1. HABERLER

  2. RÖPORTAJ

  3. Açlık Grevindeki Ahmet Ay ile Görüştük
Açlık Grevindeki Ahmet Ay ile Görüştük

Açlık Grevindeki Ahmet Ay ile Görüştük

1 Ağustos Pazar günü çatışmaları protesto etmek için açılık grevi başlatan İnsan ve Erdem Hareketi Temsilcisi ve "Kana Dur Girişimi" sözcüsü Ahmet Ay ile görüştük.

04 Ağustos 2010 Çarşamba 19:13A+A-

Ahmet AY Kimdir? 1961 yılında Bingöl'ün Karlıova ilçesine bağlı Derinçay (Xelifan) köyünde doğan Ahmet Ay, ilk ve orta öğrenimini Karlıova'da, yüksek öğrenimini ise Diyarbakır ve Bingöl'de gördü. 21 yıldır Diyarbakır'da ikamet eden ve eğitimci olan Ay uzun yıllar öğretmenlik ve idarecilik yaptı. Başta Diyarbakır'da olmak üzere İslami uyanış ve bilinçlenme sürecine bölgede önemli katkıları geçmiş. Birçok gencin İslami kimlik ve şahsiyet edinmesi ve eğitilmesinde emeği bulunan öncü bir şahsiyet o. Başta Diyarbakır olmak üzere bölge illerinde İslami faaliyetlerle tebarüz etmiş öncü şahsiyetler ve oluşumlar arasında da saygın bir yeri bulunan Ay, mücadele sürecinde edindiği tecrübi birikimini ve fikri donanımını özellikle de ev merkezli sohbet halkalarında ibraz etti ve aynı zamanda muhtelif müstear isimlerle çeşitli basın-yayın organlarında yazılar kaleme aldı. Entelektüel yönünün yanı sıra aktivist yönü de ağır basan Ay,  özellikle de İmralı sürecine müteakip bölgede oluşan kısmi normalleşme ortamında Diyarbakır'da birçok İslami tandanslı aktivitenin kurumlaşmasında öncü roller üstlendi. Bu meyanda başta Mazlumder Diyarbakır Şubesi olmak üzere birçok derneğin kurucuları arasında yer aldı. Söz konusu kurumun yönetim kurulu üyeliği yanında Diyarbakır merkezli İnsan ve Erdem Hareketi'nin başkanlığı, Gönül Köprüsü Derneği'nin yöneticiliğini ve Diyarbakır'daki yaklaşık 30 İslami STK'dan oluşan Kana Dur De! Platformunun da sözcülüğünü yapmaktadır. Ay, aynı zamanda www.yazarportal.com a bağlı olarak yayın yapan www.bilgiagi.net sitesinin de editörüdür.  Diyarbakır İl Sosyal Hizmetler Kurumu'nda müdür yardımcısı olarak çalışan Ahmet Ay'ı son zamanlarda kamuoyu daha çok Kana Dur De! Platformunun etkinliklerinden tanıdı. Bu platformun Diyarbakır'da Haziran ayında yaptığı ikinci basın açıklamasında Ay, eğer silahlar susmaz ve operasyonlar son bulmazsa icabında tek başına da kalsa açlık grevi, ölüm orucu vb. eylemlere yönelebileceğini kamuoyuna ilan etmişti. Ve bu sözünün bir devamı olarak 29 Temmuz gününde Diyarbakır Valiliği önünde yaptığı bir basın açıklamasıyla Hatay ve İnegöl'de meydana gelen provokasyonlar sonucunda açlık grevi kararını hayata aktarmaya başlayacağını ifade etmişti. Dolayısıyla o gün bugündür Ahmet Ay, tek kişilik açlık grevi eylemini sürdürmektedir. Eylem kararını aldığı günün arifesinde kendisiyle yaptığımız konuyla ilgili röportajı aşağıda ilginize sunuyoruz.

***

Haksöz: PKK ve TSK tarafından son günlerde yeniden tırmandırılan çatışma ortamı yaşadığımız ülkenin gündemini tekrardan işgal etmiş bulunuyor. Her geçen gün daha da şiddetlenen ve Türkiye toplumunu yeniden 90'lı yılların çatışma ortamına sürükleyeceği yönünde kaygılar doğuran bu sürecin olumsuzluklarına dikkat çekmek ve ilgili tarafları sağduyuya zorlamak için Diyarbakır'da "Kana Dur De!" platformunu kurdunuz. Bölgede bulunan birçok STK'dan oluşan bu platform adıyla yakın dönemde iki basın açıklaması yaptınız. Ve bu açıklamaların sonuncusunda çatışmalar sürdürüldüğü takdirde icabında tek başınıza da olsa açlık grevi, ölüm orucu vb. eylemlere başvurabileceğinizi kamuoyuna duyurmuştunuz. Rica edersek sizi bu sürece getiren arka planı bize özetler misiniz?

