1. HABERLER

  2. YORUM ANALİZ

  3. Dışındaki ve içindeki gerçekliğin arasında kalan insan!
Dışındaki ve içindeki gerçekliğin arasında kalan insan!

Dışındaki ve içindeki gerçekliğin arasında kalan insan!

Ali Osman Aydın, yoğun gündem arasında insanın kendi iç gerçekliğinden nasıl ve ne şekilde uzaklaşabildiğini sorguluyor.

20 Nisan 2024 Cumartesi 14:00A+A-

Ali Osman Aydın / Yeni Akit

Medcezir

Seçim sonuçları harıl harıl tartışılıyor hala. 

“Kim, neden oy aldı; kim, neden oy kaybetti?”

Aslında bende buna dair uzunca bir yazı yazdım. Yazıda CHP seçmeninin ya da ana hatlarıyla AK Parti karşıtı çevrelerin sandık ısrarını takdir eden ifadeler kullandım. Çünkü bu ısrar ve arkasında yatan yaşam tarzı hassasiyeti bana idealistçe bir tutum olarak göründü.

Bir insanın temiz bir şehri, nezih bir semti tercih etmeyip, bunları elinin tersiyle iterek, yaşam tarzını korumak için sandığa gitmesi idealistçe bir tutumdur.

O kişi için paradan daha değerli şeyler de vardır demektir bu.

Ama bir kişinin önceliği yaşam tarzı değil de maddi çıkarlarıysa ve bu öncelik kişinin oy tercihini belirliyorsa orada bir idealizm yoktur. Bu çıkardır. Çıkar-çıkarcılık biz de sadece menfi anlamıyla kullanılır bu arada.

Fakat toplumsal açıdan bakıldığında cemiyetleri sürükleyen çıkarlarına göre rasyonel taleplerde bulunan kesimlerdir.

Bunlar rasyonel beklentilerine cevap vermeyen iktidarları, iktidarda tutmazlar.

AK Parti’ye oy veren seçmenin bir kısmı bunlardan oluşuyor.

Buna benzer konularla ilgili yazacaktım. Hatta böyle bir yazı büyük ölçüde hazırlandı da. Fakat tekrar baktığımda bu yazıyı yayınlamaktan vazgeçtim.

****

Mesela, geçenlerde bir yemek sipariş uygulamasındaki yemek fiyatlarını çıkararak bir yazı kaleme almıştım. Artan fiyatlar, daha doğrusu fiyat artışı adı altında yapılan “soygunu” sizlerle paylaşmayı düşünüyordum. Hatta “gelin fahiş fiyat uygulayan işletmeleri bir süre boykot edelim, bu süre içinde dışarıda yiyip içmeyelim, tüketimimizi düşürelim”, diyecektim. Dedim de. Bununla ilgili bir yazı yazdım.  Ama son anda vazgeçtim. Yayınlamadım.

****

Geçenlerde Bushido üzerine uzun ve çok keyifli bir araştırma okudum. Bushido, samuraylara ilham kaynağı olan hayat felsefesinin adı. Kökleri çok eskilere uzanıyor. Akira Kurosawa’nın “7 Samuray” adlı klasik filmini ilk kez gördüğüm çocukluk zamanlarımdan beri samuraylar ve yaşam biçimleri hep ilgimi çekti.

Bushido ihtiras duygusunu yenerek, ruhsal disiplini sağlamaya dönük bir öğreti.

Bushido’ya göre, aslolan kişinin başkalarını değil, kendini yenmesi. Kişinin özüne hakim olması gerekiyor. “Yaşarken bir ölü olabilmek” Bushido’nun en büyük amacı.

Bu anlamıyla Bushido’nun bizim tasavvuf felsefesi ile yakın akrabalıkları çok dikkat çekici. 

Bushido felsefesini okuyunca Kurosawa’nın samuraylarındaki dingin ve orijinal yan daha anlaşılır hale geldi.

Samuraylarla ilgili Fransa başta olmak üzere dünyanın her yanında filmler yapılmış olması da konunun diğer ilginç tarafı. Le Samurai, “Samuray’ın Yolu” Alain Delon’un oynadığı 1967 yapımı kült bir Fransız filmi. Modern zamanlarda geçen bir samurayı anlatıyor. Bu filmin benzeri bir çok film yapıldı. Hatta bir tanesi de 1972 yapımı Ömer L. Akad’ın Yaralı Kurt filmi. Başrollerinde Cüneyt Arkın oynuyor. David Fincher’in ve John Woo’nun “Katil” filmleri de aynı temayı işliyor. Başka başka ülkelerde çekilen bu filmlerin hepsi aslında o tarihi samuray tipini karakterize ediyorlar.

