1. YAZARLAR

  2. Corey Oakley

  3. Sol, Emperyalizm ve Suriye Devrimi

Sol, Emperyalizm ve Suriye Devrimi

Ekim 2012A+A-

Son 19 ayda Arap dünyasında ayaklanan halkların hiçbiri Suriye’de Esed diktatörlüğüne karşı cesaretle savaşan devrimciler kadar acı çekmemişlerdir.

Beşşar Esed rejiminin barışçıl protesto hareketlerine karşı güvenlik kuvvetlerine tam güç kullanma yetkisi vermesi, kalkışmayı [bu yazının kaleme alındığı tarih itibariyle] 20.000 insanın öldüğü tam anlamıyla bir iç savaşa dönüştürdü.

Ama Suriye devrimi -bazı solcuların gözünde- meşruiyetten yoksun. Kalkışma Filistinlileri destekleyen rejimin yıkılması için düzenlenmiş Batı, CIA ya da İsrail destekli bir komplo olarak görülüyor. Esed’in askerleriyle savaşanlar Suudi Arabistan, ABD, İsrail ve el-Kaide gibi dış güçlerin maşaları olarak görülüyor.

Batı’da Esed’e açık destek tavrı tavizsiz Stalinci sol ve Filistinliler arasında Esed’e sadakatle bağlı küçük bir azınlıkla sınırlı. Solcuların çoğu başlangıçta “üçüncü yol” dedikleri versiyonu seçti: Batı’nın emperyalist müdahalesi karşısında durarak devrimi desteklemek. Ama son birkaç ayda bu “üçüncü yol” çatırdamaya başladı.

Önde gelen İngiliz solcularından Tarık Ali ve George Galloway, devrimin gericilerin kontrolüne girdiğini ve rejimle uzlaşmanın tek yol olduğunu söyleyerek, kalkışmanın karşısında bir pozisyon aldılar. Ali, Russia Today gazetesindeki bir demecinde, “Batılı gizli servisler için çalışan birtakım Suriyelilerin oluşturduğu Batı güdümünde bir rejim ya da Esed rejimi” şeklinde iki seçenek olduğunu söyledi. Irak savaşına karşı kampanya ile tüm dünyada sosyal demokrat politikacı Galloway ise daha da ileri giderek, Suriye direnişini BM’nin barış planını kabul etmediği için suçluyordu.

Suriye isyanına karşı yöneltilen bu sol hazımsızlık temelde, solculuğu despot ama anti-emperyalist, bir yandan Batı karşıtlığını sürdürürken aynı zamanda kendi halklarına da zulmeden rejimlerle özdeşleştiren Stalinizmin mirasını yansıtıyor. Bununla birlikte Galloway’in Suriye tavrının gösterdiği şekilde, solun hepsi Stalinizmin mirasının ağırlığıyla bu tutumu sergiliyor değil. Birkaç yıl öncesine kadar Sosyalist İşçi Partisinin önde gelen liderlerinden biri olan John Rees, geçen ay Ali ve Galloway ile “geniş bir mutabakat” içinde olduğunu yazdı.

Rees, emperyalizmin Ortadoğu’daki gelişmelerin merkezinde olduğunun yeniden değerlendirilmesi gerektiğini söylüyor. Düşünceleri, Suriye’deki olayları Ortadoğu’yu yeniden kolonileştirme peşinde olan ABD girişiminin bir sonraki aşaması olduğunu düşünen birinin kaygılarını yansıtıyor. Mevcut görüntünün, 2003’teki Irak savaşında Batı devletlerinin ve medyasının emperyal fetih hedeflerini gizlemek için kullandıkları “özgürlük” ve “demokrasi” retoriklerinden farklı olmadığını düşünüyor.

Temel Sorun ABD Emperyalizmi Değil

Galloway, Ali ve Rees’in ortaya koyduğu emperyalist tehdit vurgusu, son derece hatalı. Batı’nın neo-kolonyalizmi anlamındaki emperyalizm, Suriye’deki kitlelerin ya da tüm Arap dünyasının yüz yüze olduğu temel tehdit değil.

