Kürdistan Toprağı Risâlet ve Medeniyet Kokuyor
Mütevaziliği, halktan biri oluşu, Urwet'ul- Wusqa'ya sıkı sıkıya bağlı olan inancı ve taqwası, politik dilden uzak samimi ve filozofik söylemleri ve emperyalist güçlere karşı meydan okuyan cesur duruşuyla sadece İran halkının değil, tüm dünya mazlumlarının ve özgürlük sevdalılarının gönlünde taht kurmuş olan İran İslâm Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinejad, 15 Kasım 2006 günü İran'ın Kürdistan eyâletine gitti.
Allâh ve adalet âşığı kitlelerin cumhurbaşkanı olan Ahmedinejad, Kürdistan'daki bakanlar kurulu toplantısında yine – gazetecilik tabiriyle – "gündeme bomba gibi düşecek" önemli açıklamalarda bulundu.
Bakanlar kurulu toplantılarını ülkenin değişik eyâletlerinde gerçekleştiren İran Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinejad, İran’ın Kürdistan eyâletinde toplanan bakanlar kurulu toplantısında Kürdistan’ın "medeniyetin beşiği" olduğunu söyledi.
Mehr haber ajansının bildirdiğine göre görevinin İran’ı kalkındırmak olduğunu belirten İran Cumhurbaşkanı Ahmedinejad, "İran halkı dünyada lâyık olduğu noktaya ulaşmalıdır; çünkü İran ve Kürdistan medeniyetin ve kültürün beşiğidir" dedi.
"Ülkeyi inanç, birlik - beraberlik ve Allah’a tutunma temelinde, adalet esasına dayalı olarak inşâ edeceğiz, hükümet bu esaslarda en küçük bir ihmal göstermeyecek" diyen Ahmedinejad, Kürdistan’da düzenlenen bakanlar kurulu toplantısından sonra yaptığı açıklamada bu yıl Seroâbâd şehrinde yeni iş alanları yaratılabilmesi için 22 milyar tümenlik bir bütçe ayırdıklarını belirtti.
Seroâbâd kentinin imarı için bu yıl harcanan bütçenin geçen yıla oranla yüzde yüz arttırıldığını ifade eden Ahmedinejad, bu artışların kentteki tüm mâhrumiyetler ortadan kaldırılıncaya kadar süreceğini söyledi.
Kentteki alabalık yetiştiriciliğinin destekleneceğini belirten Ahmedinejad, Seroâbâd’da bir sağlık kompleksi, bir kültür kompleksi, bir üniversite, bayanlara ve erkeklere mahsus bir spor kompleksi inşâ edileceğini de söyleyerek kentin yollarının yapılacağını ve komşu ülkenin de onay vermesi durumunda sınırda bir ticaret bölgesi oluşturulacağını kaydetti.
AHMEDİNEJAD DOĞRU SÖYLÜYOR: "KÜRDİSTAN MEDENİYETİN BEŞİĞİDİR"
Sayın Mahmud Ahmedinejad'ın "Kürdistan medeniyetin beşiğidir" sözleri duygusal bir iddiâ değil, bilimsel bir gerçektir. Bu coğrafya hem risâlet, hem de medeniyet yurdudur.
Tewrât'ta, hayatın Hz. Adem ve Hz. Havva ile beraber Dicle – Fırat arasında başladığı yazılıdır. Yine Nûh Tufanı Kürdistan topraklarında başlamış, Hz. Nûh dünyayı bu coğrafyadan başlayarak yeniden kurmuştur. Hz. İbrahim, Hz. Eyyub burada yaşamış, Arap Yarımadası'ndan sonra İslâm'a giren ilk coğrafya Kürdistan olmuştur. Urartular, Medler burada yaşamışlardır. Dünya medeniyetlerine öncülük eden Mezopotamya medeniyetleri bu topraklarda kurulmuştur.
Kürdistan coğrafyasının, Ahmedinejad'in dediği gibi "medeniyetin beşiği" olduğuna dair ciltler dolusu kitap yazılabilir. Yazılıyor da. Biz bu makalemizde, mes'eleyi sadece bir yönüyle ele alıp Ahmedinejad'in söylediği sözlerin içini doldurmaya çalışacağız.
Türkiye Kürdistanı'ndaki yerleşim birimlerinin, il, ilçe, nâhiye, köy ve mezrâların, dağ, göl, nehir, çay ve hatta köprülerin bügünkü isimlerinin "asimile" isimler olduğunu, bunların Kürtçe olan gerçek adlarının zorla atıldığını ama yöre halkının günlük hayatlarında halen bu gerçek isimleri kullandıklarını sanırım hepimiz biliyoruz. Biz bu yazımızda, bölgedeki bazı yerleşim birimlerinin isimlerinden ve bu isimleri nerden aldıklarından yola çıkarak, Kürdistan'ın peygamberler toprağı, medeniyetler beşiği olduğuna dair bügüne dek yapılan ve bundan sonra da yapılacak olan bilimsel ve araştıral çalışmalara "misqale zerretîn" katkıda bulunmaya çalışacağız.
Üzerinde yaşadığımız coğrafya, köklü bir tarihî geçmişe, zengin bir medeniyet yelpazesine ve semiz bir kültür birikimine sahiptir. Bilhassa Kürdistan coğrafyası ve Mezopotamya bölgesi tarihin ve medeniyetin beşiği, ilim ve kültürün kaynağıdır.
İran İslâm Devrimi’nin en önemli fikir ve aydınlanma öncülerinden ve 20. yy’da yetişen en büyük düşünürlerden biri olan İranlı Şehîd Dr. Ali Şeriâtî, "Medeniyet ve Modernizm" isimli, sadece İslâm dünyasında değil, Batı’da da oldukça ses getiren kitâbında, şöyle diyor:
"Düşündürücüdür. Batı, iki nehir arasından ( Mezopotamya ) hiç bahsetmiyor. Çünkü bahsetse, geliştirdiği bütün teoriler boşa çıkacaktır. İki nehir arası, medeniyetin ve kültürün beşiğidir. Kürtler, iki nehir arasının bir odağıdır."
Aynı kitâbında Şehîd Ali Şeriâtî, Batı Medeniyeti’nin kökeni olan Yunan Medeniyeti’ni Kürdistan’dan Yunanistan’a göç eden Kürtler’in kurduğunu iddiâ etmektedir.
Biz bahsetmek istiyoruz. Batı bahsetmiyor diye bizim de bahsetmememiz gerekmez. Zira biz ne Batı’yız, ne de iki nehir arasının dışındayız.
Yunanlılar’ın "Mezopotamya", Araplar’ın "el- Cezîre", İslâm tarihçi ve coğrafyacılarının "Behr’un- Nehreyn", Kürt şâir ve edebiyâtçılarının "Gülistan", Şerefhan’ın "cînlerin yurdu", Tewrat’ın "yeryüzünde hayatın başladığı yer", bir zamanların İngiliz Sömürge Bakanı’nın "dünyanın en güzel ülkesi", Ali Şeriâtî’nin "iki nehrin değil, iki cephenin ( Tewhîd – Şirk ) birlikte aktığı yer" dedikleri, benim ise yazdığım bir romanda "denize kıyısı olmayan ada" dediğim Kürdistan coğrafyasından biz bahsetmeyeceğiz de, kim bahsedecek?
Dicle ve Fırat nehirleri arasında kalan bölgeye "Mezopotamya" deniyor. Yunanca olan bu isim, "iki nehir arasındaki ülke" anlamına gelir. Araplar buraya "el- Cezîre" derler. Bu kelimenin anlamı "yarımada" olup, iki nehir ( Dicle – Fırat ) ile çevrelenmiş olan coğrafya, bir "ada" görüntüsü aldığı için böyle adlandırılmıştır. Araplar, Yukarı Mezopotamya’ya "Cezîre’tul- Kûrdî" ( Kürt Cezîresi ), Aşağı Mezopotamya’ya ise "Cezîre’tul- Erebî" ( Arap Cezîresi ) derler. Bu coğrafyaya İslâm tarihçilerinin verdiği isim ise daha bir şiirseldir: "Behr’un- Nehreyn". Yani, "iki nehir denizi".
Kürdistan coğrafyasındaki yerleşim birimlerinin masa başında uydurulan ve şu anda kullandığımız yapay isimleri, bu yerleşim birimlerinin köklü tarihî geçmişini, zengin medeniyet yelpazesini ve semiz kültür birikimlerinin üzerini "yarısaydam" bir örtüyle örtüyor.
Bu yerleşim birimlerinin, il ve ilçelerin, dağ ve nehirlerin, bölgelerin eski gerçek adlarını incelediğimizde, toprağın altındaki zengin hazineyi "faltaşı gibi açılmış" gözlerimizle çok rahat bir şekilde görebiliriz. "Peygamberler diyârı" olan Kürdistan coğrafyasının tarihi, insanlığın tarihiyle yaşıttır.
Şırnak vilâyetimizin gerçek ( eski ) adı "Şehr-i Nûh" olup, "Nûh’un Şehri" demektir. Bugün kullandığımız "Şırnak" ismi, bu "Şehr-i Nûh" isminin evrilmiş şeklidir. Şehir, binyıllar boyunca "Şehr-i Nûh" adıyla yaşadıktan sonra "Şırnak" adını almıştır.
"Şehr-i Nûh" ( Şırnak ), ismini Hz. Nûh ( as ) Peygamber’den alır. Hz. Nûh ( as ), tufanla birlikte dünyayı yeniden kurduğu, hayat O’nunla yeniden başladığı için "İkinci Âdem" olarak da anılır. Aynı zamanda Hz. Nûh ( as ), "en büyük beş peygamber" olarak anılan "Ulu’l- Âzm" peygamberlerin birincisidir. "Ulu’l- Âzm" olarak anılan peygamberler, sırasıyla Hz. Nûh ( as ), Hz. İbrahim ( as ), Hz. Musâ ( as ), Hz. İsâ ( as ) ve Hz. Mûhâmmed ( saw )’dir.
Tewrat’ta, dünyadaki hayatın Dicle ve Fırat nehirleri arasında başladığının yazılmasını da dikkate alırsak, yeryüzünde hayatın iki defa yeniden başladığını ( Hz. Âdem ve Hz. Nûh ) ve ikisinin de bu coğrafyada gerçekleştiğini kabullenmek durumunda kalırız.
Hz. Nûh ( as ), "İkinci Âdem" olarak anılır. Çünkü "Nûh Tufanı", yeryüzündeki tüm insanlığın ve canlıların yok olmasına sebeb olmuş, sadece Hz. Nûh ( as )’un gemisinde bulunan 80 kişi ile her cinsten birer çift hayvan, sağ olarak kurtulmuştur.
"O’nu yalanladılar. Biz de O’nu ve O’nunla beraber gemide bulunanları kurtardık. Âyetlerimizi yalanlayanları da suda boğduk. Çünkü onlar, kör bir kavim idiler." ( Â’râf, 64 )
"Yine de O’nu ( Nûh’u ) yalanladılar. Biz de hem O’nu, hem de O’nunla beraber gemide bulunanları kurtardık ve onları ( yeryüzünde ) hâlifeler kıldık. Âyetlerimizi yalanlayanları da ( tufanda ) boğduk. Bak ki uyarılanların sonu nasıl oldu! Sonra O’nun arkasından birçok peygamberi kendi toplumlarına gönderdik. Onlara mucizeler getirdiler. Fakat onlar daha önce yalanladıkları şeye inanacak değillerdi." ( Yunus, 73 – 74 )
Hz. Nûh ( as ), dünyayı yeniden kurduğu için "İkinci Âdem" olarak anılır. Zaten "Nûh", Kürtçe’de "yeni" demektir.
Bilindiği üzere, geçmişteki şahsiyetler, genel olarak namları ve karakterleriyle anılırlar; isimleri ise, yaptıklarından veya özelliklerinden dolayı kendilerine sonradan verilir. Meselâ "Âdem", aslında "insan" demektir. "İdris" Peygamber’in adı da "D – R - S" seslerinden oluşturulmuştur ve "öğretmen" demektir. Bugün kullandığımız "ders, müderris, tedrisat, medrese" gibi kavramlar, "İdris" adıyla aynı köktendirler.
Yine Qûr’ân’daki âyet-i kerîmelere baktığımızda, yalnızca Nûh’a inanan ve O’nun soyundan gelenlerin tufandan kurtulduğunu, yeryüzündeki tüm insanların Hz. Nûh ( as )’un suyundan geldiğini, Nûh’un çocukları olduğunu görürüz.
"Biz yalnız Nûh’un soyunu kalıcı kıldık. Sonradan gelenler için de O’na iyi bir nam bıraktık. Bütün âlemlerden Nûh’a selâm olsun." ( Saffat, 77 – 79 )
"Ey Nûh ile birlikte ( gemide ) taşıdığımız kimselerin nesli!" ( İsrâ, 3 )
"Şüphesiz bunda ( Nûh ve kavminin başından geçenlerde ) birtakım ibretler vardır. Hakikaten biz deneriz. Sonra onların ardından bir başka nesil meydana getirdik." ( Mü’mînun, 30 – 31 )
"Şehr-i Nûh", yanı şimdiki adıyla "Şırnak" vilâyetimiz, yeryüzünde kurulan ilk şehirdir, ilk yerleşim birimidir. Bizzat Hz. Nûh ( as ) ve O’na inananlar tarafından ( toplam 80 kişi ) tufandan sonra kurulmuştur.
Bazı kaynaklar, Nûh tufanından hemen sonra, Hz. Nûh ve inananların kurduğu bu ilk yerleşim biriminin, Şırnak’ın yakınında olduğunu söylerler.
Hayret vericidir: Bugün Şırnak’ın yakınında, eski adı "Heyştêyan" ( Kürtçe "seksenler" ) ve yeni adı "Seksenler" olan bir köy vardır. Ayrıca Hz. Nûh ( as 9 Peygamber’in kabri de bugün Şırnak’ın Cizre ilçesindedir.
Cizre’nin eski adı "Cezîra Botan" ( Botan Cezîresi ) olup, buradaki "Cezîre", Arapça’da "yarımada" anlamındadır. Dicle Nehri bu ilçenin etrafında hilâl gibi bir kavis çizerek aktığı ve ilçeye "yarımada" görüntüsü verdiği için ilçe bu adı almıştır.
Yine hayret vericidir ki, Qûr’ân-ı Kerîm’de Nûh Tufanı anlatılırken, bir yerde "nehir" olgusuna vurgu yapılır:
"Biz de derhal nehir gibi devamlı akan bir su ile göğün kapılarını açtık." ( Qamer, 11 )
Yüce kitâbımız Qûr’ân-ı Kerîm’de Nûh Tufanı anlatılırken, Nûh’un gemisinin Cûdi Dağı’na oturduğu belirtilmektedir ki, Cûdi Dağı, Şırnak ( Şehr-i Nûh ) vilâyetimizdedir:
"( Nihayet ) ‘ey yer suyunu tut ve ey gök tut’ denildi. Su çekildi, iş bitirildi ve ( gemi de ) Cûdi’ye oturdu. Ve ‘o zâlîmler topluluğunun canı cehenneme!’ denildi." ( Hûd, 44 )
Görüldüğü gibi Cûdi Dağı’nın adı Qûr’ân-ı Kerîm’de nominal zikredilmekte, anılmaktadır. Asıl hayret verici olan husus ise, bu dağın adıdır. Zira Cûdi adı bile, öyle açık ve net bir şekilde Nûh Tufanı’nı hatırlatmaktadır ki, gerçekten heyecan vericidir.
"Cûdi" adı, Kürtçe bir ad olup, "cû" ( yer, sığınılacak yer ) ve "di" ( gördü, buldu ) sözcüklerinden oluşmuştur ve "kendine sığınacak bir yer buldu" demektir. Evet, "Cûdi" kelimesi Kürtçe’de bu anlama geliyor ve bu isim bile, Nûh’un gemisinin, onca tufandan, su ve dalgalardan sonra bu dağın üstüne oturup batmaktan kurtulmasını anlatıyor. Cûdi Dağı’nın adı bile tek başına Nûh Tufanı’nı ve Nûh’un gemisini anlatıyor.
Yüzyıllar değil, binyıllar boyunca "Şehr-i Nûh" adını taşıyan şehre "Şırnak" adını verenler Türkler değil, Ermeniler’dir. Bu isim Ermenice ( Hayca)’dir ve ne anlama geliyor, biliyor musunuz? Söyleyeyim; "gemi şehri"... "Şırnak" ismindeki "nak" sözcüğü Ermenice’de "gemi" demektir.
Eğer şaşırmadıysanız ve "ne var bunda?" diyorsanız, size daha ilginç birşey söyleyeyim o zaman: 13.yy’a kadar Ermeniler de Nûh’un gemisinin Cûdi Dağı’na oturduğuna inanıyorlardı ve Ağrı Dağı ile ilgili iddiâlar Ermeni metinlerinde ilk olarak 13.yy’dan itibaren yer almaya başladı. Bu ise bilimsel değil, tamamen "siyasî amaçlı" idi.
Türkçe’de "Ağrı Dağı", Kürtçe’de "Ararat" ve Ermenice’de "Masis" denen dağa ne yazık ki Farsça’da çok hatalı bir şekilde "Kuh-i Nûh" ( Nûh Dağı ) denilmektedir.
Gaziantep ( Dîluk ) ilinin Nizip ilçesinin esli ( gerçek ) adı "Belqıs"’tır ve kraliçe Belqıs’ı çağrıştırıyor. Bu ilçeye bağlı Karkamış nâhiyesinin gerçek ( eski ) adı ise "Gılgameş" olup, adını en meşhur Kürt efsanelerinden biri olan Gılgameş Destanı’ndan alıyor. Gılgameş, Hz. Nûh ( as ) Peygamber’in beşinci kuşaktan torunudur.
Hz. İbrahim ( as ) Peygamber, bildiğimiz gibi Şanlıurfa ( Rîha )’lıdır ve bir mağarada doğmuştur. Şanlıurfa’nın gerçek ( eski ) adı olan "Rîha" adının "İbrahim" adından geldiği söylenir.
İbrahim’in bir mağarada doğduğunu söyledik. Bu mağara bugün halen ziyaret edilmektedir. Gerçekten bir bağ var mıdır yoksa tamamen bir tesâdüf müdür, bilmiyoruz, ama "İbrahim" adının gramatik açılımını yaptığımızda, karşımıza şöyle ilginç bir tesbît çıkıyor: Kürtçe’de "bra" sözcüğü "kardeş" demekken, "him" sözcüğü de "mağara" anlamına gelir. Bu durumda "İbrahim" ( ya da "brahim" veya "bra-i him" ), "mağaranın kardeşi" demektir.
İbrahim’in amcası ( veya babası ) olan "Azer"’in adı Farsça’da "ateş" demektir. Azer, bir görüşe göre İbrahim’in babası, bir görüşe de amcasıdır. Tuhaftır, "eb" veya "ap" sıfatını Araplar "baba" için kullanırken, Kürtler "amca" için kullanır.
Qûr’ân-ı Kerîm’de Azer için "İbrahim’in babası" denilir:
"İbrahim, babası Azer’e: ‘Birtakım putları tanrılar mı ediniyorsun? Doğrusu ben seni de kavmini de apaçık bir sapıklık içinde görüyorum,’ demişti.” ( En’âm, 74 )
Hz. İbrahim ( as )’e her türlü işkence ve eziyeti yapan, O’nu ateşe attıran Nemrûd’un oturduğu saray, yani krallık merkezi, bugünkü Adıyaman ( Semsur ) vilâyetimizin sınırları içindeydi. Bugün bile Adıyaman’da bir dağın adı Nemrûd Dağı’dır. Hatta bu dağdaki büyük insanbaşı heykelinin Nemrûd’a ait olduğunu söyleyenler bile var.
Nemrûd, Allâh’a karşı isyanda, şirk ve zulümde çok ileri gitmişti. Öyle ki "ilâhlık" taslıyor, "ölümsüz" olduğunu iddiâ ediyordu. İslâm kaynaklarının bize aktardığına göre Nemrûd, insanlık tarihinde "ölümsüzlük" iddiâsında bulunan, kendisinin "ölümsüz" olduğunu iddiâ eden ilk kişidir.
"Nemrûd" adı zaten Kürtçe bir kelime olup "ölümsüz" demektir. Açılımı şu şekildedir:
mır: ölüm
mırın: ölmek
nemrın: ölmemek
omır: ömür
mırî: ölü
mırûd: ölümlü, fani
nemrûd: ölümsüz
mırdar: murdar
Kürtçe bir isim olan "Nemrûd" kelimesi, "mır" ( ölüm ) sözcüğünden türemiştir ve "ölümsüz" demektir. Türkçe’de kullanılan "ömür" ( o-mır ) ve "murdar" ( mır-dar ) sözcükleri, Kürtçe’den Türkçe’ye geçmiş olan sözcüklerdir. Tıpkı, "İbrahim" adını konuşurken bahsettiğimiz ve Kürtçe’de "kardeş" anlamına gelen "bra" sözcüğünün, Kürtçe’ye akraba olan öbür Hint – Avrupa dillerinden Frasça’ya "birader", İngilizce’ye "brother" ve Almanca’ya "bruder" şeklinde geçtiği gibi.
Şanlıurfa ( Rîha ) vilâyetimizin bir ilçesinin adı "Harran" olup, laik rejim yıllardır bu ilçenin adını "Altınbaşak" yapmak için uğraşmaktadır.
Sahi, "Harran" adının nereden geldiğini biliyor musunuz? Söyleyelim: "Harran", Hz. İbrahim’in kardeşinin adıdır. Qûr’ân’da ve İncil’de anılmıyor, Ama Tewrat’ta zikredilmektedir.
Bitlis vilâyetimizin gerçek ( eski ) adı "Zûlqarneyn" olup, adını Qûr’ân’da da ismi zikredilen, ancak peygamber mi, yoksa bir veli mi olduğu bilinmeyen Zûlqarneyn’den alır. "Zûlqarneyn", Arapça bir isim olup "iki boynuzlu" demektir. Allâh-u Teâlâ, Zûlqarneyn’e doğunun ve batının hükümranlığını verdiği için bu isimle anılmıştır.
Batman ( Élîh ) vilâyetimizin Hasankeyf ilçesinin asıl adı "Hesenkehf" olup, adını Qûr’ân’da bahsi geçen Ashâb-ı Kehf’ten alır. Yedi kişiden oluşan Ashâb-ı Kehf, yanlarında Qıtmir adlı bir köpekle, Hasankeyf mağaralarında 309 yıl uyumuşlardır.
Modern bilim, tarihin arkeolojik kanıtlarla bilinen en eski yerleşim biriminin M. Ö. 7800 yıllarında kurulan Filistin’deki Eriha ( Jericho ) kenti olduğunu söylüyordu, ancak 1991 yılında Batman’da yapılan arkeolojik kazılarda, Newalê Çori mıntıkasında M. Ö. 9000 yılına ait bir şehir ortaya çıkartılmıştı.
Diyarbakır vilâyetimizin eski ( gerçek ) adı "Amed" olup, inanışa göre adını Med halkından alır. Medler, bugünkü İran Kürdistanı’nda yaşıyorlardı, ülkelerine "Medya" deniyordu ve konuştukları dil ise Kürtçe’nin Dımılî ( Zazaca ) lehçesine çok benziyordu. Çok büyük bir ihtimalle Zaza idiler.
Medler, M. Ö. 612’de, yönetim merkezi bugünkü Iraq Kürdistanı olan ve "tarihin ilk emperyalist devleti" olarak kabul edilen Asur İmparatorluğu’nu yıkan halktır. Söylendiğine göre, demircilik yapan Kawa’nın önderliğinde ayaklanan Medler, zâlîm ve gaddar Dehhaq ( Ejidehak )’ın krallığındaki Asur İmparatorluğu’nu M. Ö. 612 yılında devirdiğinde, takvimler 21 Mart’ı gösteriyordu ve bugün "Newruz" adıyla kutlanan olay, aslında Asur’un yıkılışıdır.
Kürdistan halkı, Hz. Ömer ( ra ) zamanında, 637 yılında, yani iki cihân güneşi Hz. Mûhâmmed ( saw )’in vefâtından sadece 5 yıl sonra âzîz İslâm dînini benimseyip müslüman oldular.
Kürtler, Araplar’dan sonra müslüman olan ilk halktır. Resûlullâh ( saw )’ın vefâtından üzerinden henüz beş yıl geçmişken İslâm dînini benimsediler. ( 951 yılındaki Talas Savaşı’ndan sonra müslüman olan Türkler’den tam 314 yıl önce )
Kürtler’in İslâm’a girmesiyle, İslâm ilk kez Arap Yarımadası’nın dışına çıktı. Kürtler’in İslâm’a girişi tamamen gönüllü bir şekilde, savaşsız ve kılıçsız oldu. Kürtler’in kılıçtan geçirilerek zorla müslüman yapıldıklarını iddiâ eden ulusalcı – marxist Kürt hareketleri, neredeyse konuştukları her konuda olduğu gibi, bu konuda da utanmadan yalan söylüyorlar.
637 yılında Kürtler müslüman oldular diye ölümden kurtulmadılar, tam tersine müslüman olmakla canlarını tehlikeye attılar. Öldürülmekten kurtulmak için değil, aksine öldürülme ve katledilme pahasına da olsa akın akın âzîz İslâm dînine girdiler. Kürdistan’ın o zamanki siyasî ve stratejik konumuna bakarsak, bunu rahatlıkla görebiliriz:
İslâm’dan önce Kürdistan coğrafyası, doğuda mecusî – ateşperest Pers İmparatorluğu’nun, batıda ise hristiyan Bizans İmparatorluğu’nun egemenliği altındaydı. Bu iki imparatorluk, o zaman yeryüzünün iki süper gücü idiler ve Kürt halkı müslüman olmakla, her iki süper gücü de karşılarına aldılar. Bu iki devletin arasında kalan Kürtler’in müslüman olması "toplu intihar" demekti, ama oldular. Kürtler’in 637 yılında Bizans’a ve Persiya’ya rest çekip "Lâ İlâhe İllallâh – Mûhâmmedun Resûlullâh" demesi, o zamanın şartları içinde, ABD ve SSCB’ye rest çekip 1979’da "Lâ Şarqîyye, Lâ Ğarbîyye – Cumhur-i İslâmîyye" ( Ne Doğu, Ne Batı – İslâm Cumhuriyeti ) diyen İran halkının yaptığının aynısıdır.
Bizans ve Pers gibi iki süper gücün ordularından ve gücünden korkmayan bir halk, Medîne’den at sırtında gelen bir avuç insanın kılıçlarından mı korktular? Güldürmeyin.
İkinci hâlife Hz. Ömer ( ra ) tarafından Medîne-i Münevvere’den Kürdistan’a gönderilen İslâm ve adalet akıncılarının komutanlığını Bekr ibn-i Wail ( rh. a ) yapıyordu. Kürtler müslüman olunca, Bekr ibn-i Wail’in onuruna, Kürdistan’ın merkezi olan Amed şehrine "Diyar-ı Bekr" adını verdiler. Diyar-ı Bekr ( Diyarbekr, Diyarbekir ) adını şehre Arap akıncılar değil, Kürtler’in kendisi verdi. Böylece Kürdistan’ın merkezi olan şehir, Kürt halkına İslâm’ı teblîğ eden ve müslüman olmalarına vesile olan yiğit komutan Bekr ibn-i Wail’in adını büyük bir onurla taşımaya başladı. Ancak 1923’te kurulan laik – kemalist rejim bu ismi atıp, 1937 yılında şehrin adını "Diyarbakır" yaptı.
Sözün burasında, dikkatinizi başka bir noktaya çekmek istiyorum. Bugüne dek belki de hiç kimsenin farkına varmadığı, hiçbir platformda dile getirildiğine şâhîd olmadığım bir hususu ilk defa ben tartışmaya açıp polemik konusu yapacağım. İster tasdîk edilsin, ister karşı çıkılsın, ama kamuoyunda tartışılmasını istiyorum. Şöyle ki:
1923’te yeni rejimin kurulmasıyla birlikte "Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgesi"ndeki bütün yerleşim birimlerinin isimleri değiştirilip masa başında uyduruk Türkçe isimler verilmişti. Buna karşın yeni rejimin "Diyarbekir" adını ortadan kaldırmak için özellikle 1937 yılını seçmesi manidardır.
Bölgenin merkezi olan bu şehrin taşıdığı "Diyarbekir" ismi, bu coğrafyanın ve Kürt halkının İslâmî kimliğini sembolize ediyordu. Çünkü bu isim bu şehre, Kürt halkının İslâm ile şereflendiği 637 yılında verilmişti ve İslâm dâvetini Kürdistan’a taşıyan sâhabe Bekr ibn-i Wail’in adını taşıyordu. Laik rejimin bu isme ve bu ismin şahsında bölgenin İslâmî dinamiklerine düşman olması anlaşılırdır elbet. Laik rejim "Diyarbekir" adını ortadan kaldırmakla, bölgenin İslâmî yapısına darbe vurmayı amaçlıyordu. Acaba bunu yapmak için 1937 yılına kadar, yani 14 sene özellikle mi beklediler? Kürtler 637 yılında müslüman olmuştu ve bunun anısına bu şehre "Diyarbekir" adı verilmişti. 1937’de ise bu büyük dönüşüm tam 1300 yaşına giriyordu. İslâm’a düşmanlıkta hiç kimsenin gerisinde kalmayan kemalist kadrolar, "637 yılının rövanşını almak" psikolojisinde olduklarından mı bunu yapmak için 1937 yılına kadar beklediler?
Konumuza devam edelim...
Elâzığ ( Mezrâ ) vilâyetimizin Karakoçan ( Dep ) ilçesine bağlı "Okçular" ( Oxçîyan ) köyü, Selçuklu ordusunun okçu kuvvetlerinin komutanı Okçu Yusuf’un adını taşır. Köyü bizzat kuran, Okçu Yusuf’un kendisidir.
Okçu Yusuf, büyük İslâm komutanı Selâhaddîn-i Eyyubî’nin torunudur. Selâhaddîn Eyyubî İmparatorluğu’nun kuruluşunda askerî komutanlık yapmış bir Kürt’tür. Okçu Yusuf aynı zamanda Şadî âşîretinin kurucusudur. Dünyaca ünlü Mewlânâ Celâleddîn-i Rumî, O’nun eli altında büyümüştür. ( Okçu Yusuf ile ilgili daha geniş bilgi için bir önceki yazımıza bakılabilinir. )
Elâzığ vilâyetimiz, eskiden Harput ( Xarpıt )’a bağlı küçük bir mazrâ olduğu için adı "Mezrâ" idi. Osmanlı pâdişâhı Abdulâzîz tarafından imâr edilip kentleştirilince "Abdulâzîz’in imâr ettiği yer" anlamında "Mâmuret’ul- Âzîz" adını aldı. Bu isim sonra kısaca "El- Âzîz" ( Elâzîz ) oldu. Laik rejimin "Elazık" yaptığı isim söylene söylene "Elâzığ" şeklini aldı.
Kayseri’nin Bünyan ilçesinin eski adı "Hâmîdîbünyan" olup, Osmanlı pâdişâhı II. Abdulhâmîd’in adını taşır.
Erzurum vilâyetimizin eski ( gerçek ) adı "Kalikala"’ dır. 1071 Malazgirt Savaşı’ndan sonra Anadolu’ya giren Türkler’in bu şehre yoğun olarak yerleşmesiyle birlikte, Kürtler buraya "Türk toprağı" anlamında "Erz-i Rom" dediler ( Kürtçe’de Türk’e "Romî" denir ). Bugün kullandığımız "Erzurum" adı, bu "Erz-i Rom" isminden gelmedir.
SONUÇ
İran İslâm Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinejad çok büyük bir adım atmıştır. O’nun "Kürdistan medeniyetin beşiğidir" sözü çok değerlidir. Bence Ahmedinejad’ın son çıkışı, tarihçi ve araştırmacılarımızı harekete geçirmeli, Kürt tarihi üzerindeki çalışmalar yoğunlaştırılmalıdır. Günümüz dünyasında hakkettikleri yerde olmayan Kürtler, hiç olmazsa tarihte hakkettikleri yeri almalıdırlar. Ayrıca bu son sözleri, Ahmedinejad’ın sadece belli başlı konularda değil, hemen her konuda samimî bir insan olduğunu göstermektedir.
Sohbetimizi, kızılderililerin tarihteki en ünlü reisi olan Oturan Boğa ( Tatanka Yotanka )’nın bir sözüyle bitirelim:
"Yurdumun kötü bir adı olduğu kanısındayım ve iyi bir adı olsun istiyorum. Hem, eskiden iyi bir adı vardı yurdumun zaten. Bazen oturup düşünüyorum, kim ona bu kötü adı yakıştırdı diye."
YAZIYA YORUM KAT