Yerel bir motifin dünyanın bir çok ülkesinde filmlere ilham olması çok ilginç değil mi?

Bizim akıncılarımızla ilgili neden doğru düzgün tek bir müstakil çalışma yok mesela?

Bu konu hakkında konuşabileceğimizi düşünüyordum.

Fakat Türkiye harıl harıl seçim, savaş ve ekonomi tartışmaları yaparken Bushido felsefesinden, Kurosawa’nın samuraylarından, Yaralı Kurt’tan ve bunların kültürel bağlantısından bahsetmenin çok anlamı olmayacağını düşündüm.

Ve vazgeçtim. 

****

Geçenlerde, Abdülhak Şinasi Hisar’ın Boğaziçi Mehtapları’nı nasıl mest olarak okudum, bunu sizlerle paylaşmak istiyordum. Bu sarhoş edici anlatı, geçmiş zaman için yakılmış bu dokunaklı ağıt; diliyle, dünyası ile beni çok etkiledi ve kendine hayran bıraktı. Dilimizin hangi zirvelere çıkabildiğini temaşa etmek isteyenler bence bu kitabı kesinlikle okumalı.

Şinasi Hisar Türkçe’mizin en güzel üsluplarından birine sahip. Düz yazıda herkesin başaramayacağı bir şiirsellik yakalıyor. Sizi Boğaziçi’nin bir asır önceki mesire yerlerinde dolaştırıp, Çamlıca’dan gurubu izletip; boğazın serin sularında, dut ağaçlarının dallarında, cumbalı sokaklarda dolaştırıyor.  

Üstadı anmak için adamakıllı uğraşmak, enikonu araştırma yapmak gerektiğini düşündüm sonra. Ayrıca bir dil üstadını layıkıyla anmak için asgari bir dil kalitesi gerekmez miydi? Haddim olmadığına karar verip, yazıdan vazgeçtim.  

****

Okuduğum bir yığın makale, izlediğim filmler ve kitaplar…

Bir sürü konu ve bir sürü gündem…

Yazılan ve sonra bilgisayarın çöp kutusuna atılan yazılar.

Karar vermek ve vazgeçmek!

Yazmak biraz da “böyle” bir şey.

Aslında insan da böyle bir canlı…

İnsan bir duyguda sabit kalabilen bir varlık değil. İnsanın içinde yığınla duygu, düşünce sürekli hareket halinde. Aralıksız bir hercümerç… Bu yüzden az önce üzüldüğümüz şeye biraz sonra sevinebiliyoruz. Kahkahaları gözyaşları izleyebiliyor. Açken başka, tokken bambaşka bir insan oluyoruz.

“Hayat, yakından bakınca trajedi, uzaktan bakınca komedi gibi görünür” demişti Charlie Chaplin. Demek ki bir şeye olan mesafemiz bile o şeyi nasıl gördüğümüzü etkiliyor.

Dışımızda başka, içimizde bambaşka bir gerçeklik oluyor çoğu zaman. Bu iki gerçeklik nadiren uzlaşıyorlar.  

Bu yüzden kalbimizden geçen gündem ile içinde yaşadığımız toplumun gündemi birbirinden çok farklı. Bir an “şu konuyu yazayım” diyerek başlayıp belli bir aşamaya getirdiğim yazıdan az sonra vazgeçebiliyorum! Çünkü o yazı konusu bana eskisi kadar ilgi çekici gelmemeye başlıyor. Hatta nasıl olup da öyle bir konuyu gündemime aldığımı anlamakta zorlanıyorum! (Muhtemelen bu yazının başına gelecek olan da bu!)

Böyle anlarda hep siyaset, hep gündem konuşan insanların buna nasıl katlandıklarını düşünmeye başlıyorum.

Hiç mi ruhları başka şeylere ihtiyaç duymuyor, diye aklımdan geçiriyorum.

Galiba bunu hiçbir zaman anlayamayacağım…

Aslında, insana has bu gelgitler, bu metcezir bile, insanın kendini tanımasıyla ilgili büyük bir ders içeriyor anlayan için. İnsan sadece kendi içinde baksa, oradaki hareketliliği, değişimi görse insan denilen canlıyla ilgili kitapların ve bilim adamlarının söylediklerinden daha fazla bilgiye sahip olur.

Ne demişti Necip Fazıl, Çile’de:

“Ne yalanlarda var, ne hakîkatta,

Gözümü yumdukça gördüğüm nakış.

Boşuna gezmişim, yok tabîatta,

İçimdeki kadar iniş ve çıkış.”

HABERE YORUM KAT

1 Yorum