1. YAZARLAR

  2. Vahap Coşkun

  3. Bir apartheid kararı
Vahap Coşkun

Vahap Coşkun

Yazarın Tüm Yazıları >

Bir apartheid kararı

07 Aralık 2009 Pazartesi 03:44A+A-

İstanbul Barosu ve Danıştay, adaletsizliğe sebebiyet veren farklı katsayı uygulamasına cephe almak yerine haksızlığı derinleştiren ve adeta apartheid rejimi yaratan bir karara imza attı. Bu kararda adalet pas geçilmiş, ahlak paranteze alınmıştır.

1997 öncesinde Türkiye’de üniversiteye giriş sisteminde genel liseler ile meslek liseleri arasında herhangi bir ayrımcılık söz konusu değildi. Öğrenciler -hangi liseden geldiklerine bakılmaksızın- aynı sınava tabi tutulurlar ve bu sınavda gösterdikleri başarı oranında üniversitelere yerleştirilirlerdi.

Şüphesiz o dönemde de üniversiteye giriş sınavının aksayan birçok yönü vardı ama en azından sıva girenlerin performanslarının eşit değerlendirilmesi konusunda bir problem yaşanmıyordu.

Bu durum, 1997’de değişti. MGK’nın, 28 Şubat 1997’de “irticai faaliyetlere karşı mücadele çağrısı”nı içeren bir bildiri yayınlaması ile birlikte tüm dengeler alt-üst oldu. Direkt kendisine yönelik bu tavra direnme basireti gösteremeyen siyasi iktidar, bir süre sonra koltuğunu terk etmek durumunda kaldı. Kulakları kirişte askerlerin düdüğünü bekleyen yargı makamları, koşar adım genelkurmay karargâhına brifing dinlemeye gittiler.

Durumdan vazife çıkaranlardan biri de yüksek öğrenimi düzenlemekle görevli YÖK’tü. Bu süreçte YÖK, meslek liselerinin ağırlıklı ortaöğretim puanlarının, ÖSS’de alanlarında bir okulu seçerlerse 0.5, alanlarının dışında bir okulu seçerlerse 0.2 ile çarpılmasını kararlaştırdı. Katsayı sorunu da böylece ortaya çıktı.

Katsayının özü ayrımcılık

Bu problemin temeli, hesaplama yönteminin değiştirilmesinden ötürü meslek liselerinden mezun öğrencilerin üniversiteye giriş sınavlarında daha fazla soru yapsalar bile genel lise mezunlarından daha az puan almaları ve dolaysıyla üniversitelere girememeleridir. Üniversite sınavında doğru cevapları çok düşük bir katsayı ile çarpıldığı için bu öğrenciler, diğer öğrencilerden çok daha fazla doğru soru çözseler bile daha az puan aldıklarından başarısız sayılmakta ve hak ettikleri üniversiteleri okuma imkânından mahrum bırakılmaktadırlar. Bu itibarla denilebilir ki, katsayı sorunu özünde bir ayrımcılık, bir eşitsizlik sorunudur.

Aslında bu ayrımcılığın öncelikli hedefi imam-hatip liseleri idi. Öteden beri imam-hatip liseleri kimi çevreler için bir tehdit olarak görüldüğünden, bu liselerden mezun olanların kendi alanları dışında bir alanda üniversiteye gitmelerinden hazzedilmiyordu. Katsayı ile yapılmak istenen imam-hatiplilerin üniversiteye giden yollarının önünü esmekti. Ancak sadece imam-hatiplilere yönelik bir engel koymak mümkün olmadığından, katsayı diğer meslek liselerine uygulandı.

Hak yerini bulmadan...

Yani sadece imam-hatiplileri üniversiteden alıkoymak için, bütün meslek liseleri kurban edildi ve ayrımcılığa maruz bırakıldı.  

Bu ayrımcılık -zaten çok parlak bir görüntü sunmayan- eğitim hayatında birtakım olumsuz sonuçları da beraberinde getirdi.  yarattı. Bir kere, üniversite geleceğinin olmaması, meslek liselerini tercih edeceklerin sayısını olumsuz etkiledi.

Bugün Türkiye’de liseye giden öğrencilerin yüzde 65’i genel liselere, yüzde 35 ise meslek liselerine gidiyor. Avrupa Birliği ülkelerinde ise durum, bunun tam zıddıdır. (Mahmut Övür, Sabah, 27.11.2009) Bu çarpık tablonun düzeltilmesi için meslek liselerinin teşvik edilmesi gerekirken, bizde imam-hatip korkusu nedeniyle tüm meslek liseleri heba edilmiş durumda.

