1. YAZARLAR

  2. İbrahim Sediyani

  3. İslamî Kimlik, Kürt Sorunu ve Demokratik Açılım
İbrahim Sediyani

İbrahim Sediyani

Yazarın Tüm Yazıları >

İslamî Kimlik, Kürt Sorunu ve Demokratik Açılım

13 Nisan 2010 Salı 23:40A+A-

(Bir insanla röportaj yapmak, sonra da cevapları beğenmeyince röportajı yayınlamamak, günlük Türk ulusal gazetelerinin yeni yayın politikaları sanırım. Velhasıl, birkaç ay önce sevgili Mehmet Pamak’ın başına gelen olay, bu kez de benim başıma geldi. Aynı gazete değil ancak aynı frekansta yayın yapan bir gazete. Sorun değil; röportajı, bu söyleşiyi yapan gazeteden daha fazla okunan ve Kürt sorunu ile ilgili olarak çok daha fazla ciddîye alınan Haksöz sitesindeki köşemde yayınlatıyorum. O gazeteye tavsiyem ise, günün birinde bir daha benimle herhangi bir konuda röportaj yapmak isterlerse, lütfen sorularla birlikte cevapları da göndersinler. – İ. S.)

 

Öncelikle Özedönüş Yayınları arasında yeni çıkan “Adını Arayan Coğrafya” isimli kitabınızdan başlayalım. Bölgeyi bizzat ilçe ilçe gezerek hazırladığınız ve alanında bir ilk olan bu çalışmayı yapmaktaki amacınız neydi? Köylerin eski isimlerine kavuşması neden önemli?

Cumhuriyet tarihi boyunca 12 bin 211’i köy ismi olmak üzere 28 bin yerleşim biriminin adı zorla değiştirilmiştir. Başka bir ifadeyle ülkemizdeki köylerin takriben yüzde 35’inin adları değiştirilmiştir. Bunlar yerleşik halkın rızası olmadan, tamamen asimilasyon amaçlı yürürlüğe konan bir politikanın sonucudur. Bütün Kürtçe, Lazca, Rumca, Ermenîce, Arapça, Çerkezce isimler silinmiş, hepsinin yerine uydurma Türkçe isimler verilmiştir. Bu politika yoğun olarak Kürt nüfûsun yaşadığı Doğu ve Güneydoğu ile Laz ve Gürcü nüfûsun yaşadığı Karadeniz bölgelerinde uygulanmıştır.

Bu asimilasyon politikası hem bölgenin kavmî kimliğini ve dilini, varlığını, hem de bölgenin İslamî dinamiklerini yok etmeyi amaçlamaktaydı. Bakınız, Doğu ve Güneydoğu’daki yerleşim birimlerinin eski gerçek isimlerini incelediğinizde, daha ilçelere ve köylere kadar inmeden, daha ilk etapta illere baktığınızda bile İslamî bir kimlikle karşılaşırsınız. Kürt illerinden üçü peygamber ismi, biri de sahabe ismi taşımaktadır. Şırnak’ın gerçek ismi Şehr-i Nûh’tur ve Hz. Nûh (as)’in kabri de buradadır. Yine Hz. Nûh’un gemisi Cûdî Dağı’na oturmuştur ki Cûdi’nin adı Kûr’ân-ı Kerîm’de, Hûd sûresinin 44. âyetinde geçmektedir. Yine Urfa’nın gerçek ismi de Riha’dır ve Hz. İbrahim (as)’in adından geldiği kuvvetli bir ihtimaldir. Urfa’nın ilçesi var, Harran diye. Harran, Hz. İbrahim’in kardeşinin adıdır. Aynı şekilde Bitlis’in gerçek ismi Zûlqarneyn’dir. Bununla birlikte, Diyarbakır’ın gerçek ismi de Diyarbekir’dir ve adını, Hz. Ömer (ra) tarafından Medine’den İslam daveti için bölgeye gönderilen ve 637 yılında Kürt halkının İslam ile şereflenmesine vesile olan sahabe Bekr ibn-i Vail’den almaktadır.

