1. YAZARLAR

  2. Muhsin Önal Mengüşoğlu

  3. Cidde’den Mısır’a Gezi Günlüğü -2
Muhsin Önal Mengüşoğlu

Muhsin Önal Mengüşoğlu

Yazarın Tüm Yazıları >

Cidde’den Mısır’a Gezi Günlüğü -2

26 Temmuz 2013 Cuma 21:05A+A-

“Are you journalist?”

Aklımda bir tek şey var: Aslında hürriyetimiz bir tutsaklığın eseri. Zira kalacağımız otel bile Mısırlı yetkililerce belirleniyor. Öncelikle kesinlikle gece yolculuk yapmamamız konusunda tembihleniyoruz. Böylesine bir tercihte bulunduğumuz takdirde önümüze iki seçenek sunuluyor: Ya istihbarat birimine tekrar getirileceğimiz ya da toprağın altına gireceğimiz söyleniyor. Doğrusu her iki seçeneğin de uzağımızda olmasını istiyoruz.  Bana kalsa bir an önce kenti terkedeceğim. Ama bize bu imkân da tanınmıyor. Bir otelde konaklayacağız. Ve geçici ikametgahımızın adı da polis amiri tarafından konuyor: ‘Green House...’Sonradan anlıyoruz ki biz bir oyunun parçasıyız ve kaderimiz başkaları tarafından tayin ediliyor.

Otele geliyoruz. Bizden bir gece için 600 paund (Mısır para birimi. 1 dolar 7 paund) ücret talep ediliyor. Bu çok fahiş bir rakam. Zira Mısır şartlarında düşünüldüğünde 250 yahut 300 paundluk bir bedelle bu otelde konaklamak mümkün. Ama çaremiz yok. Bize sunulan reçete belli: Gece yarısı sokaklarda çok fazla dolaşmamak ve Green House’a misafir olmak... Acaba diyorum kendi kendime bir danışıklı dövüşe mi şahit olmaktayız? Kim bilir belki de biz istihbarat biriminden ayrıldıktan hemen sonra bu otel arandı ve bizden böylesine yüksek bir ücret talep edilmesi istendi. Sonrasında da...Her neyse yapacak çok fazla birşey yok diye düşünüyor ve hakkımıza razı olalım istiyorum. Nitekim aksini hayal etmek bile çok kötü.  Odamıza çıkıyoruz. Tam tahmin ettiğim gibi son derece bakımsız ve kirli bir manzarayla karşılaşıyoruz. Bulunduğumuz mekân kesinlikle talep edilen bedeli hak etmiyor.

Zihnim allak bullak başımıza gelenler gözümün önünden bir türlü gitmiyor. Ya şimdi tam tersi bir durumu yaşıyor olsaydık, göz hapsimiz devam ediyor olsaydı hatta olay daha ileri boyutlara varsa ve tutuklansaydık. Düşüncesi bile beni ürpertmeye yetiyor.Sevdiklerim geliyor aklıma bir bir, sorumluluklarımı hatırlıyorum ama bir şey daha var ki bir ses, bir seda sürekli haykırıyor, kulaklarımı çınlatırcasına avazı çıktığı kadar bağırıyor: “Devam etmelisin! Hiçbir şey seni yolundan alıkoymamalı...” Allahım böylesine bir ikilem yaşamak; arafta kalmak ne kadar zor. Gitmek ve kalmak arasında bir tercihe zorlanmak ne acı...Mutlak doğruyu bilen sensin ve bana yol göstereceksin...

Telefonumu elime alıyor ve saate bakıyorum: 02.30. Uykum yok ama uyumalıyım. Zira bundan sonra yaşayacağımız her gün bugünkünden daha zor olacak bunu hissediyorum. Gözlerimi kapatıyor ve bir müddet sonra uykuya yeniliyorum.

Sabah 09.30 gibi uyanıyoruz. Dünün gerginliği hâlâ üzerimizde. Ciddi sıkıntı ve olaylar yaşadık. Rabbim bizi korusun. Bizi asıl üzen daha önce de ifade ettiğim gibi böylesine paspal, bakımsız ve hatta görece kirli bir otel odasına 600 paund vermiş olmak. Aslında gece fiyatı duyunca acaba başka bir otel arasak mı diye düşündük. Ne var ki bize istihbarat birimlerince bu seçenek sunulmuştu. Takip edilme ihtimali ve bir daha aynı sıkıntıları yaşama endişesi bizi bu otele sığınmak zorunda bıraktı. İlginç olan ise resepsiyondaki görevlinin pasaportları eline aldıktan sonra: “Gazeteci misiniz?” diye  sormasıydı. Hayır dedikten sonra bize öylesine bir bakış attı ki sormayın. Öyle ya bu zamanda, böylesine gergin bir ortamın yaşandığı, kaos ve karmaşanın sıradanlaştığı bir ülkeye gazetecilerden başka kim gelebilirdi ki. Burada bulunmak basın mensubu değilsen hangi aklın ürünü olabilirdi.