İkincisi, katsayı adaletsizliği, meslek liselerinden üniversiteye gidenlerin oranının da epey aşağılara çekilmesine neden oldu. Katsayı öncesinde 1997’de meslek liselilerin yüzde 6.8’i yükseköğrenime geçebilmişti. Katsayı sonrasında ise bu oran, 1999’da yüzde 4’e, 2006’da ise yüzde 2.7’ye geriledi. (Radikal, 02.11.2009) Bir başka ifadeyle, 1997’de her 100 meslek liseden -yaklaşık- 7’si üniversiteye girebilirken, 2006’da bu sayı -yaklaşık- üçe düştü.

Sözün özü, meşum 28 Şubat sürecinde alınan katsayı kararı, hem açıkça adaletsizlik üretiyordu, hem de eğitime balta vuruyordu. YÖK, bu duruma son vermek amacıyla 21 Temmuz 2009’da hayırlı bir iş yaptı ve liseler asındaki katsayı farkını ortadan kaldırdı. YÖK’ün kararına göre, okudukları liseler arasında bir fark gözetilmeksizin herkesin ağırlıklı ortaöğretim başarı puanı aynı katsayı (0.15) ile çarpılacak, ayrıca kendi alanlarındaki bir programı tercih ettikleri takdirde meslek lisesi mezunlarına ek bir puan verilecekti.

YÖK’ün bu kararında gözettiği iki amaç vardı: Biri genel liseler ile meslek liseleri arasındaki eşitsizliği kaldırmak ve tüm lise mezunlarına eşit şans tanımaktı. Diğeri ise, meslek liselileri mutlaka kendi alanlarında bir programa mahkûm etmekten kurtarmak ama artı puan vererek de onları kendi alanlarında bir tercih yapmaya teşvik etmekti.

Her açıdan doğru bir değişiklikti bu. Nitekim semeresi de kısa sürede alındı, meslek lisesi önündeki katsayı bariyerinin kaldırılmasıyla birlikte bu liselere olan ilgiyi artırdı, kayıtlarda büyük bir artış yaşandı. Ama bu olumlu hava uzun sürmedi; zira Danıştay 8. Dairesi, YÖK’ün bu kararı hakkında “yürütmeyi durdurma kararı” verdi. Bu, son derece önemli bir karar. Zira yalnızca meslek liselileri değil, bu sene sınava girecek bir milyonu aşkın öğrencinin -ve tabii ki onların ailelerin- hayatı da bu karardan etkilenecek. Bu nedenle bu kararı derinlemesine irdelemek gerek. 

Kararın hukuki analizi

Hukuki açıdan başlıca üç noktanın üzerinde durulabilir: 1) Davayı açan İstanbul Barosu’nun konumu, 2) yüksek öğrenimi düzenlemede YÖK’ün yetkisi ve 3) Danıştay’ın “eşitlik” yorumu.

1) İdari Yargılama Usulü Kanunu’na göre, iptal davaları “ancak menfaatleri ihlal edilenler tarafından” açılabilir. YÖK’ün Temmuz 2009’da yaptığı düzenleme ile İstanbul Barosu’nun herhangi bir menfaatine halel getirilmiş değildir, dolayısıyla Baro’nun bu davayı açmasına hukuken imkân yoktur. Ne var ki Danıştay, bu imkânsızlığı bir yorumla aşmıştır. Avukatlık Yasası’ndaki “baroların hukukun üstünlüğünü savunmak ve korumakla görevli olduğuna” ilişkin hükümden bahisle Danıştay, burada hukukun üstünlüğünü ilgilendiren bir durum olduğunu belirtmiş, bundan Baro’nun menfaatinin ihlal edildiği sonucunu çıkartmış ve neticede Baro’yu dava açmaya ehil görmüştür. Hiç şüphe yok ki, u çok zorlama bir yorumdur. Mustafa Şentop’un belirttiği gibi; “Bu yorumla barolar, kendi görüşlerine uygun bulmadıkları her türlü idari işlem hakkında dava açabilirler. Dolayısıyla Danıştay, barolar bakımından ‘menfaatin ihlal edilmiş olması’ şartını kaldırmış olmaktadır.”

(Zaman, 01.12.2009)

Yetki dün YÖK’teydi bugün değil

Danıştay’ın bu davada geliştirdiği yorumun ne kadar zorlama olduğunu, yine Danıştay’ın benzer bir davada verdiği karardan çıkartmak mümkün. “Radyo ve Televizyon Yayınlarının Dili Hakkında Yönetmelik” yayınlandığında Diyarbakır Barosu, yönetmeliğin bazı maddelerinin iptali istemiyle dava açmıştı. Baro dava açarken, demin sözü edilen “baroların hukukun üstünlüğünü savunmak ve korumak görevine” dayanmıştı.

Fakat Danıştay, Baro’nun bu gerekçesine katılmamış ve Baro’nun “dava açma ehliyetinin bulunmadığı”na karar vermişti. (Taraf, 01.12.2009)

Bu apaçık çelişki -Diyarbakır Barosu’na geçit vermeyen Danıştay’ın İstanbul Barosu’nun başvurusunu kabul etmesi, yani baroya göre karar vermesi- bu mahkemenin kararlarında hukukun üstünlüğünden ziyade ideolojik saiklerin ağır bastığının bir göstergesidir.