Ahmet AY: Öncelikle isterseniz bu ölüm orucuna nereden-nasıl gelindiğine dair süreci ifade ederek başlayayım. Bizler Diyarbakır'da 30 civarında sivil toplum örgütü, dernek ve vakıf 7-8 ay beraber aylık istişare toplantılarıyla dünyanın, ülkenin ve daha özelinde de bölgemizin sorunlarıyla ilgili neler yapabileceğimizi, nasıl katkılarda bulunabileceğimizi istişare ederdik. Buna Gazze'ye yardım filosundan tutun Mustazaf-Der'in kapatılma kararına ve en son Mayıs ayı itibariyle Kandil ve İmralı'dan gelen mesajlardan aldığımız, edindiğimiz kanaate değin… Bunun sonucunda bizde 2010 yazının tekrar -kısmen ara vermekle beraber- 26 yıl süren çatışma ve şiddet ortamının çok daha zor geçeceği kanaati oluşmuştu. Bizler neler yapabileceğimizi tartışıp konuşmuştuk. Çeşitli sivil toplum örgütleri farklı etkinliklerde bulunup bu kanın durması, bu ateşin sönmesi için çaba ortaya koydu. Bunlardan biri de Özgür-Der ve yapmış olduğu etkinlikler… "Kana Dur De!" girişiminin başlatmış olduğu etkinlikler… Ve en son sözcülüğünü de yaptığım Kana Dur De! Girişimi ve bizim dışımızdaki dernek ve vakıfların büyük bir çaba ve özverisiyle 25 Haziran 2010 tarihinde Diyarbakır Ulu Camii'nde kılınan bir Cuma namazı sonrası yaptığımız bir basın açıklamasıyla etkinliklerimizi, bu ateşin sönmesi için eylem stratejimizi basın aracılığıyla kamuoyuyla paylaşmıştık. Demiştik ki o gün; 26 yılda 60 bine yakın annemiz öldü, 60 bin annemiz ağladı. 60 bin… Kürdüyle Türküyle 60 bin evladımız bu arzu edilmeyen ve kanaatimce hiçte gerekli olmayan şiddet ortamından dolayı hayatını kaybetti. 4 bine yakın köyümüz boşaldı; 2 bine yakın insanımız göçe zorlandı; 10 binlerce travma yaşandı. Ela'n da bu konuda psikolojik sorunları bulunan binlerce gencimiz bulunmakta. Böyle bir atmosferin içinde, böyle bir ortamda bizler de dini duyarlılığı yerinde olan, İslami hassasiyeti bilinen ve bu konuda da kendi vicdanına, gelecek nesillere ve rabbine hesap verme bilincinde olanların mutlaka ve mutlaka bir şeyler yapmaları gerektiğini ifade ettik. Demiştik ki; bizler, sivil itaatsizlikler yapacağız, oturma eylemleri, açlık grevleri yapacağız. Eğer imkanlar el verirse canlı kalkan olma yollarını arayacağız. Hem dağa hem karakola…  Bütün dernek ve vakıfları, sivil toplum örgütlerini, kanaat önderlerini, siyasi partileri ziyaret edip bu konuda karınca kararınca bir şeyler yapma derdinde olduğumuzu ifade ettik. Hassasiyetimizi paylaşmak için Mardin Kapı Mezarlığı'nda iki kez açıklama yaptık. Pek çok sivil toplum örgütünü ziyaret ederek istişarelerde bulunduk. Diyarbakır'da bulunan 400'e yakın sivil toplum örgütü ve siyasi partiyi ziyaret ederek onlarla bu ateşin söndürülmesi için neler yapılması gerektiği konusunda görüş alışverişinde bulunduk. Geçen hafta itibariyle yaptıklarımızın çok da birilerini harekete geçirmediğini gördük. Ve daha önce deklare etmiştim: Eğer bunlar çözüm olmazsa ben tek başıma da olsa açlık grevine, –inşallah gerek kalmaz- eğer derde deva olacağı kanaati hasıl olursa ölüm orucuna başlayacağımı ifade etmiştim. Geçen hafta bunu tekrar ifade ettim. Dedim ki; önümüzdeki Cuma gününe kadar yani 30 Temmuz 2010 tarihine kadar eğer ciddi bir karar alınmazsa yani kamuoyu oluşturacak, bu ateşin sönmesi için daha etkili bir eylem tarzı ortaya çıkmazsa ben Cuma gününden itibaren açlık grevine başlayacağımı söylemiştim.

