerini anlamaya yetebileceğini vurguluyor.

Yazar, bugün hislerimizden, kin ve öfkelerimizden sıyrılarak on beş senelik çok partili hayatın yarattığı ilerlemeyi, aydın kafa ile görecek olursak tuttuğumuz demokrasi yolunun ne kadar isabetli olduğu takdir edebilir ve çektiğimiz acıların geçirdiğimiz buhranların boşuna olmadığını daha iyi anlaya bileceğimiz tezinde bulunmuş ve Atatürk devriminin insana hürriyet getiren bir hareket olduğunu, ona faşist manalar vermenin, cebirle görmenin o devri toptan inkâr etmek olduğunu vurgulayan yazar bunun yanında çok partili sistemin politik kaygılarla taviz verdiğini ve yararlı birçok müesseseyi yıprattığını Atatürk' ün temel ilkelerini zayıflattığı da bilinen bir gerçektir diyerek elden gidenler ve kalanlar karşılaştırılırsa, Atatürk'ün kurduğu sistemin halen dimdik ayakta durduğunu belirtmiş.

1945–1960 dönemi ve 27 Mayıs 1960 sonrası analizinde bulunan yazar analizin odak noktası olarak devletçi gruplarla, ekonomik çıkar grupları arasında ulusal düzeyde karar almada yaşanan mücadelenin bu iki gurup arasındaetkili bir rol üstlenmek için yaşanan mücadele olarak belirtiyor.

İki grup arasındaki iktidar mücadelesinin öncesinde sosyal hareketliliği hızlandıran grup bilincini keskinleştiren grup ve birey çıkarı fikrini rasyonel ve dolayısıyla ifade edilebilir seviyeye yükselten bir ekonomik değişim ve yapısal farklılaşma yaşanmıştır.

Bu iki grubun birbirinden farklı köklere ve kültürel-davranışsal tutumlara sahip olduğunu belirten yazar bu grupların 1945'en ve bilhassa 1960'dan sonra Türk siyasetinin gidişatını belirlediklerini ifade ediyor.

Birinci grup devletçi, yönetici veya idareci olarak askerler ve onların alt grupları da dâhil olmak üzere aydın-bürokratlardan meydana geliyor.

Bu grup çağdaş şekliyle yönetim aygıtının XIX. yüzyılda başlayan modernizasyonun bir ürünü olarak ortaya çıktığını ifade eden yazar ayrıca bu grubun "modernite" nin taşıyıcısı olarak sembolik temsili bir fonksiyona da sahip olduğunu ve üzeri örtülü bir şekilde üstünlük damgasının var olduğunu bu durumun ise aydınlara yeni ve bazı yönlerden yabancı bir yaşam tarzı namına elit konumunu kazandırdığını vurguluyor.

İkinci grup ekonomik veya üretici grup olarak adlandırılabilir bu grup çoğunlukla ticaret ve tarımla uğraşan girişimci ve çalışan gruplardan oluşmaktaydı.

Yazar bunların bileşim, çıkar ve bir ölçüde zihniyetleri birbirinden farklı olsada işveren veya işçi olarak temel üretim sürecine veya köylerdeki kendi kendine yeterli birimlere kök salmış olduğunu ve bu grubun ekonomik ilişkiler yönünden kimi zaman birbiriyle çatışsa da bir bütün olarak üretim sürecinde sınırlı bir rolü bulunan yönetici elitle karşı karşıya olduğunu belirtiyor.

Bu yapısal farklılaşma ve siyasal değişim alt sınıfları da etkiledi bu grupların ilk siyasal reaksiyonu değişim talep eden bütün hareketleri desteklemek şeklinde oldu. Değişim talebi kendisini devletin eleştirilmesi şeklinde ortaya koymaktaydı. Daha sonra bu reaksiyon somut taleplere yöneldi. Bu talepler kabaca maddi iyileşme, devlet otoritesinin düzenlenmesi ve tanımlanması toplumun kendi değerlerinin ve kültürel kimliğinin kabul edilmesinden oluşmaktaydı şeklindeki ifadesiyle yazar 1950 den ve bilhassa 1960 dan sonra Türkiye' de yaşanan ideolojik gelişmelerin bu durumun açık bir göstergesinin olduğunu vurguluyor.