Bu, soldaki siyasi eğitimini 11 Eylül sonrasında edinmiş biri için kutsal bir değere hakaretmiş gibi görünebilir. 11 Eylül saldırıları sonrasında, ABD Afganistan’a savaşa gittiğinde, akıntının karşısında duran ve savaş karşıtı çok az kişi vardı. O zamanlar bizler “refleksif anti-emperyalistler” olarak adlandırılıyorduk.

O karmaşalı günlerde biz bu “refleksif” suçlamasını gururla üzerimizde taşıyorduk. Amerikan ordusu yapıyorsa, biz karşıydık! Ve haklıydık. O yıllarda, anti-emperyalizm önemli bir başlangıç noktasıydı, çünkü ABD emperyalizmi dünya siyaseti üzerinde belirleyici idi. Şimdi ise “refleksif anti-emperyalizm”in zamanı geçti. ABD emperyalizmin Ortadoğu’dan yok olduğu ya da kötü niyetlerinden arındığı için değil ama dünya değiştiği için oldu bu!

Arap devrimi her şeyi değiştirdi. Biz artık “11 Eylül sonrası dünyasında” yaşamıyoruz, “Tahrir sonrası dünyada” yaşıyoruz. Uzun yıllar Arap halkları tarihin kurbanları idi. Tahrir gösterdi ki şimdi onlar geleceğin aktörleri. Tarihteki tüm büyük devrim hareketlerinde görüldüğü gibi, Arap kalkışması kalplerdeki korkuyu ve onun kalıntılarını çöplüğe gönderdi. Devrim karşısında sıralanan sayısız gerici güç var. Emperyalistler de bunlardan birisi, ama yalnızca bir tanesi.

Arap devrimi emperyalizm karşıtı bir devrimdir ama daha çok temelde Arap rejimlerine karşı bir sınıf mücadelesidir. Bu yönetici sınıfların emperyalizmle değişik ilişkileri vardır; özellikle de ABD emperyalizmi ile. Mübarek ABD ve İsrail’in yakın bir müttefiki idi. Esed kendini ABD karşıtı olarak gösteriyordu. (Suriye’nin I. Körfez Savaşını desteklemesi veya ABD’nin “adam kaçırma” programında işbirliği yaptığı düşünülürse, aslında bu sadece bir retorikten ibaretti.) Mübarek ve Esed’in diğer Arap liderleriyle ortak iki yönleri vardı:

1- Abartılı ve zalim güvenlik mekanizmalarının zorba yöntemleri ile yürüttükleri rejimleri otoriter ve çoğulcu değildi.

2- Politikaları halkın yoksulluğunun sürekli artmasına; yönetici elit ve sonradan görme aşırı zenginler ile halk arasındaki yaşam standartları arasında ciddi fark oluşmasına sebep oldu.

Bu sınıf bölünmesi -işçilerin, öğrencilerin, yoksulların ve orta sınıfın çoğunun rejime olan yabancılaşmaları- Arap devriminin temelini oluşturdu. Evet, tabii ki, her devrim ya da iç savaşta sayısız başka güçler de vardır ve durumu kendi lehlerine çevirmeye çalışırlar. Ve emperyalist müdahaleye karşı çıkmak da solun üzerine düşer. Ama bu güçlerin müdahalesi -bunlar Ruslar, ABD, Suudiler, İran veya İsrailliler de olsa- bir devrimi otomatik olarak büyük güçler arasında vekâleten yürütülen bir savaşa dönüştürmez.

Suriye Devriminin Doğası

Suriye’deki kalkışma basit bir işçi ve kapitalist savaşı değil. Ama bu da zaten beklenen bir durum. Lenin’in İrlanda’nın sömürgecilikle mücadelesine karşı olanlara yazdığı meşhur sözlerde olduğu gibi:

Toplumsal devrimin, sömürgelerde ve Avrupa'da ayaklanmalar olmadan, bütün önyargılarıyla küçük burjuvazinin bir kesiminin devrimci patlaması olmadan, siyasal bakımdan bilinçsiz olan proleter ve yarı-proleter yığınların, toprak beyliği, kilise, krallık boyunduruğuna karşı, ulusal tahakküme karşı hareketi olmadan gerçekleşebileceğini sanmak, toplumsal devrimi reddetmektir. Bu, bir ordunun belirlenmiş bir noktada mevziye girerek ‘Biz sosyalizmden yanayız!’ ve bir başka ordunun da bir başka noktada saf tutarak ‘Biz emperyalizmden yanayız!’ diyeceğini ve o zaman toplumsal devrim olacağını sanmak olur! Ancak böylesine ukalâca ve gülünç bir görüş açısından hareket ederek İrlanda ayaklanmasına ‘darbe’ diye sövülebilirdi. ‘Saf’ bir toplumsal devrim bekleyen kimsenin ömrü, bunu görmeye yetmeyecektir. Böylesi, gerçek bir devrimin ne olduğunu hiç anlamayan sözde-devrimcidir.