Bölgedeki yerleşim birimlerinin eski gerçek isimlerini istemek, hem yapılan bir zûlme ve asimilasyona, bir halkın varlığını, dilini ve tarihini inkâr politikalarına karşı çıkma adına, hem de coğrafyamızın İslamî kimliğini ve isimlerdeki İslamî dinamikleri koruma adına Müslümanlar açısından büyük bir zarurettir. Medine ismi, Kahire ismi, Dar’us- Selam ismi veya İslamâbâd ismi ümmet için ne anlam ifade ediyorsa, Diyarbekir ismi de odur. Hatta daha fazlasıdır.

Kitabı Doğu, Güneydoğu ve Karadeniz bölgelerini ilçe ilçe gezerek 4 yılda tamamladım. 40 il, 368 ilçe ve 7 bin 526 köyün eski ve yeni isimlerini saptayarak bunları bir kitapta topladım. Bu kitabımın, alanındaki ilk çalışma olmasından dolayı mutluyum elbette. Ancak aynı zamanda son çalışma da olursa, daha mutlu olacağım. Yani isimlerimizi geri istiyoruz.

Kürt halkının çoğunluğunun dindar ve İslamiyet’e bağlılığı düşünüldüğünde dinin bölge için ne gibi bir önemi vardır?

Dîn, yani İslam’ın dünyadaki herhangi bir Müslüman coğrafya için önemi neyse bizim coğrafyamız için de önemi odur. Bu açıdan Kahire, Tahran ve İstanbul için nasıl ki farklı veya daha az  / daha çok bir önemden bahsedilemezse, Konya, Rize ve Diyarbakır için de bahsedilemez. Soruyu bu açıdan sorarsak, cevabını da ancak “ümmet” ekseninde bulabiliriz.

Ancak soruyu, salt Müslüman kavimler arasından bir kavim olan Kürtler açısından sorarsanız, o zaman şunu rahatlıkla söylemek ve teslim etmek gerekir: İslam’ın hem Kürt halkı için, hem de Kürtler’in mezkur bulunduğu coğrafya için önemi çok büyüktür. Hatta öyle ki, pek çok özelliğiyle, diğer Müslüman coğrafya ve kavimlere kıyasla çok daha fazla bir öneme sahiptir.

Kürtler’in ve Kürt coğrafyasının toplu olarak İslam ile şereflenmesi Hz. Ömer (ra) zamanında, 637 yılındadır. Bunu 639 olarak söyleyen kaynaklar da mevcuttur ancak doğrusu 637’dir. Başka bir ifadeyle, Allâh Resûlü’nün (anam, babam ve çocuklarım O’na fedâ olsun) vefâtının üzerinden henüz 5 yıl gibi kısa bir süre geçmişken Müslüman olmuşlardır. Kürtler, Araplar’dan sonra Müslüman olan ilk halktır; aynı zamanda Kürdistan coğrafyası da Arap Yarımadası’ndan sonra İslam güneşi ile aydınlanan ilk coğrafyadır. Kürtler’in Müslüman olmasıyla, İslam ilk kez Arap Yarımadası’nın dışına çıkmış oldu; aynı zamanda Araplar’dan oluşan bir dîn olmaktan çıkıp evrensel, cihanşümûl karakteristiğine ilk somut adımı da atmış oluyordu.

Bu bahsettiğimiz, Kürt halkının ve yaşadıkları toprakların toplu olarak İslam hidayetine kavuşmasıdır. Ancak bireysel bazda, daha iki cihan güneşi Hz. Muhâmmed (sav)’in sağlığında İslam ile ve Resûlullâh ile tanışıp Müslüman olan Kürtler vardır. Yani Kürt sahabeler. Bunlar daha çok ticaret ile uğraşan, ticaret kervanlarıyla Mezopotamya’dan Hicaz’a gelip giden Kürt tüccarlardır. Bu Kürt sahabeler, aynı zamanda Hicaz’dan memleketlerine döndüklerinde, yeni tanıştıkları ve imân ettikleri dîni çevrelerinde anlatıyor, teblîğ ediyorlardı.

İlk Kürt sahabe, başka bir deyişle tarihte Kelime-i Şâhâdet getirip Müslüman olan ilk Kürt, Zozan isminde bir kadındır. Nasıl ki Müslüman olan ilk kişi bir kadın (Hz. Hatice) ise, Müslüman olan ilk Kürt de bir kadındır. Zozan’ın haricinde, yine önemli bir Kürt sahabe de Caban el- Kûrdî’dir. Ancak ne hikmetse, son yüzyılda İslam toplumunu etkisi altına alan kavmiyetçi ve inkârcı tesirlerden midir bilinmez, Caban el- Kûrdî’nin ismi kimi kaynaklarda Caban el- Surdî olarak geçer. Caban’ın oğlu Meymun el- Kûrdî de Müslüman olmuştur. Bunlar baba – oğul sahabeler idiler; Peygamber Efendimiz’in ashâbı ve arkadaşı idiler.

Caban el- Kûrdî, Resûl-i Ekrem tarafından Bazen bölgesine atanan bir validir. Kendisi aynı zamanda İslam’ın ilk valilerindendir. Peygamber Efendimiz (sav)’in belki de tartışmasız en meşhur ve en çok konuşulan hadisi olan şu hadis-i şerîfini nakleden kişi, Kürt sahabe Caban el- Kûrdî’dir: “Sizlere iki ağır emanet bırakıyorum, onlara sımsıkı sarılın: Biri Kûr’ân, öbürü de benim sünnetim. Bu ikisi asla birbirinden ayrılmaz ve havzada birlikte bana gelirler.” Tirmizi bu hadisi Cabir bin Abdullâh’tan, o da Caban el- Kûrdî’den nakletmiştir.

Bunun gibi daha birkaç Kürt sahabe daha vardır. Tabiî bunlar daha İslam’ın ilk yıllarında bireysel olarak Müslüman olmuş Kürt sahabelerdir. Kürtler’in toplu olarak İslam’a girmesi, ikinci halife Hz. Ömer (ra) zamanındadır. Nitekim Türkiye’nin en eski camii de, Diyarbakır’daki Ulu Camiî’dir. Diyarbakır’daki cami, bugünkü Türkiye sınırları içindeki ilk camidir.

Dört halife döneminden sonra başlayan saltanat dönemlerinde Kürtler’in İslam tarihinde büyük ağırlıkları olduğunu görüyoruz. 750 yılında, Ehl-i Beyt’le birlikte hareket ederek 89 yıllık Emevî yönetimine son veren Ebû Mûslim, Horasanlı bir Kürt’tür. Ebû Mûslim, Musul yakınlarındaki savaşta Emevî hükümdarı Mervan’ı yenerek onların hükümdarlığına son vermiştir ki, diğer bir ilginçlik de şudur ki, bu son Emevî hükümdarı Mervan’ın da annesi Kürt’tür.  

Kürtler’in İslam’a hizmetleri değil paragraf paragraf, kitap kitap anlatılsa bitmez. İslam tarihinin en büyük komutanı da yine Kürtler arasından çıkmıştır. Selahaddin Eyyûbi Kürt’tür. Asıl ismi Yusuf olan ve İslam’a yaptığı hizmetler, İslam sancağının ve topraklarının korunması uğruna yaptığı cihadlardan dolayı Arapça’da “dînin onuru” anlamına gelen Selahaddin ismi kendisine sonra verilen Selahaddin Eyyubi, Hezbanî Kürtleri’ndendir ve Ravadiye Kürt aşiretinin Şadî koluna mensuptur.

10. – 12. yüzyıllar arasındaki dönemler Kürtler’in İslam tarihinde en çok ön saflarda olduğu dönemlerdir. Orta Asya, Libya ve Yemen toprakları, Kürtler’in yaptığı fetihlerle İslam’laşmışlardır. Aynı şekilde bugünkü Pakistan ve Hindistan topraklarına İslam davetini götürenler de Kürt akıncılardır. Bütün bu adlarını zikrettiğimiz coğrafyaları Müslüman’laştıranlar Kürtler’dir.

Kürtler yalnızca cihad alanlarında değil, ilim ve fen alanında da İslam’a ve insanlığa hatırı sayılır katkıda bulunmuşlardır. Ebu’l- Fida, İbn-i Athir, İbn-i Şeddadî ve İbn-i Kuteybe gibi tarihçiler, Suhreverdî ve Ayn’el- Qudat Hemedanî gibi filozoflar, İbn-i Faldan gibi gezginler, Safi’ud- Dîn Urmawî ve Mûhâmmed İbn-i Kâtip Erbilî gibi müzikologlar, İbrahim Mawsilî, İsmail Mawsilî ve Zeriyab gibi müzisyenler Kürt idiler. Yine Kürt olan diğer şahsiyetler arasında mimar ve mühendis Munis, matematikçi ve gökbilimci Muhuddin Ahlatî, biyograf İbn-i Halikan, ansiklopedici İbn-i Nedim, âlim Ebû Hanife Ahmed Dinawerî’yi sayabiliriz. Tabiî isimlerini sayamadığımız daha onlarca değerli ilim ve bilim adamı mevcuttur. 

Neden Türkiye’de Kürt sorununu konuşuyoruz? Neden bir Arap sorunu, Çerkez sorunu, Laz sorunu yok?

Gayet basit: Çünkü bu ülkede Araplar’ın da, Çerkez ve Lazlar’ın da yaşadığı, ne hikmetse sadece Kürt sorunu konuşulduğu zaman hatırlanıyor da ondan. Hayatları boyunca bir kez bile olsun Çerkezler’in sürgün edilmiş olmasını, Lazlar’ın nerdeyse tamamen asimile edilmiş olduklarını, Karadeniz’de de binlerce köy isminin değiştirildiğini, Lazca’nın gittikçe unutulduğunu ve önlem alınmazsa yakın bir zaman içinde unutulan diller arasına karışacağını, evet, bütün bu acı gerçekleri bir kez olsun kendilerine dert edinmemiş, bir kez olsun bunun ızdırabını yaşamamış ve dâvâsını gütmemiş kişi veya çevreler, ne zaman Kürtler’den veya Kürtçe’den söz açılsa, “Ama bu ülkede Lazlar da, Çerkezler de, Araplar da, Gürcüler de…” diye başlayan cümleler kurarlar.

Benim kaleme aldığım “Adını Arayan Coğrafya” adlı kitapta, Türkiye’de isimleri değiştirilen Laz, Gürcü ve Çerkez köyleri de var. Binlerce köyün eski ve yeni ismi hem de. Lazlar’ın, Çerkez ve Gürcüler’in uğradıkları zulüm ve asimilasyonu gerçekten dert edinenlere, kitabımı temin edip okumalarını tavsiye edebilirim.

Bediüzzaman’ın bölgeye uyarlanabilecek “cehalet, zaruret, ihtilaf” gibi hastalıklar için önerdiği “sanat, marifet, ittifak” reçetesini nasıl değerlendirmek gerekir?

Bediuzzaman’ın bu reçetesi, sadece bugün için ve bu bölge için değil, yeryüzündeki tüm coğrafyalar için ve aynı zamanda tüm zamanlarda en uygun reçetedir zaten. “Cehalet, zaruret, ihtilaf” gibi hastalıklar için “sanat, marifet, ittifak” reçetelerine itiraz edebilecek kimse çıkar mı ki? Sanmıyorum. Ancak bir reçete, o reçeteyi uygulayacak olanların elinde yapısal gerçeklik kazanır. Savunmasız ve mazlum Uygur halkını, kadın ve çocuk demeden demir çubuklarla ve küreklerle döven, kaldırım taşlarıyla kafalarına vuran Çin de sosyalisttir, başta Gazze ve Filistin olmak üzere dünyadaki mazlum halklara ve işgale karşı verdikleri onurlu direnişlere destek veren, her yerde mazlumun yanında yer alan Venezuela da. Aynı şekilde İran da İslam Cumhuriyeti’dir, Pakistan da, Moritanya da, Komorlar da. Bunun gibi, AK Parti de “Biz vatanı seviyoruz” diyor, Ergenekoncular da.

Bugün çok boyutlu reçetelere ihtiyacımız var. Çünkü Kürt sorunu aynı zamanda bir rejim sorunudur. Militarizm sorunudur. Ulusalcılık sorunudur. Çözümleri üretirken dine, sistemin sorunlarını çözmede araç muamelesi yapılması tehlikesini de görmek gerekiyor. Dinin çözümün üretiminde olmazsa olmaz görülmesi, nasıl bir din tanımı yaptığınızla da doğrudan ilgili bir mesele. Zira bugün maalesef muhafazakar kesimlerin şuur altlarında derin milliyetçilik duyguları var. Militarizm de bunu besliyor. Buna yönelik eleştirilerde bulunduğunuzda ilk önce bu kesimlerden tepkiler alıyorsunuz. Bu ise ed-din’in doğru algılanması meselesini gündeme getiriyor. Zira bugün bölgede yaşanan kaos ve fitne ortamı bir sebep değil, bir sonuçtur. Bu sonuca nasıl ulaşıldığını İslami kimliğimize ve ed-din’e uygun sorulara uygun cevaplarla anlayabiliriz. Dolayısıyla rejimin yapısı, geçmişten bugüne gelen ve inkar, baskı, asimilasyon, tehcir, katliam vb. uygulamaları dinimizin kaynaklarına uygun bir şekilde sorgulayamazsak, çözümümüz de o oranda yanıltıcı olur. Birilerinin çözüm diye ortaya attıklarına katkı malzemesi olur.

Bediüzzaman’ın bölgenin sosyo-kültürel yapısını da dikkate alarak önerdiği, din ve fen ilimlerinin kaynaştırıldığı bir üniversite modeli olan “Medrese’tuz- Zehrâ” projesinin bölge için önemi nedir?

Üstâd Bediuzzaman’ın “Medrese’tuz- Zehrâ” projesinin amacı, Van ilimizi bir El Ezher, bir Kum haline getirmekti. Ve çok önemli bir projeydi ancak ne hazindir ki hayata geçirilmedi. Bırakmadılar. Gerçekleşseydi, belki bugün daha güzel günler yaşıyor olabilirdik. Allahualem, bunu ancak Allâh bilebilir, biz bilemeyiz.

Bugün için konuşursak… Bu sorun bugün için genel bir problem. Eğitim konusu, sadece bölgenin değil, tüm Türkiye’nin sorunu. Dolayısıyla bir din eğitimi verirken hangi zihniyete göre verilecek? Resmi ideoloji ve resmi eğitimle hesaplaşmadan ortaya konulacak girişimler belki Üstâd Bediuzzaman Said-i Nûrsî döneminde anlam ifade edebilirdi, ancak bu dönem farklı. Çocuklarınız okumak istiyor ama başörtü yasağıyla karşılaşıyor. 6 yaşından itibaren törenlerle, andlarla tornadan geçirilmeye çalışılıyor. Ayrıca bu projenin, bunca “ilahiyat fakültesi” varken farkı ne olacak diye de sormak gerekiyor. Mesela Van’da bir üniversite var ama oraya kimler hakim? Ya da muhafazakar kimliğe sahip birileri hakim olduğunda resmi şablonların dışına ne kadar çıkabilecek? Önce bu konuyu düşünmek ve nasıl aşabileceğimiz hususunda kafa yormak gerekir.

Toplumsal ortak payda size göre nedir? Devletin, hükümetin bu noktada ne gibi bir girişimi olmalıdır?

Biz bu topraklar üzerinde yüzyıllardır kardeşçe yaşamış halklarız. Bu birlikteliğin bozulmaması için herkes ne olursa olsun, ister Alevî ister Sünnî, ister Çerkez ister Laz olsun, ister Türk ister Kürt olsun, üzerine düşen sorumluluğu yerine getirmesi lazımdır. Bu ülkenin asıl sahipleriyiz ve bu ülkenin bir parçasıyız. Anadolu demek tek bir din, dil, mezhep, ırk demek değildir. Müslüman, Hristiyan, Musevî, Alevî, Sünnî, Kürt, Türk, Laz, Çerkez, Arap, Ermenî, Rum, Süryanî, Çingene, hepimiz aziz milletimizin öz evlatlarıyız. Bunlardan biri eksik olursa bu kadim coğrafyanın ahengi bozulur. Anadolu demek bunlardan sadece biri veya birkaçı demek değildir; Anadolu demek bütün bunların hepsi demektir. Bu topraklarda doğan, bu toprakların kokusunu teneffüs ederek büyüyen ve kendini bu topraklara ait hisseden herkes bu coğrafyanın çocuğudur. Hiç kimse kendisini bu toprakların asıl sahibi ama yekdiğerini bir yabancı, sığıntı olarak görmemelidir. “Ortak payda”dan benim anladığım budur; milletin ve ülkenin salahiyetini de bu paydada görüyorum açıkçası. Devlet veya hükûmet, ne gibi girişimler yapması gerektiğini bu satırlar arasında rahatlıkla bulabilir.

Yeni bir anayasa ihtiyacı sizce var mıdır? Yeni bir anayasa yapılacaksa ilk göze çarpan özelliği sizce ne olmalıdır?

Vardır. Hem de ivedi olarak. Yeni anayasa “sivil” olmalıdır; şimdilik sadece bunu söylemekle yetineyim.

“Demokratik Açılım Süreci” hususunda uygulanabilecek somut önerileriniz var mı?

Halkın rızası alınmadan ve sırf asimilasyon amaçlı isimleri değiştirilen 28 bin yerleşim biriminin eski gerçek isimleri tekrar iade edilmelidir. Bütün isimler; 27 bin 999 değil, 28 bin ismin tamamı. Hem de hemen; hiçbir pazarlık veya kem küm’le vakit kaybedilmeden. Kürtçe ve diğer diller önündeki tüm engeller kaldırılmalıdır. Yeni bir “vatandaşlık” tanımı getirilmelidir. Biz kardeşiz, hem de bin yıl değil, Adem’in çocuklarından beri. Bir aileyiz. Ancak bunun resmiyete geçmesi lazım. Kavmî kimliğiniz, diliniz, velhasıl varlığınız resmiyette tanınmadığı zaman, “Biz bir aileyiz, hepimiz Müslüman’ız” söylemlerinin bir anlamı kalmıyor. Evet aynı dîne inanıyoruz, kıblemiz bir ama sadece “dînî nikâh” ile evlilikler yürümüyor, “resmî nikâh” şarttır. Resmî nikah olmadığı zaman eşlerden birinin hiçbir hakkı bulunmuyor, her şeyin tapusu senin elinde. İstediğin zaman iyi geçiniyor, istediğin zaman kafasına vuruyorsun. Her şeyin tapusu sende. Her şeyin üzerinde senin ismin yazıyor. Hiçbir yerde hayat arkadaşının ismi yok, her şey ama her şey senin ismini taşıyor. Bu nasıl bir evliliktir? Bu hal devam ederse, “Demokratik Açılım” ile başlayan “cicim ayları” bittiği zaman yine kafasına vuracaksın.

Son olarak neler söylemek istersiniz?

AK Parti hükûmeti olumlu bir adım attı. “Demokratik Açılım” veya “Millî Birlik Projesi” denen hükûmet programının mutlaka desteklenmesi gerekiyor. Eksik veya arızalı, her ne olursa olsun, ülkedeki erdemli kişi ve kesimlerin bu projeye destek vermesi gerekir. Noksanları varsa bunu dile getirir, hükûmete hatırlatırsınız. Onlar da bu hususta herkesin fikrini almaya, herkesle görüşmeye hazır olduklarını, bunu bizzat kendileri istediklerini ta baştan söylediler zaten. Eksikleri olabilir, ancak hiçbir şey yapılmamasından daha iyidir.

Ayrıca, sorunun çözümüne yönelik ideolojik yaklaşımlar ve kaynağını siyasî mefkurelerden, dünya görüşlerinden alan çözüm önerileri sunmak gibi tuhaf davranışlardan da kaçınılmalıdır. Hükûmet “Gelin bu yakıcı sorunu elbirliğiyle çözelim” diyor; fakat muhatap olacak kesimler ne yapıyor? Kimi “İslamî çözüm” diyor, kimi “sosyalist çözüm” diyor, kimi de başka bir siyasî kafayla konuşuyor. Sanırsınız ki orda bir kurtuluş savaşı verildi, şimdi yeni bir ülke kurulacak, o ülkeye ideoloji aranıyor; ülke hazır ama hangi rejimle yönetileceği daha belli olmamış. Sorun zaten rejimin 90 yıldır bölgeye ideolojik bir kafayla yaklaşmasından kaynaklanmıyor mu? Orda yeni bir devlet kurulmuyor; ülkemizin bir bölgesinde bir sorun var ve o sorunun çözülmesi gerekiyor. Binlerce köy ismi değiştirilmiş, insanların anadilleri yasaklanmış. Hükûmet “Bunu çözelim” diyor. Sana elini uzatıyor, “Var mısın yok musun?” Sen ne yapıyorsun? Kütüphanendeki siyasî ve ideolojik kitapları alıp gidiyorsun. Kucağında kitaplarla gidiyorsun. Bırak kitabı; kimseyle kucaklaşamazsın kucağında kitaplar varken.

YAZIYA YORUM KAT

10 Yorum