2) Yüksek Öğretim Kanunu’na göre, üniversiteye giriş sınavının hangi esaslara göre yapılacağının belirlenmesine ilişkin yetki YÖK’tedir. Nitekim YÖK, 28 Şubat sürecinde katsayılarda değişikliğe giderken bu yetkiye dayanmıştı.

Dün YÖK’ün yetkisinde olan bir konunun, kanunda herhangi bir değişiklik gerçekleşmemişken, bugün YÖK’ün yetki alanı dışında olduğu söylenemez. Zaten Danıştay’da geçen yıl verdiği bir kararda, katsayıyla ilgili düzenleme yapmaya YÖK’ün yetkili olduğuna hükmetmişti.

Söz konusu kararında Danıştay, Yüksek Öğretim Kanunu’nun 45. maddesindeki “Öğrenciler, devlet yüksek öğretim kurumlarına, esasları YÖK tarafından tespit edilen sınavla girerler” hükmüne dikkat çekmişti. Kararda, yeni katsayı belirleme, sınav sistemini değiştirme yetkisinin YÖK’te olduğu vurgulanmış ve “katsayı iptali için açılacak davaların hukuk ve mahkeme kararlarındaki bağlayıcılık gereği reddedilmesi gerekecektir” denilmişti. (Sabah, 27.11.2009) Daha önce vermiş olduğu bu karar, Danıştay’ın son kararının ne denli hukuki dayanaktan yoksun olduğunun kanıtıdır.

 ‘Eşitsizlik eşitliktir’

(c) İstanbul Barosu, YÖK’ün liseler arasında eşitlik sağlayan kararının iptali istemiyle açtığı davada şu argümanı ileri sürüyor: “Katsayı eşitliği genel liselerde öğrenim gören öğrenciler açısından haksız rekabet yaratır ve objektif davranılmayarak bir grubun kayırılmasına neden olur.”

Bu, gerçeği yansıtmıyor elbette. Katsayı eşitliğinin getirilmesi, genel lise öğrencilerinin aleyhine hiçbir sonuç doğurmuyor. Aksine üniversiteye giriş sınavlarında genel lise müfredatı esas alındığından -katsayı eşitliği olsa bile- genel lisedeki öğrencilerin meslek liselilere oranla daha avantajlı olduğunu söylemek gerekir.

Ancak Danıştay, Baro’nun bu çok zayıf görüşünü kararına dayanak yapıyor ve bunu yaparken de bin dereden su getiriyor. Mesela “liseler arasındaki statü farkından” bahsediyor, oysa bu iddianın dayanabileceği hiçbir kanun maddesi yok, zira mevzuatta tüm liseler “ortaöğretim kurumu” olarak kabul ediliyor.

Yetmiyor, Danıştay liselerin farklı değerlendirmelere tabi tutulmasını, “fırsat eşitliğinin ruhuna ve amacına uygun olduğunu” ileri sürüyor. Yani mevcut eşitsizliğin, eşitlik olarak kabul edilmesi gerektiğini bildiriyor. Bu da tuhaf; çünkü mevzuatın hiçbir yerinde bu tür bir yorumda bulunmamızı mümkün kılacak bir ima dahi yok.

Ahlaki bir sorun olarak katsayı

Kuşkusuz hukuki bakımından üzerine gidilebilecek daha birçok konu var kararda, ancak bu kadarı yeter sanırım. İşin bir de ahlaki bir boyutu var ki, bu bence hukuki boyutundan çok daha önemli.

Şöyle ki: Demin ifade etmeye çalıştım, katsayı problemi, özünde bir ayrımcılık, eşitsizlik ve adaletsizlik sorunudur; dolayısıyla ahlaki bir sorundur. Ayrımcılığı reddeden, eşitliğe inanan ve adalet temelli bir hayatı arzulayan herkes bu soruna karşı duyarlı olmalıdır. Ahlaki sorumluluk, bunu zorunlu kılar.

Baroların ve yargı mercilerinin varlık nedeni hukukun üstünlüğünü korumak ve adaleti tesis etmektir; onlardan adaletsizliği tasfiye edecek çalışmalara önayak olmaları ve bu doğrultudaki çabalara destek vermeleri beklenir. Ama burada tam tersi bir durumla karşı karşıyayız. İstanbul Barosu ve Danıştay, adaletsizliğe sebebiyet veren farklı katsayı uygulamasına cephe almak yerine haksızlığı derinleştiren ve adeta bir apartheid rejimi yaratan bir karara imza attı. Bu kararda adalet pas geçilmiş, ahlak paranteze alınmıştır. Umarım ki şerden hayır çıkar; adaleti ve ahlakı öteleyen bu karar, Türkiye’de yargının ciddi bir şekilde tartışılmasına ve yapılandırılmasına kapı aralar. 

STAR

YAZIYA YORUM KAT