Emperyalist güçlerin Suriye’ye müdahale ettiğini ya da devrimci gruplar arasında son derece tutucu unsurların bulunduğunu inkâr etmek aptallık olur. Ama Suriye isyanına ilişkin olumsuz unsurların aşırı bir şekilde abartıldığı da açıktır.

Devrimcilere yöneltilen en önemli suçlama, kalkışmanın tutucu ve Türkiye’de bulunan ABD yanlısı Suriye Ulusal Konseyi öncülüğünde yürütüldüğü idi.

Şimdilerde Konseyin Suriye içinde önemsiz bir desteğe sahip olduğu ve rejime karşı savaşanları temsil etme gücü bulunmadığı biliniyor. Bu nedenle, devrim karşıtlarının dikkati dış güçler tarafından kontrol edilmekle suçlanan ve rejim kadar kana susamış ve zalim olmakla suçlanan Özgür Suriye Ordusuna yönelmiş durumda.

İngiliz ve ABD haber ajanslarının muhabirlerinin Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) savaşçıları ile sayısız röportajları var. Aynı şekilde Suriye’deki kalkışmayı tamamen farklı şekilde resmeden Suriyeli ve diğer Arap muhabirlerin de birçok röportajı bulunuyor.

Kuşkusuz bunlardan bazıları Batılı emperyalistlerin propagandistleri tarafında yazıldı ama tamamı değil. Suriye üzerine yazan en güvenilir muhabirlerden birisi de Anand Gopal’dır. Gopal’ın kusursuz bir anti-emperyalist sicili var. Onun Afganistan’daki röportajları yıllarca hem ABD işgalinin hem de Taliban’ın gerçeklerini ortaya koymuştu. Harper’s dergisinde yazdığı kapsamlı yazılarda olduğu gibi, Suriye kalkışmasını destekleyen yazılarını da mutlaka okumalısınız.

Gopal, Türkiye sınırında büyük bir kent olan Taftazan’a gitti. İnsanların Gopal’a anlattıkları, sıra dışı bir devrim sürecinin rejim daha kente saldırmadan önce başladığını gösteriyor. Suriye’nin birçok yerinde olduğu gibi, gösteriler gençler tarafından başlatılmış. Protestolar kolaylıkla bastırılmış ve gençler hapse tıkılıp işkence görmüşler. Ama kalkışma büyüdüğünde:

ÖSO savaşçıları gösterici topluluğu, arkada sessizce bekleyip muhaberatın askerlerini gözleyerek, korumaya başlamış. Önce güç dengesi devrimcilerin lehine değişmiş, öyle ki devlet güçleri açıktan hareket edememeye başlamışlar. Parti yetkilileri ve ajanlar kenti kendi kaderine bırakıp ortadan kaybolmuşlar.

Bu durum kentlerde yerel-yönetimlerin oluşmasına ve tüm Suriye’ye yayılmasına sebep olmuş. Çünkü rejim güçleri çekilince kamu işleri yürümez olmuş; çöpler sokaklarda dağ gibi yığılmış. Gopal, nasıl olduğunu anlatıyor:

Boşluğu doldurmak için halk bir araya geldi ve konseyler oluşturuldu. Çiftçiler kendi konseylerini, tüccarlar, öğretmenler, öğrenciler, sağlık çalışanları, yargıçlar, mühendisler ve hatta işsizler de kendilerininkini. Bazı durumlarda, bu konseyler hâlihazırdaki aktivistlerle bir araya gelerek yerel koordinasyon komitelerini kurdular. Sıra ile delegeler seçerek Taftanaz ve civarındaki bölgedeki tüm vatandaşlarca tanınan bir konsey oluşturdular.