Fikirlerin ve genel olarak ideolojinin kaynaklarıyla ilgili Max Weber ve Karl Mannheim'in teorileri dâhilinde şunları ifade ediyor yazar Türkiye de modernleşmenin yol açtığı sosyal farklılaşma bireylere çıkara dayanan yeni bir grup kimliği kazandırdı. Bununda kendisini siyasal talepler ve yeni ideolojiler şeklin de tanımlamaya yöneldi.

Devletçi ve girişimci grupların liderleri arasında şiddetli bir ideolojik çatışma yaşanmaya başladı. Birinci grup devletçiliği ve sosyalizmi ikinci grup ise liberalizmi benimsedi her iki kavram da Batı'daki anlamlarıyla pek az ortak noktaya sahipti. Çünkü bu kavramlar felsefi olarak belli bir düşünce okuluna bağlanmaktan ziyade Türkiye'nin kendine özgü koşullarından doğmuş olduğunu vurgulayan yazar ardından 27 Mayıs 1960 İhtilali'nin Türk siyasetinin meselelerini belirginleştirdiğini dolayısıyla çeşitli sosyal güçlerin potansiyel olarak geniş ve temsili nitelikte bir siyasal düzen oluşturmasına imkân sağladığını ve ayrıca eski piramit benzeri hiyerarşik iktidar örgütlenmesinin yerine sosyal gruplar arasında dengeye dayanan yatay bir sistemin oluşturulduğunu ifade ediyor.

İhtilalin niteliğini, sosyal ve ekonomik faktörlerin yanı sıra 27 Mayıs sonrasındaki ordunun belirlediğini vurgulayan yazar, Ordunun ihtilaldeki amacının demokrasiyi kurtarmak ve kardeş kavgasını önlemek olduğunu ve ihtilalin herhangi bir kişiye veya gruba karşı olmadığının vurgulandığını belirtiyor. Profesörlerden oluşan komisyonun darbeyi meşrulaştırmak amacıyla Demokrat Parti yönetimini yozlaşmış  ve çıkar grubunun aleti haline dönüşmüş bir iktidar olmakla suçlandığını ifade ediyor.

Komisyonun Demokrat Parti'yi Atatürk inkılâplarından sapmakla suçladığını ve herhangi bir grubun üstünlüğünü kabul etmeden manevi ve sosyal bir düzen kuracağını belirttiğini ifade eden yazar, Demokrat Partinin hatalarının yanında Türkiye'yi yöneten ilk sivil otorite olduğunu vurguluyor. Yazar o süreç de yaşanan siyasi, sosyal olayları, gelişmeleri çeşitli örneklerle  uzunca anlatarak tahlil ve tespitlerde bulunmuş.

1960 İHTİLALİ'NDEN SONRA TÜRKİYE'DE KİMLİK ve İDEOLOJİ: MİLLİYETÇİLİK ve SOSYALİZM 

Yazar, "Türkiye'nin ideolojik gelişmesinde bir dönüm noktası olan 27 Mayıs askeri ihtilali Cumhuriyet'in ilk otuz yılında kurulan siyasal dengenin toplumsal temellerini zayıflattı ve toplumsal örgütlenme ve devlet otoritesine ilişkin geleneksel anlayışın son kalıntılarının ortadan kalkmasının yolunu açtı."(s.227) ifadelerinde de görüldüğü gibi, sanki kuruluş yıllarını, halkla uyum içinde yaşanmış meşru bir süreçmiş gibi Türkiye'nin normalleşme sürecine ikide bir normal referans kaynağı olarak gösteriyor.

Kitabın 'ideoloji' bölümde Karpat'ın, Türkiye'de fikir ayrılıkları sonucu ortaya çıkan hareketleri işlemeye çalıştığını görüyoruz. Farklı zamanlarda, farklı yerlerde yayınlanmış birçok makalenin derlenmesiyle oluşturulduğundan olsa gerek, bu bölümde tekrarlara rastlıyoruz.

Karpat, 1960 ihtilalinin başlangıçta "demokratik ilkelerin güvencesini sağlamak" hedefini edindiğini ve buna biçimsel olarak ulaştığını, ancak sosyal düşünce ve hareketler yönünden yol açmış olduğu sonuçların daha başarılı olduğunu söylüyor. Bu bağlamda, ihtilalin Türk siyasetinde iki önemli sosyo-politik süreci hızlandırdığını belirtiyor ve şöyle açıklıyor:

"Birincisi, iki orta sınıf gurup arasındaki iktidar mücadelesiyle ilgilidir. Bu gruplardan biri cumhuriyetin ilk yıllarının bürokratik elitiyle işbirliği halindeydi, yükselişteki yeni ve kalabalık ikinci grup ise ekonomik faaliyetlere ve serbest mesleklere dayanmaktaydı. İkinci sosyo-politik süreç ise, işçi sınıfının ortaya çıkışı ve kırsal gruplar arsındaki yapısal değişimle ve bu gurupların ekonomik çıkar temelinde haklarını arayıp güç kazanmaya çalışmasıyla ilgiliydi."  (S.228)

Yazar, Türkiye'de ideolojinin kaynağının ve rolünün sosyal dönüşümle yakından ilişkisini kuruyor. Sosyal ve siyasal dönüşümün eski muhafazakârlık ve modernizm anlayışının değişmesini zorunlu kıldığı ve ideolojinin içeriden bir entelektüel değişimi başarmanın aracı haline getirildiği tespitinde bulunuyor. Karpat, ideolojinin yeni bir ülkede dönüşümün ilk aşamasında geleneksel olduğu söylenen kurumlar ve yaşam tarzındaki değişimi meşrulaştırmak için kullanılabileceğini söylerken, "modern" olduğu düşünülen bir şeyin "muhafazakâr" bir güce dönüşebileceği gibi, "geleneksel" olanın da dinamik ve ileri görüşlü bir özellik kazanabileceğini belirtiyor.

Türkiye'nin değişim çabalarında bulunduğunu ve buna ilişkin olarak laiklik, dinî reform ve kadının özgürlüğü gibi meselelerin modernizmle çatışmaya girmekten ziyade onunla uzlaşmaya çalıştıklarını ve insanların şahsi görüşlerini ortaya koyduğu meseleler haline geldiklerini belirterek bu noktayı kitabının 229. Sayfasında şöyle örneklendiriyor:

"Milliyetçilik anlayışındaki değişiklikler, milliyetçiliğin, çeşitli anlamlarını koruma yönündeki çabalarının zayıflaması ve İslam'ın içinde aranmaya başlayan yeni 'bireysel' ahlak bahsedilenlere örnektir."

1946 yılında çok partili geçiş dönemine ilk adımı attıran sesleri, sosyal grupların isteklerini iktidara taşıma mücadelesi olarak görüyor.

Demokrat Parti'nin siyasi görüşü ve yöneticileri hakkında geniş bir tarihi doküman sunuyor bizlere Karpat. 1960 sonrasını anlamak için evvela 1940'lı yıllardan başlamak gerek, diyor ve Osmanlı hanedanının yıkılıp yerine inşa edilen cumhuriyet rejiminin edinmiş olduğu ulus devlet kurma sürecinden bahsediyor. 'Cumhuriyetin inşasında rol alan zihniyetin, laik-milliyetçi bir felsefeye dayandığını ve yönetici gurubun temel amacının ulus devletin kurulması ve sağlamlaştırılması olduğu' fikrine makalesinde oldukça geniş yer ayırıyor.

"…1920'lerin başında tamamlanan ulus devlet kurma süreci, İslam'ın evrenselci gelenekleri ve çok milletli bir Osmanlı Devleti'ne dayanan Türkiye'nin tarihsel arka planı düşünüldüğünde gerçekten büyük bir başarıydı. Ulus devlet adına kullanılan siyasal otoritenin gelecekteki sosyal gelişmeler üzerinde belirleyici bir etkisi oldu. Bu otorite, iç gelişmelerden kontrol altına alındığı ve Türkiye'nin iyi tanımlanmış ulusal sınırları içersindeki sosyal grupların sorunları, çıkarları ve istekleri nihayet bir düzene bağladığı bir modern siyasal çerçeve sağladı ulus devlet git gide bir siyasal yönetim biçiminin yanı sıra bir yaşam tarzı da yarattı. Sonuç olarak, liberalleşme politikasını takiben 1945'ten sonra başlayan siyasal mücadele, cumhuriyet rejimine değil iktidarı elinde bulunduran bir elite, yani Cumhuriyet Halk Partisi'ne karşı bir hareket olarak ele alınmalıdır." (s.231)  

Tek parti halkın isteklerine cevap vermemektedir. Sosyal grupların çoğalmasından güç alarak "demokrasi" politikasıyla sâdır olan Demokrat Parti kentli alt tabaka mensupları, işçiler ve köylüler tarafından desteklenmektedir.

"Sosyal içerikli veya sosyalist literatürün yükselişiyle bürokratik sosyal statüsünün değişmesi arasında oldukça yakın bir ilişki vardır. gitgide doktriner bir sol eğilim kazanan yeni sosyal düşünce akımı bürokrasinin alt kademeleri, öğretmenler ve bazı marjinal gruplar tarafından desteklenmekteydi. 1950'lere kadar sosyal fikirlere kayıtsız kalan, ancak bu tarihten sonra git gide ekonomik zorluklarla karşılaşan ve sosyal statülerini yitiren aydınlar ve bürokrasi sosyal adalet, ekonomik kalkınma ve planlamalı ekonomiye ilgi göstermeye başladı. Yeni ve adil bir düzen yaratma fikri sosyal düşünce akımlarının arkasındaki temel itici güçtü."

Yazar, bir diğer makalesinde 27 Mayıs 1960 ihtilalinin sosyal dönüşüm sürecini inceliyor. Bu süreçte ordunun ihtilalin herhangi bir gruba karşı değil de "demokratik düzeni korumak" iddiasının sosyal açıdan doğru olmadığını, bunun demokrat parti döneminde ekonomik ve siyasal güç kazananlara karşı yapıldığını ifade ediyor.

Karpat, ihtilalin kendine özgü bir sosyal arka planı olduğunu ve bunun ideoloji şeklinde ortaya koyulduğunu belirtmektedir. İhtilalden sonra sosyalizmin, marksizmden İslami sosyalizme dek uzanan çeşitli hallerde ortaya çıktığını; öte yandan Türkiye'de ilk defa sağ ve sol uç akımların bütün açıklığı ile şekil kazandığını ve bu durumun 1961'den sonra yerleşik siyasal sistemin belkemiği haline gelen ılımlı bir üçüncü seçeneğin kurulmasını sağladığını ifade etmektedir.

Kişinin hayatına anlam kazandıracak ve yön verecek, ama aynı zamanda toplum ve devlet karşısında ona güvence sağlayacak yeni ve siyasal kültürel değerler ve inançlar setine ihtiyaç olduğunu düşünerek ideolojinin asıl işlevinin bu olması gerektiğini beyan etmektedir.

Yaazar, Muhafazakârlık ve sosyal değişim arasında Türk milliyetçiliğini ideoloji başlığının altında işlerken, genel olarak milliyetçilik kavramının anlamındaki değişimleri ele alıyor. Milliyetçiğin, 1908-1918 yıllarında, aydınlar arasında serbest tartışma içersinde geliştiğini ve "Kurtuluş Savaşı" sırasında soldan sağa büyük sosyal grupları bir araya getirmek için ortak amaç olarak kullanıldığını ve bunun Türk'lere ait bir ulus devlet kurma düşüncesi etrafında birleştirdiğini belirtiyor. Milliyetçilik ideolojisini ibda ettiği etkilerini ve bununla halkın etkileniş süreci anlatır. Cumhuriyet Halk Partisi tarafından 1937 yılında milliyetçilik ilkesini anayasaya sokarak tartışmaya mahal vermeyecek hale getirildiğini, milliyetçiliğin anlamının laik modernist fikirler çerçevesinde daraltıldığını ve bu anlam daralmasıyla; iyi tanımlanmış ülkesel sınırlar dâhilinde yaşayan insan topluluğu şeklinde tanımlandığından bahsediyor. Yazara göre Türkler milli tarihte başarılar aramaktadır ve halkın değerleriyle bütünleştirilmeye çalışılan milliyetçilik anlayışı ulus devletin sağlam temellerini oluşturmaktadır.

"Milli tarihte başarılar arama çabası tarihe ve Orta Asya mirasına yönelik alışılmışın dışında bir ilgi uyandırdı ve milliyetçiliğin çağdaş Türkiye'nin gerçekleriyle ilşkisini dikkate değer ölçüde zayıflattı. Laik bir millet anlayışını benimseyen Cumhuriyet hükümeti, esasen İslam'la ve İslam'ın evrenselci amaçlarıyla ilişkili olmasından dolayı, Osmanlı'nın kültürel mirasını görmezden geldi ve küçümsedi. Buna karşılık hükümet siyasal menfaatleri gereği Osmanlı İmparatorluğu'ndan miras kalan devlete sadakat ve otoriteye saygı geleneklerini devam ettirdi. Cumhuriyet halkın zihninde siyasal bir gerçek olarak kabul gördü,  buna karşın toplumun bütün dokusunu kucaklayan Osmanlı mirası insanların kalbinde yaşamaya devam etti."   (s.240)

Milliyetçilik bugün hemen hemen her ideolojinin bir parçası haline gelmiş bir durumda. Türk milletinin soyu koruma ve "geldiği yere sahip çıkma" hali bugün birçok anlaşmazlığın temel sebebi haline gelmiştir. Türkiye Cumhuriyeti'nin halkın bütün zaaflarını kendi projesine uyarlayarak sunması bu milliyetçi tutumun temelini sağlamlaştırmaktadır. Yazara göre bu daraltılmış tutum, ulus devlet ve Türk kimliği yaratma misyonunda oldukça başarı sağlamıştır.

"Ne var ki milliyetçiliğin mistik ve öznelci yanı sosyal değişimin ortaya çıkardığı sorunlara cevap veremedi ve gitgide modernleşmenin önünde engel teşkil etti. … laiklerin Atatürk'ü idealize etmesi önemli ölçüde bir kişilik kültü yarattı ve aslında bu, tıpkı İslamcıların modern bilimi bağnazca reddetmeleri gibi "bilimsel olmayan" bir tutumdu" (s.250)

Karpat, bizlere milliyetçiliğin serüvenini kısa ve sade bir dille sunmaktadır. Milliyetçilik yönündeki birçok tespiti önemlidir. Ancak yazarın vakıaları ortaya koyup haklarında açık eleştirel bir tutum sergilememesi yazar hakkında birçok kanata varılmasına sebep olmaktadır. Bu alanda pek çok eser vermiş olan ve uluslar arası düzeyde çalışmaları bulunan Karpat'ın elimizdeki kitabının çeviri olması hasebiyle birçok yerde yayına hazırlayanın notlarına rastlıyoruz.

Yazar, bu bölümde bir başka konu olarak Türkiye'de sosyalizmin genel olarak arka planını da ele almaktadır. Türkiye'de modern sosyal düşüncesinin başlangıcının Genç Osmanlılara kadar götürmektedir. Buna karşılık sosyalizmin ön plana çıkması ve geniş takipçilerinin oluşması ancak 1960 ihtilalinden sonra mümkün olduğunu ve bundan sonraki yükselişi, edebiyatta güçlü bir akım geliştirilmesinin ardından yaşandığını belirtiyor. Ve genel olarak Türkiye'de ortaya çıkış sürecini işliyor.

Son olarak ise kitapta "Türkiye'de bugün ideoloji durumu" isimli makaleye yer verilmiştir. Burada yazar, Türkiye nin modernleşme sürecine girdiğinden beri ilk defa 2002'de ideolojiyi bir yana bırakan bir iktidara sahip olduğunu düşünüyor ve buna ilişkin ideolojinin fonksiyonlarına değiniyor.

"İdeolojinin birçok fonksiyonun arasında soysa-kültürel ve siyasal değişmeyi gerçekleştirmek veya mevcut sosyo–politik düzeni muhafaza etmek vardır. … Türkiye tarihinde "ideolojiler", devleti daha doğrusu idare sistemi ıslah etmek, yani daha rasyonel ve verimli şekle sokmak arayışlarından doğmuştur.

Yazar, Türkiye'de ideolojinin temel özelliklerini şöyle tanımlar:"Birincisi; Türkiye'de düşünce akımlarının yeni bir kimlik yaratmak etrafında dönüşmesidir. İkincisi; sosyal yapı ve kimlik değiştirmek ve yenileşme yoluyla toplumun varlığını ve kültürünü korumak ve devam ettirme çabasıdır. Üçüncü özellik; yeni kolektif bir kimlik, yani "milli kimlik" aramak çabasıdır ki inanç sistemi yani din anlayışı ile paralel yürümüştür. Dördüncüsü ise;1908'den 1920'lere kadar sağdan sola kadar tüm düşünce akımlarının ve ideolojilerinin serbest olarak ortaya çıkması. Osmanlı devletinden buyana ideoloji anlayışlarını tanımlamaya çalışmıştır.

Böylece tamamlanan eser tarihi bilgileri kısmen ortaya koyan bir birikim olarak karşımıza çıkmaktadır. "Osmanlı'dan Günümüze Kimlik Ve İdeoloji" ismini taşıyan kitap, bu anlamda bizlere kimlik ve ideolojiyi anlatmaya çalışmıştır; ama çoğu kez verdiği bilgilerin alltını boş bırakmıştır.  

Nurseven Bayram - Sündüz Altuntaş / Haksöz-Haber

HABERE YORUM KAT