Açlık grevinin serüveni bu... Ancak son birkaç gündür Diyarbakır'daki pek çok sivil toplum örgütünün, civar illerdeki dernek ve vakıfların özellikle benden arzuları, istekleri; daha etkili ortak eylemler yaparak, açlık grevinden daha ses getirici, daha sonuç almayı umut ettiğimiz etkinlikleri, eylemleri yapabilmemiz için bunu bir süreliğine ertelememdi. Ben de onlara şunu dedim: Eğer kayda değer bir eylemlilik ortaya çıkmazsa bu eylemden beni vazgeçirmenin hiçbir yolu ve yordamı yoktur. Onlardan almış olduğum söz doğrultusunda önümüzdeki haftadan itibaren basına ne tür eylemlerde bulunacağımızı duyuracağız inşallah. Bunlar tamamen hukuk içinde, tamamen yasal, insani haklarımız kategorisindeki eylemler tabii ki. Bu eylem ve etkinliklerimizi gerçekleştireceğiz. Umut ediyoruz ki bunlara gerek kalmaz. Gerek kalırsa inşallah birincisine gerek kalır ikincisine gerek kalmaz. Biran önce bu ateşin sönmesi lazım… Biran önce bu kanın durması lazım. Çünkü geldiğimiz gelenek, sahip olduğumuz inanç bir insanın öldürülmesinin bütün insanlığın öldürülmesiyle eşdeğer olduğunu bize söylüyor. Aynı zamanda bir insanı yaşatma gayretinde bulunmak da bütün insanlığı yaşatma gayretinde bulunulmuş gibi bir sevabı, bir onuru ifade etmektedir. Bütün mücadelemiz bu... Ve diyoruz ki; bugüne değin 60 bin civarında insanımızı kaybettik, kardeşimizi kaybettik. Kürdüyle, Türküyle kim ki öldürülmüşse bu süreçte, o bizim kardeşimiz, bizim çocuğumuzdur. Bizim çocuklarımızın kardeşleri, kardeşlerimizin çocuklarıyla ciddi bir sebep yokken de –doğrusu benim için hiçbir sebep silahla hak arama yöntemini gerekli göstermez. Bunu açık ve net bir şekilde söyleyeyim. Ama bu şiddet ortamını gerektirici ciddi hiçbir şey yokken hala annelerin yüreğinin yanması, hala çocukların yetim kalması, hala eli kınalı gelinlerin dul kalması, hala bölgemizde hasret kaldığımız sevgi ve barış melteminin esmemesi bizi sorumluluk altına girmeye, taşın bir tarafını tutmaya sevk etti. Taşın bir tarafını tutarken elimiz belki taşın altında kalırsa da başkalarının ölmemesi için biz üzerimize düşeni yapma amacında olduğumuzu ifade ettik/ediyoruz.

Temennimiz şu: İnşallah, bugün bu dakika, bu saat itibariyle yeni bir öldürme olayı gerçekleşmesin, kan dökülmesin. Ama eğer bizim bu tamamen insani, tamamen tarafsız, sadece kan akmasın diyenlerin tarafında olacağımıza vereceğimiz ses duyulmazsa biz de üzerimize düşeni yapmaya hazırız.

Evet, kısacası derken uzunca bir girizgah oldu! Açlık grevimizin sebebi bu... Dediğim gibi, önümüzdeki hafta itibariyle ildeki diğer sivil toplum örgütleriyle görüşülüp hazırladığımız ve pek çok kişinin katılacağı bir eylemlilik takvimi var. O takvimi diğer STK'larla görüşüp kimlerin destek vereceğini öğrendikten sonra kamuoyuyla paylaşacağız inşallah. En kısa zamanda bu etkinliklerimize başlayacağız inşallah. Ama temennimiz bunlara gerek kalmamasıdır.

Haksöz: Şahsınızda somutlaşmış olmakla birlikte anlaşılan istişari bir arka plana dayanmakta bu tür bir eylem kararınız. Tabiatıyla her eylemin bir ya da birden çok amacı ve muhatabı var. Bu anlamda tasarladığınız eylemin amaçları ve muhatapları kimlerdir diye sorsak? Eyleminiz hükümete ve sorunun ilgili diğer taraflarına mı yönelik; yoksa bu, İslami kaygılara sahip STK'ların daha ciddi ve etkili bir tanıklık ortaya koymalarına yönelik bir tepki ve çağrı mı?

Ahmet Ay: Şimdi buradaki muhataplık iki yönlü… Birincisi bizim etkinliklerimizin ve eylemlerimizin muhatabı kim? İkincisi ise sorunun çözümünde muhatabımız kim ya da kimler? Bizim çağrımızın muhatapları belli; Eli silahlı her kim varsa o bizim muhatabımızdır. Biz ilk basın açıklamamızda da ifade etmiştik, demiştik ki; bundan önce de PKK 17 kez tek taraflı ateşkes ilan etti. Silahları susturmada 17 kez PKK örneği gerçekleşti. "Ben silahları susturuyorum, eylemsizlik kararı alıyorum; TSK operasyonları durdursun." demedi. Biz de dedik ki; 18. kez bir saniye farkıyla, bir dakika farkıyla, bir saat farkıyla, bir gün farkıyla… Bunu en az zaman dilimine mümkün mertebe bizlerin de gayretiyle sığdıralım. PKK "Buyurun, siz inisiyatif alın; Sivil toplum örgütleri olarak bu soruna sahip çıkın, silah kullanmanın gereği kalmasın." kendi pencerelerinden olaya baktığımızda…

Diğer muhatabımız tabii ki hükümet… PKK eylemsizlik kararı aldığı andan itibaren hükümetin de operasyonları mümkün mertebe durdurması talebinde bulunduk. 25 Haziran 2010 tarihli açıklamamızdan hemen sonra Sayın Başbakan Kanada'ya uçmadan önce "PKK Diyarbakır'ın çağrısına ses versin operasyonlar da minimize olur." Hatta hafızam beni yanıltmıyorsa "gerek bile kalmaz," demişti. İşte muhatabiyet böyle... Bu anlamda hükümet bizim çağrımızı duydu, olumlu anlamda cevap verdi. Ondan sonraki merhale de vardı. Eğer silahlar susarsa bizim hem PKK tarafıyla görüşüp mümkün mertebe 1999-2004 yılına kadar Kandil'e çekilme, tamamen sınır dışına çekilme kararlarını bir kez daha yapmalarını… Çünkü burada kalmaları halinde provoke edilmenin çok daha kolay, provokasyonlara sebebiyet vermenin çok daha rahat olduğunu da düşünerek mümkünse tekrar sınırın ötesine çekilsin. Bu konuda hükümetten de bu çekilme sırasında arzu edilmeyen bir durumun gerçekleşmemesi için üzerine düşeni yapmasını istedik. Bunu da taraflara ilettik. Tekrar aynı çağrımızda bulunuyoruz. Eğer PKK eylemsizlik kararı alırsa ve daha da iyi olanı 1999 yılında yaptığı gibi yine sınır ötesine geçerse biz hükümeti ciddi anlamda açılımı daha sağlıklı, daha içi dolu, daha elle tutulur bir şekilde sürdürmesi için ciddi ciddi baskı unsuru oluşturacağımızı düşünüyoruz. Bu baskılarımızı da artırarak adımların daha hızlı, daha emin ve sağlıklı atılması için çaba ve gayret içinde olacağımızı ifade etmiştik. İkinci muhatabiyet Kürt sorununda muhatabiyetliktir. Bu önemli… Kürt sorununda muhatap genel anlamıyla 73 milyondur. Bu 73 milyonun tümü muhataptır. Kimisi bu muhatabiyete ses verir, kimisi alınan kararlara razı olur. Bu anlamda Türkiye'de aydın takımı, aydınlar, yazarlar, düşünürler, kanaat önderleri, sivil toplum örgütlerinin diyelim ki tümü ve elbette ki bölgenin en çok oylarını alan iki partiden biri olan Barış ve Demokrasi Partisi (BDP) ki Demokratik Toplum Partisi (DTP) olarak seçilen güçlerdir ancak kapatıldıktan sonra bugün bunun (muhatabiyetin) siyasi anlamdaki aktörü BDP'dir. Bölgedeki bütün sivil toplum örgütleri, kanaat önderleri, yazar-çizerler, düşünürler, sokaktaki vatandaşa varıncaya kadardırlar ki onlar birilerine sesini ulaştırır. Biz muhataplığı böyle kabul edersek bu sorunu çözmeye bir adım daha yaklaşmış oluruz. Şu anda muhataplığı dile getirmede sıkıntı duyacağımız aktörlerin daha sonraya bırakılması gerektiği kanaatindeyim. Zaten, açıkça söyleyeyim daha önce Abdullah Öcalan ile İmralı'da devletin kademelerindeki bürokratların görüştüğü ifade edildi. Bunun ne kadarının doğru olduğunu bilmiyoruz ama görüştüğü noktasında kamuoyuyla paylaşım oldu ve bu tekzip edilmediğine göre demek ki birileri Abdullah Öcalan'la İmralı'da görüşmüştür. Bu farklı bir durum… Bu yine sürdürülür. Ona hayır da demiyoruz. Ama silahlı mücadele veren, elinde silah bulunduranların bir şekilde ikna olmaları lazım... Basit bir örnek vereyim: Şu anda tahminen içeride ve dışarıda 7 bin civarında PKK'li var. Bu en kötü ihtimalle 7 bin silah demektir. Bu arzu ettiğimiz güzellikler, olumlu süreç yaşanırsa bunların silahlarını kime, nereye, nasıl teslim edeceklerine dair bir çalışmanın olması lazım. En basitinden söylüyorum. Gelirken ne olması lazım… Gelirken de hiç kimsenin rencide olmaması lazım, hiç kimsenin bu anlamda toplumu gerecek bir davranış ve söylemde bulunmaması lazım. Bunlar daha sonraki süreçler... Dediğim gibi bir kere bu konuda birbirimize inanmamız, güvenmemiz gerekiyor. Bunun için de adımların atılması lazım… Ama önce silahların susması gerekiyor. Silahlar sustuktan sonra siz neler yapabileceğinizi anlatabilirsiniz. Çünkü dünyanın en makul sözünü en uygun cümlelerle, sözcüklerle ifade etmeye kalkışırsanız silah ve bomba sesleri arasında duyulmaz. Duyulsa duyulsa Osman Pamukoğlu'nun sesi duyulur! Bu sebeple biz önce silahlar susmalı, susturulmalı ve bunu da 17 kez PKK yaptı; PKK 18. kez "Ben silahları susturdum." diyorsa ne ala! Ama öte yanda da şöyle düşünebiliriz: Devlet acaba büyüklük bende kalsın, çekin gelin derse bu ayrı bir güzellik. Bizim için önemli olan silahların bir an önce susması ve inisiyatif sahiplerinin, insaf sahiplerinin bu konuda neler yapabileceklerini ortaya koymasıdır. Muhatabiyet de böyledir.

Haksöz: Yani belirttiğiniz gibi açılım sürecinin sürdürülebilirliği için normalleşmenin sağlanması şart. Tabii ki PKK bunun bir boyutu. Bir yandan hükümet belli açılımlar sağlamaya çalışırken statükocu güç odaklarının baskı, manipülasyon ve kışkırtmalarıyla boğuşuyor. Ve diğer yandan da PKK olarak tanımlanan kanat yangına körükle gidercesine eylem tarzıyla sürecin altını oyma anlamına gelebilecek basiretsizlikler ortaya koyuyor. Hükümetin büyük oranda bu ikili kuşatma arasında sıkıştığı, ezildiği ve yapmak istediği açılımların örselendiği söylenebilir. Sizce bu hengamede hükümet ve BDP kendisine düşen sorumluluğu yeterince ifa etti mi ya da etmekte midir? Başka bir değişle her iki güç de karşılıklı olarak baskısı altında oldukları askeri vesayetten özgürleşmeye yönelik yeterli bir irade ortaya koydular mı?

Ahmet Ay: Doğrusu siyasi partiler politik mülahazaları göz ardı edemezler. Politik mülahazaları göz ardı edemeyenler de mecburen adına "halk dalkavukluğu" dediğimiz popülizme kaçmak durumunda kalırlar. 2009 seçimlerinden önceki gerginlikte biz "AK Parti bir şey yapmak istiyor, DTP gerginlikten nemalanıyor. Dolayısıyla bölgede gerginlik tırmanıyor." diyenleri duyduk. Bu kısmen de oya tahvil edilmedi değil. Ben DTP'nin böyle bir mülahazayla gerginlik istediğini söylemiyorum, söyleyenlerin yansımasını ifade ediyorum. Seçimlerden sonra açılım olarak bence kardeşlik projesi ama essahtan kardeşlik projesi olmayı arzu etmiş umuyorduk. Doğrusu projenin nasıl geliştiği noktasında hükümetin de çok sağlıklı bir plan ve projeye sahip olmadığını gördük. Onun için en son Sayın Başbakan sivil toplum örgütlerinin hanım kesimleri, bayan kesimleriyle yapmış olduğu toplantıda bence bir adım daha atarak "Açılımın içi boştur diyorlar, o zaman gelsinler katkı sunsunlar." ifadesi işte dediğimiz o ateş durursa, şiddet durursa o açılımın içini biz de nasıl dolduracağımızı söyleriz. Söyledik, daha yeni önerilerle beraber söylemeye devam ederiz. Bu arada BDP ya da DTP ile AK Parti arasında ciddi bir gerginlik söz konusu oldu. Önceden Sayın Başbakan'ın "Ben DTP'nin eşbaşkanı Sayın Ahmet Türk'le başbakan olarak görüşmüyorum…" Tamam, burada bir pay bırakmıştı; başbakan olarak görüşmüyorsun ama genel başkan olarak görüşürsünüz, gibi bir anlam da çıkarıldı. Uzun süre görüşmeyince bu arada 2007 seçimlerinden sonraki olumlu hava kısmen kayboldu. Müteakiben DTP'nin kapatılmasından sonra BDP kuruldu. BDP'nin bu süreçte zaman zaman üzerine düşen muhatabiyet görevini Kandil'e ve İmralı'ya havale etmesi siyasi bir zafiyetti. Burada BDP'nin içinde bulunduğu durumu da doğru okursak belki bu zafiyetin niçin geliştiğini de görebiliriz. Ama neticede siz hükümet iseniz vesayetler altında mazeret üretemezsiniz. Aynı zamanda BDP için söylüyorum bu sefer siz siyasi partiyseniz, meclise gönderilmişseniz halkınız tarafından, o zaman siz kendi iradenizi, misyonunuzu başka yerlere havale edemezsiniz. Gerekirse siz onlarla farklı bir şekilde görüşürsünüz, onları ikna yolunu seçersiniz ama kendi görevinizi, kendi iradenizi ne İmralı'ya ne Kandil'e havale edemezsiniz. "Muhatap benim, halk beni gönderdi, benim şu şu şu taleplerim var," derseniz o taleplerinizle ilgili ısrarınızı ortaya koyarsınız. BDP'nin de böyle bir sıkıntısı oldu, dolayısıyla muhatabiyet kargaşası yaşandı. Siyasi anlamda bir muhatabiyet kargaşası yaşandı. Ve geldiğimiz son süreçte de Başbakan referandumla ilgili görüşmelerinde MHP görüşmeleri kabul etmeyince BDP'yi de "Terörden nemalanıyor." diyerek görüşme dışı tuttu. Bunun siyaseten çok da doğru olduğu kanaatinde değilim. Belki MHP ile görüşmemenin bir dengesi olarak algılanabilir ama bu dengenin terazisinin çok da iyi durduğundan yana endişe duyuyorum. Bu sebeple siz manipülasyonlarla, böyle ağır kronikleşmiş bir sorunu çözme yoluna girerseniz korkarım ki bir daha uzun zaman bizler yine kan, gözyaşı ve figanlarla beraber kalacağız. Bu anlamda BDP de üzerine düşeni yapmalı; daha somut, daha kararlı ve "Muhatap benim." söylemiyle ortaya çıkıp hükümeti buradan sıkıştırmalı. Ve hükümet de… Evet bir Ergenekon baskısı var,  büyük oranda azalsa da bir askeri vesayet ve çok önemli ölçüde bir yargı vesayetiyle karşı karşıya. Ama dediğim gibi kanın durdurulması için hükümet mazeret üretme gibi bir ifadeyle halkın huzuruna çıkmamalı. Çözüm yeri iktidardır, hükümettir, parlamentodur; aralarında konuşur, anlaşırlar. Biz sivil toplum örgütleriyle üzerimize düşeni üç beş on katıyla yerine getirip bu konuda katkıda bulunmaya hazırız.  İnşallah bu konuda üzerimize düşeni yapacağız.

Haksöz: Referandum yaklaşıyor. Onunla ilgili görüşlerinizi de paylaşmak ister misiniz?

Ahmet Ay: Doğrusu 12 Eylül anayasasının mağdurlarından biriyim. Ben 12 Eylül anayasası oylamasında henüz 20'li yaşlarımdaydım. Bana sorduklarında okuduğum bazı maddelerinden de hareketle böyle bir anayasaya ret oyu vermek vicdanları rahatsız eder demiştim. Ve biliyorsunuz o yıllarda Bingöl'de yaşıyorduk. Bingöl'de yüzde 90 civarında ret oyu çıktı. Rahmetli babam 60 yaşında ret cephesinde olduğu için sürgün edildi, yıllarca sürgün yaşadı. Akabinde ufak tefek sebeplerle biz de gözaltına alındık. Altı buçuk yıl yasaklı kaldık. Böyle bir olayı yaşamayan biri olarak söylüyorum; az önce vesayetten bahsettik, bu vesayetin ortadan kalkması için bu referandumda evet oyu kullanmanın gerekli olduğuna inanıyorum. Türkiye'de siz bütün insanları, yetmiş üç milyonuyla bütün insanların huzur içinde, barış içinde, kardeşçe hakkaniyete uygun yaşamalarının koşullarını ve altyapısını oluşturmak istiyorsanız önce bu referanduma da ciddi bir evet oyunun çıkması lazım. Çünkü Anayasa Mahkemesi'nin yapısı öyle bir şekilde belirleniyor ki, seçilen üyeler belli bir zihniyete yani statükodan yana şahsiyetlerden oluşan bir yüksek yargı… Bu yüksek yargının üyeleri AYM'nin görevleri arasında olmayan anayasa maddesini esastan görüşmeye kalkıştılar. Hem de iki kez. AYM anayasada sadece usul açısından, şekil açısından bir inceleme yapar. Yani parlamentoda gerekli çoğunluk sağlanmış mı, oylama yapılmış mı, bu iç tüzüğe uygun mu değil mi, buna bakar. AYM esastan girip iptal etti eğitim özgürlüğüyle ilgili maddeyi. Bu, şu demekti: Siz istediğiniz kadar güzel bir anayasa değişikliği yapın, hatta sıfırdan bile anayasa hazırlayın ben bu anayasaya değişmez, değiştirilmesi teklif dahi edilemez maddelerine aykırıdır deyip iptal edebilirim. Ne olur? Yaptığınız bütün o çalışmalar berhava olur. Şimdi bu yapının ve HSYK'nın da değişmesiyle ümit ediyorum ki Türkiye yetmiş üç milyonu da kuşatan, herkesin inancını, düşüncesini, statüsünü rahatlıkla yaşayabileceği, başkasının hak ve özgürlüklerine dokunmadan maksimum düzeyde özgürlüklerini yaşayabileceği bir anayasaya kavuşması mümkün olur. En iyi anayasa dahi mükemmel anayasa mıdır? Hayır, değildir. Ama nihayetinde siz mevcut ortamda hazır kumaşta verili durumda en iyi neyi üretebiliyorsanız onu üretirsiniz. Bizler de her geçen gün biraz daha en güzel, en güzel, en güzel anayasayı konuşmak için mücadele etmeye devam edeceğiz. Ama öncelikle sanırım Genç Siviller'in sloganı olsa gerek "Yetmez ama evet!" deriz. Ve temennimiz odur ki bölgemiz de bu konuda, bu sağduyuyu, bu basireti gösterir.

Haksöz: Hükümeti ve PKK'yi aşan ama ikisini de normalleşmeye zorlayacak aşağıdan yukarı doğru aktif bir örgütlü mücadelenin önemini vurgulamakta ve bunu örneklendirmek amacıyla da açlık grevi, ölüm orucu vb. eylemleri denemektesiniz. İslami kesimlerin ya da İslami ilke ve değerlere yaslanma kaygısında olan STK'ların daha aktif, daha pratik ve güç odaklarını çözüme zorlayacak daha yoğun ve istikrarlı bir eylem hattını tanıklaştırma noktasında bir irade yeterliliğine sahip olduğunu düşünüyor musunuz? En azından bu örgütlülüğün bölgesel ayağını baz alacak olursak sizce bölgedeki İslami örgütlülük düzeyi bu tarz müdahil bir zindeliğin neresinde?

Ahmet Ay: Doğrusu sivil örgütlülük bir süreçle beraber gelişen, olgunlaşan bir yapılanmadır. Nedir o? Siz yaşamış olduğunuz dünyanın gerçekliğiyle ilgili bilgili ve bu bilgiyi bilince dönüştüren, daha sonra bu bilinçle beraber sorumluluk bilincinde olanların örgütlülüğü ses getirici kayda değer örgütlülüktür. Bizde vatandaş –doğrusu yadırgamıyorum, ona da razıyız- ben de şurada olmalıyım, benim yerim burası deyip o sivil toplum örgütü içinde yer alır ama çok da etkinliklerine katılmaz. Bölgemizde birkaç sivil toplum örgütü dışında bunu böyle kabullenebiliriz. Siyasi partilere de 4-5 yılda bir sandığa gidip oy vererek kendi sorumluluğunu yerine getirdiği anlayışında. Bu eğitim düzeyi ve bilinçle alakalı bir şey. Bunu küçümsemiyorum. Vatandaşın gidip öyle yapması da onun zaviyesinde son derece doğru ve önemli bir olay. Ama vatandaş sivil toplum örgütlülüğü bilinciyle bilinçlense yaptırım gücünün ne kadar ciddiye alınacağını fark ederdi. Sizin de ifade ettiğiniz gibi bizim burada yapmaya çalıştığımız şey artık yukarıdan talep gelmeden aşağıdan bir zorlamayla, bir baskıyla üretim kadrosunda bulunan iktidarı doğru şeyleri doğru zamanda ve doğru bir şekilde yapmalarını sağlamaktır. Biz sivil toplum örgütleri olarak taleplerimizi iletiriz; bu dikkate alınmalı; eğer dikkate alınmaz, ertelenir, ötelenirse biz o sivil toplum örgütü bilincinin oluşturduğu sorumluluk gereği burada baskı unsuru olma yönünde harekete geçip sürecin daha sağlıklı ve en iyi şekilde yürümeye çalışmasını sağlamaya çalışıyoruz. Bizim bölgedeki sıkıntımız da o. Bölgede insanlarımız 30 yıldır çatışmalarla yaşıyor. 26 yıldır PKK'nin başlattığı çatışmalarla boğuşuyor. E şimdi öylesi durumlar yaşandı ki, şahit olduğum bir anekdotu paylaşayım sizlerle: Birisine demiştim ki elindeki broşürü gördüğümde, nedir bu; bizim yarın şöyle şöyle bir etkinliğimiz var… Ya hocam, dedi, dikkat et. İşte şunlar şunlar şunlar rahatsız olmasınlar? Ben de ona basın açıklamasını anlattım. Biz yıllarca bu bölgede bir basın açıklaması hazırlarken kırk kere değiştirdik. Şurayı çıkaralım PKK buraya gıcık olur; şunu çıkaralım JİTEM bundan dolayı başımıza iş açar; burayı çıkaralım derin devlet rahatsız olur; şurayı çıkaralım bu rahatsız olur… Derken bizim basın açıklamamız oturaklı ve hakikaten sorumluluk bilinciyle hazırlanan basın açıklamamız ya lütfen yapmayın deme noktasına geliyordu neredeyse bundan önceki yıllarda-durumlarda. Şimdi bu ortamı yaşamışız. Bir basın açıklaması yaparsınız ya başınıza bir şey gelebilir… Çünkü bu bölgede konuşanlar bir şekilde susturuldu. Bu memlekette, bu şehirde, bu ülkede işte sayın başbakan çıkıp geçen ağlayarak, hepimizin yüreğini yakarak idam edilen iki gencin mektuplarını anlattı. Bu ülkede onlardan sonra da genç, olgun demeden insanlar konuştukları için öldürüldü. Ve bunların adı fail-i meçhul. Ve bunun sayısının da 17 bin olduğu söyleniyor. Belki daha da fazla... Bu gerçekliği yaşamış bir ilden, bir bölgeden sivil toplum bilincinin, kültürünün yeşermesini beklemek çok da haklı değil. Ama böyle sürüp gitmesi hiç hiç haklı değil. Onun için bölgemiz politize olmuş bir bölge ama sivilliliği esas alan bilinç henüz tam olarak ses getirici boyutta değil. Bu çabamız biraz da o boyutu deşifre eden, kamçılayan boyut. Dileriz ve temenni ediyoruz ki o boyutta amacımıza ulaşmış oluruz. Bizim amacımız sivil örgütlülüğün gerekliliğini, onun gerçekliğini, onun baskı unsuru olduğunu da vurgulamaktı. O da eminim hedefine ulaşmıştır.

Haksöz: Röportaj için teşekkür ederiz.

Ahmet Ay: Rica ederim, ben teşekkür ederim. Allah bu ülkeye, bütün insanlığa esenlik, huzur, barış ve can sağlığı nasip etsin.

 

Haksöz-Haber/ Haşim Ay

Fotoğraflar/ Metin Aldemir

HABERE YORUM KAT

3 Yorum