Gopal, kentin sorunlarının konuşulduğu bir toplantının gerçekleştirildiği bir camiyi ziyaret etmiş. Komitede kentin zenginlerinden toplum için ne kadar talep edileceği tartışılıyormuş. Yaşlı bıyıklı bir adam masaya yumruğunu vurmuş ve bağırmış: “Bu yoksulların devrimidir! Zenginler bunu kabul edecek!” Gopal’a dönmüş ve açıklamış: “Biz kentteki her eve gittik, kimin ne ihtiyacı olduğunu tespit ettik ve bunu bağışlanan şeylerle karşılaştırdık. Gelen her şey kaydediliyor ve halk tarafından görülebiliyor.

Anlatılanların birçoğu ÖSO’nun uyumlu, homojen bir güç olduğunu gösteriyor. Oysa bunun hiç de öyle olmadığına dair birçok delil var. Mesela, The Guardian’a Suriye’den yazan Ghaith Abdul Ahad, Hamid adında Rastan’da gösteri sırasında halkın üzerine ateş açması emri verildiği için kaçan bir askeri anlatıyor. Hamid önce bir eve saklanmış ve dağlardan sürünerek Türkiye’ye kaçmış. Ve ÖSO’nun Albay Riyad Esed komutasındaki birliğine katılmış. Hamid buradan hiç hoşnut kalmamış:

Orada (Türkiye’de) oturup basına demeç vermekten başka bir şey yapmadık. Onlara bir çadırda oturmak için kaçmadığımı, savaşmak istediğimi söyledim. Onlar da bana beklememi, bir planları olduğunu söylediler ama hiçbir şey olmadı.

3 ay sonra Türkiye’den ayrılmak için direnişçilerden kendisini Suriye’ye geri götürmelerini istemiş. Ghaith Abdul Ahad’a şunları söylemiş: “Ortada ÖSO diye bir şey yok. Bu bir şaka. Gerçek devrimciler burada, Suriye’de, dağlarda.” Aynı hikâye bir süre sonra tekrarlanır. Gopal, Taftanaz’da bir komutana ÖSO liderliği hakkında sorduğunda şu cevabı alır: “Eğer o köpekleri buralarda görürsek, onları kendim vururum.

ÖSO için getirilen eleştirilerden bir tanesi de onların Suudiler ve Batılı güçler tarafından silahlandırıldığı iddiası. Bununla ilgili söylenecek ilk şey bunun çoğunun doğru olmadığıdır. Eğer devrimcilerin beyanları okunursa, onların Batı silahları ile donatılmadığı anlaşılır. Bununla birlikte Batı’ya karşı giderek büyüyen bir kırgınlık da var, çünkü Batı silah vermeyi reddediyor.

Bu bağlamda, Suriye devrimcilerinin emperyalistlerden, onların işbirlikçilerinden ya da herhangi başkasından silah talep etmesi yanlış mıdır? Tabii ki değildir. Onların da Esed devletinin korkunç zulümlerine karşı kendilerini her şekilde savunma hakları var.

Silah ya da yardım talep etmek, istemek ya da kabul etmek sizi emperyalizmin ajanı yapmaz. Bunun tarihte sayısız örnekleri vardır. En meşhuru da İrlandalılar. I. Dünya Savaşının ortaya çıkmasından sonra İrlanda cumhuriyetçileri İngiltere’ye karşı kullanmak için silah elde etmek amacıyla Almanya ile görüşmeler yaptılar. Ama cumhuriyetçi hareketin Alman emperyalizminin maşası olduğu veya İrlanda mücadelesinin silahları yerel ya da bölgesel Alman ordusundan sağladığı için desteği hak etmediğine dair önermeler gülünç olmaktan öte değildir.

Bir başka bağlamda, Trotsky konuyu tüm çıplaklığıyla ortaya çıkaran farazi bir soru soruyor:

Fransız kolonisi Cezayir’de yarın ulusal bağımsızlık adı altında bir isyan çıktığını farz edelim ve İtalyan hükümetinin kendi emperyalist dürtülerinin motivasyonuyla isyana silah göndermeye hazırlandığını kabul edelim. Bu durumda İtalyan işçilerinin davranışı nasıl olmalı? Burada faşist bir emperyalizm yerine demokratik bir emperyalizmin isyancılara destek vermesi durumunu kasten seçtim.