Tutku tutsaklıktan daha tehlikelidir

10.00’a doğru toparlanıp lobiye iniyoruz. Otelden ayrılacağız. Karar verildi, yola devam edeceğiz. Hedefimiz ülkenin en azından şimdilik çok daha güvenli bölgelerine, güneye, Nil’in kaynağına inmek. Adeta açık hava müzesi tadında bir tarihe sahip Luksor’a doğru yol alacağız. Lobide asansörlerin hemen karşısında gazete okuyan bir polis dikkatimi çekiyor. Adamın gözü sürekli üzerimizde. Öylesine acemice davranıyor ki derdinin biz olduğunu anlamamak için ahmak olmak lazım. Elbetteki bu bilinçli bir tercih de olabilir. Belli ki istihbarat birimleri: “Bakın gözümüz üzerinizde ona göre akıllı, uslu olun ve kimseye bulaşmadan derhal buralardan ayrılın, gerisin geriye geldiğiniz yerlere dönün” diyerek gözdağı vermek istiyor.

Ve nihayet dışardayız. Hava, Arabistanla mukayese edilince oldukça serin. Denizden gelen esinti adeta yüzümüzü yalıyor. Arabamızın Nuweiba’da nükseden ve bir türlü çözüme kavuşturamadığımız kronik sorunu burada da başımızı ağrıtıyor. Akü problemi yaşamaktayız ve arabamız çalışmıyor. Civardaki inşaatlardan birinde çalışan iki işçinin yardımıyla arabayı çalıştırabiliyoruz. Bu sorunu bugün mutlaka halletmeliyiz. Zira rotamız uzun ve yolda kalma riskiyle karşı karşıyayız.  

Bir sorunumuz daha var ki o daha mühim. Buralara kadar gelip Süveyş’i görmeden yola devam etmek doğrusu hiç işimize gelmiyor. Bir an önce kanalı bulup birkaç fotoğraf çekmeli ve kenti terk etmeliyiz. Süveyş’de, İhvan hareketi çok güçlü ve bu gücün etkisi rahatlıkla hissediliyor. Arayışlarımız esnasında gruplar halinde toplanmış gençlerin adeta patlamaya hazır bomba gibi beklediklerine şahitlik ediyoruz. Bir kıvılcım hepsini ateşleyecek. Öte yandan kentteki pekçok caddenin ulaşıma kapalı olması işimizi güçleştiriyor. Cadde başlarında askerler tanklarla barikat oluşturmuşlar. Fotoğraf çekmek çok zor. Zira yabancı olmanız hasebiyle tüm gözlerin üzerinizde olduğunu rahatlıkla hissediyorsunuz. Bütün bu olumsuzluklara rağmen arabanın içinden birkaç görüntü almayı başarıyorum.

Bir yandan kenti gözlemlerken diğer yandan da kanal arayışımızı sürdürüyoruz. İnsanın kanını donduracak sahnelere şahit oluyoruz. Yoksulluk ve sefalet adeta Süveyş’in kaderi olmuş. Baraka evler ve çadırdan bozma meskenlerin doldurduğu sokaklardan geçiyoruz. İnsanların acısı, kalp sancısı yüzlerinden okunuyor. Böylesine bir manzara karşısında duyarsız kalmak ve haykırmamak için taş yürekli olmak gerek. Dilimden gayri ihtiyari şu sözler dökülüyor: “Allahım sen herşeyin en iyisini bilirsin, Senin şanın yücedir. Bu insanlara böylesine bir hayatı reva görenleri lanetle ve onları öyle bir elemle cezalandır ki bir daha kendilerine gelemesinler.

Gözler üzerimizde. Bakışlar çaresiz, yüzler solgun...İnsanlarda öyle bir hâl var ki suçluluk hissetmemek elde değil. Birden aklıma takip edilme ihtimali geliyor. Etrafımı şöyle bir kolaçan ediyorum görünürde birşey yok. Şimdi bir polis arabası gelse ve önümüzü kesse: “Burada, fitili ateşlenmeye hazır bu mahallelerde ne arıyorsunuz?” dese acaba cevabımız ne olurdu diye düşünüyorum. Herhalde şöyle derdik: “Abi inan kötü bir niyetimiz yok abi, kanalı görüp gideceğiz abi...”İçimden geçenleri yoldaşımla paylaşıyorum. “Tutku tutsaklıktan daha tehlikelidir” diyorum ona... Elimizden gülmekten başka birşey gelmiyor. Arayışlarımız bizi sonuca götürmüyor ve bir türlü kanala ulaşamıyoruz. En iyisi vazgeçmek! Öyle de yapıyoruz. Zaten çok tehlikeli bir oyun oynuyoruz. Zira bize tembih edilen kesinlikle uslu çocuk olup sabah erkenden Süveyş’ten ayrılmak...

Malum bir sorunumuz daha var acilen akü bulmalıyız. İnsanlar çok sıcak ve samimi. Yardım dilediğimiz herkes büyük bir içtenlikle ve canı gönülden bildiği bir yeri tarif etmeye çalışıyor. Ne var ki Ramazan olması itibariyle dükkânların birçoğu kapalı. Neyse ki uzun arayışların neticesinde açık bir yer buluyor ve sorunumuzu gideriyoruz. Artık yola çıkma zamanı, bu kenti bir an önce terketmeliyiz. Öyle de yapıyoruz.

(Devam edecek)

YAZIYA YORUM KAT