1. YAZARLAR

  2. Hasan Cemal

  3. Kontrgerilla, Susurluk, Sarıkız, Ayışığı ve Ergenekon notları (2)
Hasan Cemal

Hasan Cemal

Yazarın Tüm Yazıları >

Kontrgerilla, Susurluk, Sarıkız, Ayışığı ve Ergenekon notları (2)

15 Ocak 2009 Perşembe 13:10A+A-

Demirel ve Ecevit’le noktalanmıştı dünkü yazım. 12 Mart(1971) ve 12 Eylül’de(1980) iki kez askeri darbe yemiş Demirel’le Ecevit’in, daha sonraki başbakanlık dönemlerinde siyasal rejimi demokrasi rayına neden oturtamadıklarını sormuştum.
Ecevit, 1970’lerdeki ilk başbakanlık döneminde askerin içinde örgütlü ‘kontrgerilla‘dan duyduğu rahatsızlık ve kuşkulara rağmen bir şey yapamamıştı.
Demirel, 12 Mart’tan sonra bir defa da 12 Eylül öncesinde, Türkiye’nin kanlı bir ‘darbe ortamı‘na sürüklenişini eli kolu bağlı seyretmiş, ancak darbe sonrası ayılmaya ve askeri eleştirmeye başlamıştı.
Hem Demirel hem Ecevit özellikle ‘siyasal yasaklı’ oldukları 1980’lerde askerin ‘seçilmiş siyasi otorite‘ye tabi olmasının önemi üstünde durmuşlardı.
Arada bir, “Rejimi kurtarıcılardan kurtarmak lazım!” diye demeçler de vermişler ama daha çok kapalı kapılar arkasında yakınmakla yetinip, herhangi bir siyasal eylem planı geliştirmemişlerdi.
Neden?
Birbirlerine hiç güvenmediler.
Adeta siyah ve beyazdılar.
Hayata bakışları çok farklıydı.
Demirel’le Ecevit, ortak bir ‘demokrasi platformu‘nda buluşup bu ülkenin ‘kontrgerillası‘nı, ‘derin devleti‘ni hukukla bağlayarak, askerini ‘seçilmiş hükümet‘e tabi kılacak bir demokrasi kültürü ya da derinliğine de sahip değildiler.
Bu açıdan, Demirel’in kendisini deviren 12 Mart askeri darbesinin idamlarına Mecliste yeşil ışık yakması ibret vericidir.
Kısacası:
Yıllar geçti, Türkiye’yi birinci sınıf demokrasi yapma yolundaki vaatleri lafta kaldı Demirel’le Ecevit’in.
Türkiye eğer bugüne kadar birinci sınıf demokrasi olabilseydi, bu ülkede biz hâlâ siyasal cinayet ve suikastlerden, faili meçhullerden, asker içinde darbe tertiplerinden, gizli cephaneliklerden, darbe ortamlarından söz etmiyor olurduk.
* * *
Yalnız Demirel’le Ecevit mi?..
Elbette değil. 
Önceki akşam NTV’de Can Dündar’ın programında Mesut Yılmaz’ı izliyorum.
Susurluk’u anlatıyor.
Gayet iyi özetliyor:
“Terörle mücadelede hukuk bizde bir yana bırakıldı. 12 Eylül döneminde ASALA’ya karşı Emniyet’te kırk elli kişilik bir takım oluşturulmuştu. Onlar görevlerini yaptılar. Sonra PKK terörü başladı. Önce doğru teşhis konulamadı olaya... Tansu Çiller’in Başbakanlığı döneminde, ASALA’ya karşı kurulmuş olan grup 1993-94 yıllarında yeniden örgütlendi, Özel Harekat Dairesi adıyla... Hukuk dışına taşıldı burada. Faili meçhuller yaşandı. Hukuksuzluğa göz yumdu bazı devlet kurumları...”
Hangi devlet kurumları?
Bakışları sabitleniyor Yılmaz’ın. Yüz hatlarına o belli belirsiz bir gülümseme gelip oturuyor. Hangi devlet kurumları? Polis mi, jandarma mı, asker mi, MİT mi, devletin hangi kurumu hukuksuzluğa göz yumuyor?
Asker, JİTEM’i kabul etti mi? MİT yeterli bilgi verdi mi? Genelkurmay, asker kişilere dönük suç duyurularını karşılıksız mı bıraktı? Yılmaz bu konularda üstü örtülü bir havada...
Çiller’i eleştiriyor daha çok:
“Zamanın Çiller hükümeti de faili meçhul cinayetlerin üzerine gitmedi. İşte Susurluk böyle doğdu.”
Yılmaz, Çiller’den sonraki kendisinin bir buçuk yıllık başbakanlık dönemini anlatırken şöyle diyor:
“Başbakan olduktan sonra Başbakanlık Teftiş Kurulu’nu harekete geçirdim. Susurluk Raporu böyle ortaya çıktı. Yargı mekanizması harekete geçti. Faili meçhuller de birden bire durdu.”
Faili meçhul cinayet bir süre için durmuş olabilir.
Ama Susurluk aydınlandı mı?
Hayır, karanlıkta kaldı.
Karanlıkta kaldığı içindir ki, bugün Ergenekon yaşanıyor. Karanlıkta kaldığı içindir ki, bu ülkede siyasi cinayetlerin, suikastların, darbe tertiplerinin sonu alınamıyor.
Yılmaz keşke başbakanlığı döneminde, kendi deyişiyle ‘hukuksuzluğa göz yuman devlet kurumları‘ndan da hesap sorabilseydi.
Yılmaz, hesabı sadece Çiller’e kesmek yerine, keşke o devlet kurumlarının kendi içlerinde ‘temizlik’ yapmalarını sağlayacak siyasal kararlılığı da gösterebilse, TBMM’nin kendi hukukuna sahip çıkması için siyasal inisyatifler geliştirseydi.
Bunlar olamadığı içindir ki, Yılmaz da o tarihlerde, 28 Şubat’ta kendi siyasal hesapları için askerle uzlaştığı içindir ki, bu ülkede ‘asker sorunu’ bir türlü çözülemiyor, siyasal rejim bir türlü sivilleşemiyor, demokratikleşemiyor.
* * *
Programda izliyorum Mesut Yılmaz’ı. Aradan 12-13 yıl geçmiş, daha hâlâ “Hukuksuzluğa hangi devlet kurumu göz yumdu, faili meçhulleri hangi devlet kurumu görmezlikten geldi?” sorularına damardan girip pat diye yanıt vermiyor.
Geçiştiriyor bu konuyu.
Neden?..
Yine bakıyorum Yılmaz’a, Susurluk’u gayet iyi anlatıyor ama Ergenekon’a gelince fren yapıyor.
Neden?..
‘Eskiler’ hep böyledir.
Bu ülkede ‘asker sorunu’ nedir bal gibi bilirler, ama bu sorunu parmaklarının ucuyla bile tutmaktan kaçınırlar.
Bunun yerine Demirel’le Ecevit, Demirel’le Özal, Çiller’le Yılmaz örneklerinde olduğu gibi kendi kendileriyle didişmeyi, kavgayı tercih ederler ve bunu demokrasi zannederler.
Susurluk’u bilirler ama sonuna kadar gitmezler. Ergenekon’u bilirler ama fren koyarlar, ‘siyaset yapma ayağı’na...
Aklıma takılıyor soru:
Devletin tepelerindeki ‘sivil-asker uzlaşmaları‘yla veya ‘teslimiyetçilik’le, Ergenekon’da da perde tıpkı Susurluk’ta olduğu gibi kapanacak mı?
Yarın üçüncü yazı...

MİLLİYET

YAZIYA YORUM KAT