İtalyan işçiler silahların Cezayir’e gönderilmesine engel mi olmalılar? Herhangi bir solcunun bu soruya olumlu cevap vermesi mümkün mü? İtalyan işçiler ve isyancı Cezayirlilerle birlikte her devrimci bu soruyu öfke ile karşılayacaktır. Hatta o sırada faşist İtalya’da deniz taşımacılığında genel bir grev olsa, grevciler isyancı kölelere silah taşıyan bu gemileri istisna etmelidir, aksi halde proleter devrimciler yerine menfur ticaret sendikacılarından başka bir şey olamazlar.

Sürekli ortaya atılan diğer bir konu da mücadelenin “askerîleştirilmesi” problemi. Suriye devriminin bir tarafında kitlesel “Tahrir yolu”, silahsız göstericiler ile diğer tarafında iç savaş seçeneğinin olduğu liberal bir hayal dünyasında yaşayan solcular var. Ama devrimciler iç savaşı seçmedi, bu duruma rejim tarafından zorlandılar.

Bu, devrim sürecinin askerîleşmesi noktasında problem olmadığı anlamına gelmiyor. En bariz olanı, silahlar insanların savaş gücünü artırıyor, yerel ve bölgesel düzeyde güç odakları oluşturuyor. Bu, tabanı kontrol etmeyi zorlaştırıyor. Ve kuşkusuz Suriye’ye silah girişini kontrol edenler kendi ajandalarını uygulayacaklar ve kendi insanları kendi hedeflerine yönlendirmeye çalışacaklardır.

Bu noktada birçok sol grup Suriye Ulusal Konseyi ve Esed rejiminden kaçan üst düzey isimlerin emperyalizmle sıkı ilişkileri olduğunu öne sürüyor. Öyle de olabilir ama emperyalistlerin asıl derdi Suriye devrimini bastırmak ve Mısır’da Mübarek gittiğindeki gibi bir durumla -politikada bir değişme olmadan rejimin tepesindekini başka bir despot ile değiştirerek- sınırlandırmaktır.

Oysa işte bu, Arap devrimine en büyük ihanetti. Mısır’da Yüksek Askerî Konsey, CIA ve MOSSAD ile işbirliği içindeydi; bu gizlenebilecek bir şey değildi ve utanç vericiydi. Ama her şeyden daha kötü olan şey emperyalizmle işbirliği yapmak değildi. Mısır devriminin sürmesini gerekli kılan şey orada hala bir demokrasinin olmaması ve işçi sınıfı için adaletin bulunmayışıydı. Bu yüzden devrimi yapan kitleler 25 Ocak öncesi neyle muhatap iseler halen aynı temel mekanizma ve aynı ekonomik sorunlarla yüz yüzeler.

Bu anlamda, mücadelenin sürdüğü zeminler çok farklı olsa da aynı devrim Mısır’da, Suriye’de ve Arap dünyasının bütününde devam ediyor. Suriye ve hatta Arap devrimlerinin tümü için en önemli gerçek ise mağlup edilememiş olmasıdır.

Gopal’ın Harper’s’daki makalesi bunu ortaya koyuyor. Makale, Taftanaz’daki son gününde gözlemlediği “mağlubiyetin atmosferiyle yüklü, yığınla kokuşmuş çöp ve enkaz kalıntısına dönmüş” bir şehirdeki Cuma namazının tasviriyle bitiyor. Ve namazdan sonra yine, camiden çıkan genç ve yaşlı erkekler şehir merkezinde bulunan meydana, sayısız ölümün yaşandığı mekâna yürüyorlar.

Protestolar hayatta kalmanın bir ritüeliydi, belki kazanılamayacakmış gibi görünen bir devrimin parçasıydılar ama silinip gitmeyi reddediyorlardı. Bir zamanlar ev olan bir enkazın üzerinde bir grup pankart açmıştı: TAŞLARLA DAHİ OLSA, BU REJİMLE SAVAŞACAĞIZ!

Socialist Alternative

16 Ağustos 2012

Çev: İ. Emre Çetin

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR