1. YAZARLAR

  2. ASIM ÖZ

  3. Irak’ı Anlamak İçin Dört Sözcük
ASIM ÖZ

ASIM ÖZ

Yazarın Tüm Yazıları >

Irak’ı Anlamak İçin Dört Sözcük

02 Temmuz 2008 Çarşamba 14:23A+A-

1920’li yıllardan bu yana Irak'ın yönetimi İngiltere ve ABD olmaksızın anlaşılmayacak bir yapı arzeder. Önce Birinci paylaşım savaşı akabinde, İngiltere küçük bir aşiret isyanı sandığı bir ayaklanmayla karşılaşır. Olayları bastırmak için Ortadoğu'da savaş dönemindeki bütün harekâtlar için harcadığı tutarın altı katından fazlasını harcar, altı ay boyunca tüm halkla savaşır, çok sayıda kayıp verir ve bu durumun aslında bir bağımsızlık savaşı olduğunu anlar. Sonuçta, Irak'ın Londra'dan yönetilmesine imkân tanıyacak 'yerel' bir yöneticiyle sorunu çözme kararı alınır. 'Yerel çözüm' hakkında Parlamento'yu bilgilendirmeye hazırlanan dönemin Sömürgeler Bakanı Winston Churchill 'Irak'ı anlamak' için yardımcısından yardım ister. Ama bunu pek başaramazlar. Irak’ı işgal eden ABD de eski sömürgeciler gibi Irak’ı anlamayı başaramıyor.

Peki bu ülkeyi ve halkını anlayabilmenin yolu ve yöntemi ne? Irak'ın özgün yanı nedir? Bu sorulara çeşitli stratejistler, çeşitli milliyetçilikler kendilerince anlam verebilirler. Nitekim bu anlamları her gün şu veya bu düzeyde dinliyoruz. Kimisi aklımızı çeliyor, kimisi acaba sorularını doğuruyor zihnimizde. Amerikalı tarihçi William R. Polk, Irak'ı Anlamak (NTV Yayınları, 2007) adlı kitabında bu soruların yanıtını Irak'ın tarihinde, 'eski çağlardan kalma temaların, tutumların, korkuların ve umutların sürekli yankılanması'nda buluyor ve kitabın daha başında oldukça özcü sayılabilecek şu sonuca varıyor: 'Hiç bilmeseler bile Iraklılara kendi tarihleri yön veriyor'.

Daha sonra yazar ilk zamanlardan bu güne uzanan bir Irak tasviri sunuyor: İlk durak, Kadim Irak yani; Sümer,Babil, Asur, Akkad ve Perslerin hakimiyet için birbirini 'yediği' 'Kadim Irak'. Sonra Abbasi yönetiminde refah düzeyi yükselen 'İslami Irak'a, daha sonra petrol için kalmayı çok isteyen ama buna gücü yetmeyen 'İngilizlerin Irakı'na ardından bir sürü darbe sırasında General Kasım ve tabii ki Saddam Hüseyin'in öne çıktığı 'Darbeler Ülkesi'ne gidiyoruz. Son olaraksa, 1991'deki ilk Körfez Savaşı'yla başlayan ve varlık nedeni Polk'a göre petrol veya maddi çıkarlar dışında bir şey olmayan 'Amerikan Irak'ına uzanan bu beş bölümlük son derece hızlı ve tasviri bir biçimde anlatılıyor.

Polk'un üzerinde durduğu bir başka şey daha var kitapta: Kelimeler. Elbette yakım ve yıkım ortamında Latin özdeyişinde olduğu gibi Res! Non Verba!” yani “kelimelerden değil gerçeklerden bahsedelim!” daha doğru ve hakkaniyetli bir yaklaşım. Ancak yapılan yorumlar salt zihni patinaj yapmakla ilgili olmadığı için son tahlilde kelimeler ve gerçekler birbiriyle tümden ilgisiz ve ilişkisiz değil. Folk’a göre Irak’ı anlamak dille kelimelerle başlıyor. ABD görevlilerinin yeterli düzeyde Arapça bilmemeleri ya da Irak işgali gündeme geldiğinde büyük ölçüde kendi gündemlerini ABD’ye yansıtan Iraklı muhalif gruplara dayanmak zorunda kalışları gibi unsurlarla işgalin başarısı için yol yöntem önerme gibi yanlış anlaşılmaları da içinde barındıran bu yaklaşım dil konusunda biraz tutarlı açıklamalar yapmıyor değil. ABD askerlerinin dilini anlamadıkları bir ülkedeki işgalci varlıklarının oluşturduğu yanlış anlamaların somut işgal dışında binlerce insanın katledilmesine sebebiyet verişini anlamak için birkaç Hollywood filmi yeterde artar bile.

Esas olarak kültürel yanlış anlamalara değinen ve Arapça’yı iyi bilen Folk, kitabın ilk bölümünde yanlış anlamalara sebep olarak gördüğü birkaç Arapça kelimenin köklerine inerek ve bu kelimelerin anlamlarını irdeleyerek açıklıyor.

Yazar 2005 yılında yazdığı kitabında önce Arapça ile ilgili genel yaklaşımını ortaya koyuyor: “Arapça, öğrenilmesi yılları alan zor bir dildir; İngilizce gibi Hint-Avrupa değil, Sami dil "aile"sine mensup olduğu için, ona benzemeyen bir düzene dayanır. Kavramları bir yabancının kolay kavrayamayacağı çağrışımlar uyandırır. Dahası, Arapça yaklaşık iki bin yıllık edebiyatı temsil eden kadim bir dildir. Bu edebî tarzı günümüz okurları için anlaşılır kılan şey, okul çağındaki bütün çocukların ezberlediği Kuran ve şiirlerde "donmuş" olmasıdır. Dolayısıyla, tekil kelimelerin sözlük "anlam"larının ötesinde modern düşünce açısından temel nitelikteki dokundurmalar, çağrışımlar ve anılar yatar.” Bu çağrışımlar kısmen temel anlamlarda kökleşmiştir ona göre. Yazar burada kelimelerin kök anlamları üzerinde çalışarak  anlama ulaşmanın mümkünatı üzerine ifade ettikleri ile M. Kürşad Atalar’ın  On Tez kitabında dile getirdiği görüşleri çağrıştırmaktadır.  Folk bu çerçevede kök anlam vurgusunu şöylece açımlar: “İbranice ve diğer Sami dillerinde olduğu gibi, kelimenin genllikle üç ya da dört ünsüz harften oluşan "kök"ü morfolojik değişikliklerin sabit bir kavramın oldukça karmaşık anlamlar kazanmasını ve bu anlamların hepsinde temel kavramın varlığını korumasını sağlar. Sözgelimi İngilizce ve Fransızca'nın böyle içsel ilişkileri barındırmaması nedeniyle, yerli dili konuşan açısından önemli olan şey çeviride çoğu kez kaybolur. Amerikan siyasetini haber konusu yapmak üzere Amerika'ya gelen, ama İngilizce konuşamayan ve Amerikan toplumu ile kültürü hakkında çok az şey bilen ya da hiçbir şey bilmeyen bir yabancı muhabiri nasıl karşılayacağımızı düşünürsek, bu durum açık seçik anlaşılır.”

 Folk dile ilişkin bu düşünceleri akılda tutarak, günümüz basınında sıklıkla karşımıza çıkan dört kavrama, "şehit", "kutsal savaş", "dinsel önder" ve "önceki" terimlerini bu yöntem doğrultusunda anlamlandırır. Tabii çevirmen Nurettin Elhüseyni’nin kültürel belleği Folk’un itiraz ettiği anlamlandırma ufuklarından birine yakın durduğu için olsa gerek selef kavramına gerici karşılığını vermekten geri durmamıştır.Yine mücahid  sözcüğünü karşılamak için kullandığı militan sözcüğü için de  aynı durum geçerlidir.  Belki ileride bir gün o da tıpkı Şadan Karadeniz gibi Uçan Kaçan Sözcüklerin Ardında kitabına benzer bir çevirmen güncesi yayımlar da biz de bu yorumumuz hakkında daha farklı ipuçları edinebiliriz.

Yazarın bu dört kelime ile ilgili anlamlandırma denemesini uzun da olsa olduğu gibi aktarmanın önemli olduğunu düşünüyorum:

 “"Şehit" kelimesi ş-h-d köküne dayanır. Kök fikir "tanıklık etme" anlamındaki şahadet'tir. Bir kişinin tanıklık için yemin etmesine şahadet denir. İslam dinine inancı teyit için de yemin edilir ve bu amaçla "Eşhedü enla ilahe illallah..." ("Tanıklık ederim ki Allah'tan başka ilah yoktur...") diye başlayan kelime-i şahadet getirilir. Buradan böyle bir tanıklığın ya da ikrarın sonuçlarına katlanma, yani bunun uğruna ölme anlamındaki şehadet  kavramı doğar. Basındaki nitelendirmeyle intihar bombacısı, yani şahadet peşinde koşan kişi anlamındaki müştehid işte bu incelikli düşünce ve duygu silsilesine dayanır. Müslüman kişi için, bunun İngilizce kelimelerin aktardığı yüzkarası durumla hiç ilişkisi yoktur. Allah'a iman getirdiğini yeminle bildiren birinin giriştiği bir eylem haliyle yüce bir eylemdir.

Bazan “kutsal savaş” olarak çevrilen cihad kelimesi c-h-d kökünden türetilmiştir. Kökün temel anlamı “sıkı çalışmak" ya 'da "gayret etmek"tir. Bu köke dayanan  echade kelimesi (bir deveye) aşırı yük vurma ya da  bir kişiyi yorma anlamına gelebilir. Hayat zor (cühide) hale gelebilir. İnsan başka birini ileri sürebilir (echade), bizzat ileriye atılabilir (tecehade) ya da şeylerin esasına varmaya  çallışabilir (istichade). Meleke, kudret, gayret, şevk ve zahmet

işte bu kökte işte böylesine birbirine karışmıştır.Müctehid  uzun süreli öğrenimle şeylerin esasına varmaya çalışan bir alimi, yani bir İslam fıkıh uzmanını belirtirken, mücahid bir militan anlamına gelir. Hatta Mısır’da mücahid kelimesi çavuşa denk düşen bir askerî rütbe için kullanılır. İlişkili bir isim olan mechud elektrik akımının karşılığı olarak kullanılan

bir kelimedir. Ve son olarak, cihad'ın bir başka anlamı, gerektiğinde din uğruna kâfirlere karşı savaşmak üzere, dinsel vecibeleri yerine getirmektir hiç kuşkusuz.

Bizim "dinsel önder" terimimiz Arapça'da  çok farklı iki  kavrama ayrılır. Yukarıda açıklandığı üzere,  müctehid derin bilgi birikiminden dolayı saygı duyulan bir âlimdir. Ona dindar bir insan olarak değer verilebilir; ama onu ayrı kılan şey yıllarca çalışarak edindiği bilgi birikimidir. Bu bakımdan konumu kişiseldir. Çok farklı bir dinsel önder türü de imam’dır. Temelde imam'ın anlamı önde duran kişidir. Sözlerle ve hareketlerle yol göstererek bir topluluğa namaz  kıldırmayı ifade eder. İslam'ın ilk döneminde imamlık işlevi öylesine önemliydi ki, bunu yerine getiren kişi Peygamber Muhammed'in ölümünden sonra halife olmuştu. Daha sonraları aynı terim Şii Müslümanlarca Peygamber soyundan gelen ve tasavvufi bir anlamda Allah'ın “öz”ünü  tevarüs ettiğine inanılan kişiler için kullanıldı. Bu bakımdan, Muhammed'in torunu ve Şiiliğin şehidi Hüseyin imam, yani dinin en önde gelen kişiliği olarak saygıyla anılır.

Dördüncü kavram birçok bakımdan en karmaşık ve en ilginç olanıdır; Arapça s-l-f köküne dayanır. Yabancılar için kafa karıştırıcı bir yapıyla, selef hem geçmiş, hem gelecek, hem öncü, hem artçı anlamına gelebilir. Bunun nasıl mümkün olduğu dinsel siyasetin özüne bakarak anlaşılabilir. Tıpkı Avrupa ve Amerikan Püritenleri gibi, Müslüman düşünürler de dinlerini sonraki saptırıcı eklemelerden kurtararak "arındırma"ya, yani atalarının (eslâf) temel kavramlarına dönüşü sağlamaya çalışmışlardır. 19. yüzyılın büyük bir Mısır kelam âliminden ilham alan Selefiye akımının yayıldığı alan Fas'tan Irak'a kadar uzanır. Bu akıma bağlı olanlar kendilerini Avrupa Püritenlerinden daha "gerici" görmezler; aksine, kendilerini öncü, reformcu, ilerici sayarlar. Saf özü (aynı kökten gelen sülaf, yani en süzme meyve suyu) ortaya çıkarırlar; dinsel edebiyat ürünlerinin bir tırmıkla (mislafe) toplanmasını sağlarlar ve yoldaşlarının inancını beslerler (sellaf).”

Burada selef kavramına ilişkin Murat Kayacan’ın “Kur'an'a, Sünnet'e dönüşü savunan ve içtihadın gerekliliğini vurgulayıp, taklidi yeren Müslüman düşünürlerin -bu kaynak ve kavramları farklı anlasalar da- Selefi tanımı içine girebileceklerini söylemek mümkündür” biçimindeki yaklaşımının doğrulandığını bir kez daha anlamış oluyoruz.

Yazarın şehitlik kavramına yüklediği anlam bu gün için çoğu kimsenin farkında olmadığı vukufiyeti ortaya koyuşu karşısında müctehid kavramının anlam evrenini daraltan bir  yaklaşım içinde olduğunu görmek mümkün yukarıdaki açıklamalardan hareketle. Öte yandan M. Kürşad Atalar’ın önerdiği kök anlam yönteminin Ahmet Kaya’nın işaret ettiği sorun bir yana anlatmaya çalıştığımız çerçevede oldukça ufuk açıcı olacağını düşünüyorum.  

Yazıyı Shakespeare’in Hamlet adlı eserinin ikinci perdesinin ikinci sahnesinden bir diyalog ile noktalayalım:

Polonius: Neler okuyorsunuz efendimiz?

Hamlet: Kelimeler, kelimeler, kelimeler?”

YAZIYA YORUM KAT

2 Yorum