1. YAZARLAR

  2. Murat Aydoğdu

  3. Libya-Bingazi ve Despotizmin Sonbaharı

Libya-Bingazi ve Despotizmin Sonbaharı

Mayıs 2013A+A-

Nasreddin Hoca ağaçtan düşer. Herkes başına üşüşüp bilir bilmez önerilerde bulunmaya, nasihatler verip akıl satmaya başlar. Malum, Nasreddin Hoca: “Bana ağaçtan düşen birini bulun!” der.

Batılılar “Arap Baharı” diyorlar. Bizler beklentilerimizi ve umutlarımızı da ekleyerek “intifadalar zinciri” diyoruz. İsmimizden de mülhem bu duygularla “Ulustan Ümmete” grubu ile gittiğimiz Libya’da bizim gördüğümüz manzara “despotizmin sonbaharı” oldu.

Devrimin Beşiği: Bingazi

Bingazi’ye indiğimizde, Afrika Sahra Çölünden gelen rüzgârın taşıdığı ince kum fırtınası ile karşılaşıyoruz. Lodos estiğinde İstanbul’a kadar uzanan Büyük Sahra’nın kumları ufkun görünümünü engellediği gibi ortalığı da sarı-turuncu bir renge bürüyor. Hatta bir ara, öğlen saati olduğunu unutup gökyüzündeki sarımtırak yuvarlağı dolunay sandığımız da oldu. İkinci gün genzimizi sertleştirerek rahatsızlık vermeye başlayan çöl kuruluğu, Bedevi insanının sert mizacını hatırlatıyor ve Bingazi’nin devrimci havası ile uyumluluk gösteriyor.

Bu ilk izlenimin etkisi ile Libya’nın misafirperver ve yiğit insanlarının kenti, Libya devriminin başladığı ve yeşerdiği Bingazi’deki programımız başlıyor. Kaddafi döneminden beri ihmal edilmişliğin, başkent Trablus yanında ikinci sınıfa itilmişliğin kenti burası. Buna rağmen konuştuğumuz muhalifler “Güneyde bizden daha çok baskı altında ve mahrum bırakılmış bölgeler var.” diyorlar. Libya’nın Trablus bölgesi, Tunus ile beraber sonradan bütün kıtaya ismini veren İfrikiye bölgesi… Bingazi ise daha çok Sirenayka olarak bilinen, Trablus ve Tunus’un bulunduğu tarımsal bölgeden farklı bir bölge.

Sokaklarında hiçbir polisin, bekçinin, çöpleri toplayacak belediye görevlisinin, devlet ve yönetim hiyerarşisinin olmadığı bir şehir. Mahalleleri aşiretler, geniş aileler, devrim komiteleri ve milisler yönetiyor. Ama aralarında iletişim ve diyalog var.

Bize Libya hükümetinin verdiği korumalara, biraz da ironi içeren bir soru soruyorum: “Ortalıkta polis, trafik polisi yok, Arabaların çoğu plakasız. O halde siz neden kırmızı ışıklarda duruyorsunuz?” Koruma, birçok Türkiyeli ile tanışmasına karşılık, herhalde ilk defa bir Türkiyeli zihinle karşılaşmanın etkisi ile gülümsüyor ve Libyalıların saygılı ve ikram sever özelliklerinden bahsediyor. Tabi ben bu arada sıcak iklimin insanlardaki etkisini, yıllar süren dikta rejiminin altındaki insanların bilinçaltı davranış biçimlerini ve doğal hukukun yazılı hukuka olan sosyal üstünlüklerini düşünüyorum...

Bingazi’deki durum, Kur’an nüzulü öncesi, hakkında okuduğumuz Kusay bin Kilab’ın topladığı Kureyş ve diğer aşiretlerin yönettiği Mekke toplumunu hatırlatıyor. Ama bütün kesimlerin İslami aidiyete sıkı sıkıya bağlı olduğu farkıyla... Daha modernist paradigma ile bakarsak; devrim komitelerinin, halk meclislerinin yönettiği bir şehir. Sanki modern devrimlerle geleneksel-örfi yapılanmanın çakışıp buluştuğu bir yerelliği gözlüyoruz.

Buna karşılık konuştuğumuz bütün kesimler devlet kurumsallaşmasının, teşkilatlanmasının, yazılı yasaların en önemli sorunları olduğunu söylüyorlar. Bir an içimizdeki devrimci ve isyankâr bir ruhla “Belki de böylesi daha iyi!” diyecek oluyoruz. Ama ağaçtan düşmüş bir halka dışarıdan ukalalık etmek yerine, izlemeye ve dinlemeye devam ediyoruz. Gördüğümüz ve hak verdiğimiz şey; uzun süren despotik, keyfi bir yönetimin ardından güvenlik arayışlarının ve tahakkümden uzak, kurallara dayalı bir toplum oluşturma çabaları. Tam da burada Kitabilik denilen şeyi görüyorum ve en üst referansları İslam olan, bununla çatışan hiçbir şeye razı olmayan ama çatışmayan alanlarda dünyaya, fikirlere açık insanlar zihnimdeki Bedevi imajını da yerle bir ediyor. Evet, yerelliğin evrensellikle buluştuğu bu nokta ile ziyaretlerimizde daha sonra konuşacağımız çeşitli çevrelerden kişilerin fikir ve perspektiflerinde tekrar karşılaşacağız.

Bingazi, Bedevi Ben-i Gazilerin memleketinde “despotizmin sonbaharını” yaşamışlar. Ve bunun yaprak dökümü ile bütün İslam dünyasındaki despotik iktidarlarının korkulu rüyası olan diktatör ve krallıklarının yanında, kendini medeni sanan bizlerin bilinçaltlarındaki despotik rejimlere gebe, devrimcilik(!) hezeyanları ile şekillenen acilci tavırlarımızda bir bir döküyor. Gerçek bedeviler sanki bizmişiz gibi bir his kaplıyor içimizi. Aklıma Türkiye’deki siyaset arenasına kapılmış nevzuhur iktidarlar ve onlara karşı çıkma takıntısı ile azınlık milliyetçileri ile birlikte hareket edip “Bu yozlaşmış İslamcı iktidardan kurtulacağız!” derlerken iktidarın azınlık milliyetçileri ile uzlaşması sonucu cascavlak ortada kalan kesimler geliyor. Geliyor da dünyayı etkileyen ve dünya tarihinde yer alan bir hareketi izlerken bu güdük karın ağrılarımızın bizde takıntı yapmaması için bu günübirlik sorunlarımızı zihnimden atıyorum.

Devrimden Islaha Dönüşüm

Konuşmalarımızın çoğunda Libyalıların yoğun bir Türkiye hükümeti övgüsü ve demokrasi kavramı kullanmaları birçoğumuzu rahatsız ediyor. Mutedil olanlarımız bile sık sık araya girip bizim bağımsız olduğumuzu, bazı olumlu faaliyetler olsa da modern paradigma içerisinde Batılı kavramların sıkıntılı olduğunu dile getiriyoruz. Eh, bu da bizim düştüğümüz ağacın tecrübesi olsa gerek, bunları söyleme hakkına sahip olduğumuzu düşünüyorum. İlginç olan Libyalı devrimcilerin ilk anlarda diplomatik ve siyasi bir dille kullandıkları kavramlara, sorular ve konuların açılması ile aslında yabancı olmadıklarını, ölçüp tarttıklarını, sınırlarını belirlediklerini fark etmemiz oluyor. Libyalı devrimcilerin, dünya Müslümanlarının tecrübelerine olan temasları, yüzeysel ve sloganik kelimelerle Libya devrimini mahkûm edenlerden ayrı durmamızın ne kadar isabetli olduğunu hatırlatıyor.

Bingazi’de Adalet ve Bina Partisi, Bingazi Meclisi Grup Başkanvekili ve Yardımcısı Abdulhadi ve STK başkanlarından Abdulhafız, bize bu konularda bazı ipuçları veren açıklamalar yapıyorlar:

Yeni düşünsel bir tarz geliştirmeliyiz. Yeni bir medeniyet ve kültür inşası için birlikte çalışmalıyız. Suriye’de de devrim süreci devam ediyor ve biz de halen değişim sürecindeyiz.

Halkın zihninde oluşan beklentiler hâlâ gerçekleşmiş değil. Ama bu güç halkın sine-i kuvvetinde mevcuttur ve zamanla kendini gösterecektir. Toplumsal ve siyasal irade oluşturulup, birleştirilmesi gereklidir.

İçinden geçtiğimiz dönüşümler Allah’ın iradesi ile gerçekleşiyor. Bu bizim hesap ve kudretimizin üstündedir.

Doğru yoldayız. ‘Kan ve dışkı arasından süt çıkaran ve bunu dönüştüren…’ ayeti çevresinde bir devlet oluşturmaya çalışıyoruz. Bu devrim tekbir sesleri ile başladı. 17 Şubat devrim sürecinde uluslararası aktörler yardımda bulundular. Libya’nın çıkarlarına yardım edecek girişimlere açığız. NATO müdahalesi kendiliğinden olmadı. Arap ve Afrika Birliği ile BM de rol aldı.

Libya’daki yönetim geçici yönetimdir. Bir sonraki Libya Parlamentosu uluslararası ilişkileri belirleyecektir. Biz tasavvur olarak İslam medeniyetine güveniyoruz.

Hamza Türkmen; ulus, demokrasi gibi Batılı paradigmalara karşı İslami kavramların kullanılması yönünde fikir beyanında bulunuyor. STK Başkanı Abdulhafız’ın sözleri bu kavramlara pek de yabancı olmadıkları ve sınırlarını kendilerinin belirlediğini ortaya koyuyor:

Dönüşümümüz İslam’a göre olmalı. İslam düşüncesinin bu kavramları dönüştüreceğine inanıyoruz. Biz 1400 sene önce sizin demokrasi adı altında sunduklarınızı gerçekleştirmiştik. Bizim siyasal anlayışımız ilk halifeler döneminde gerçekleşmiştir. Batılı kavramlar araçlardır.

 “Islah hedefiniz nedir?” sorumuzsa şöyle cevaplanıyordu:

Devlet ve kurumlardan konuştuğumuzda elbette devletin yanında topluma yönelik görüşümüz olmalı. Burada, Libya halkının kendisini inşası gereklidir. 17 Şubat siyaset biliminde yeni bir şey. Devrimler üç şekilde olur:

1-Halk iradesi ile dönüşüm

2-Halk ayaklanması

3-Muhalefetle, iktidarın halkı ikna etmesi ile.

17 Şubat bu üçünden farklıdır ve siyasette henüz isimlendirilmiş değildir.

Siyasal İslam – Sivil İslam tartışmasında Libya’da sorunlarla karşılaşıyoruz. Silah meselesinde ise devlet kurumlarının çökmesi söz konusudur. Kaddafi yönetimi bir çeteydi. Halk silahlandı ve devrimini yaptı, silahlar hâlâ grupların elindedir.

Siyasal kavramlarda ittifak yoktur, herkes kendi kavramını üretir. Türkiye modelinin Libya toplumuna uygun olmayanlarını almayacağız. Mahatir Muhammed (Malezya) örneği de var.

Demokrasi tecrübesi yaşayamıyoruz. Libya toplumu sivil ve İslami bütün önerileri kabul eder.

Bize düşenin, zaman içerisinde bu kavramların yanlış, noksan ve ölçüsüz kullanımı ile dejenerasyonu yaşayan tecrübelerimizi aktarmak diye düşünüyorum. Tabi bu aktarma sırasında karşımızdaki kişileri iradesiz, devrimlerine sahip çıkmaktan aciz, kullanılabilen insanlar olarak algılamadan özellikle kaçınarak. Nitekim Trablus’ta görüştüğümüz devrim aktörleri ve mevcut siyasetin belirleyicilerine yazının sonunda tekrar değineceğiz.

Yine Bingazi’de görüştüğümüz her biri Kaddafi döneminde 16-20’şer yıl hapis yatmış Dava Partisi elemanları benzer söylemleri paylaşırlarken temel kriterler üzerinde hassasiyetle duruyorlar: “Şeriata birden değil, kuvvet ve zorla değil, tedricen ve toplumun ikna edilmesi ile geçilmesini hedefliyoruz. Bu, eğitim ve öğretimle olacak. İnsanlar şeriat deyince sadece had cezalarını anlıyorlar. Oysa bu, toplumun hazırlanması, eğitilmesi sonucu gerçekleşecek bir şeydir.

Diğer İslami gruplarla ilkelerde ihtilafımız yok, sadece iletişim ve yapılanmalarımız farklıdır.

Biz bazı hastalıkların tedavisi için zamanın gelmesini bekleriz. Akide ile birlikte vakıayı da ele alırız. Federasyon bir yönetim biçimidir. Ama biz İslam ülkelerini güçlendirmek istiyoruz. Belki devletlerarası federasyon mümkündür ama zaten tek olan devleti ayırırsak, bu güçleri ayırmak olur. Biz diyaloga fazla alışık değiliz, federasyon halinde aramızdaki bağlar azalabilir.

Biz bütün olarak İslam dünyasını birleştirmek istiyoruz. Biz güneyde Bingazi’den daha mahrum bırakıldık ama bu sorun geçmiş yönetimden kaynaklanıyor. Aslında hem federasyon hem de merkezcilik sorunludur, enformasyonda zorlanıyoruz.

Çok seslilik ama hepsi İslami duyarlılıkta, aralarındaki ihtilaflarda ise çatışma ve hakaretten ziyade diyalog yoluna giden çok seslilik bir çeşit ilkelerin denetlenmesini ve birbirlerinin haddi aşmalarını engelliyor. Hatta partisel bir teşkilatlanma olmadan parlamentoya giren bağımsız milletvekili Miftah Şenbur bu özellikleri ile öne çıkıyor. Yine bağımsızlardan 30-33 kişilik bir grup kurmuşlar ve adına “Ya Biladi/Ey Ülkem” diyorlar.

Miftah Şenbur gündeme dair bazı konulara şu şekilde değiniyor: “Mecliste 8 aylık tecrübe ile gruplar oluştu. İdeolojik kalıplar içeren merkez, orta yol gibi kavramlar yerine ‘açılım’ kavramını kullanıyoruz. Demokrasi ile bütün toplumsal kesimleri kuşatmak istiyoruz. Hukuk ve tasarım üzerine bir devlet istiyoruz. Mutedil İslam anlayışını benimsiyoruz. Radikal anlayış yurt dışına giden gençlerde ortaya çıktı ve bununla İslam imajını kötüleştirdiler.

Türkiye ve Malezya gibi Müslüman kimlikle kendilerini ispatlamış yapıları örnek alıyoruz. Ama biz Libya’da hepimiz İslamiyiz. İslam şeriatının merci esası hususunda parlamentoda ittifak var. Şu anda hangi şeriat olacak tartışması yapamayız, bu daha sonra tartışılacak. İslami bankacılık ve faizin yasaklanması gibi hususlarda mutabakat var. İslam’da müttefikiz ama ihtilaflı konularda dayatma yapmıyoruz. Ülke menfaati açısından parlamento içerisindeki herhangi bir grubu destekleriz.

Devrimin Ruhu

Bingazi’de büyücek bir otel; belediye, yönetim, çeşitli teşkilat, aşiret liderleri, kuruluşlar, mahalle komiteleri vs. teşekküllerin meclis toplantıları olarak kullandıkları bir kamu binasına dönüştürülmüş. Görüşmelerimiz buradaki çeşitli salonlarda yapılıyor. Görüşmelerin bir tanesinde, Libyalı yardım kuruluşunun sunumu sırasında karşı salondan gelen uğultu üzerine topluluktan ayrılıyorum.

Salon içerisinde yukarıda sözünü ettiğim toplulukların üyeleri, grupçuklar oluşturmuş ve merkezi bir masadaki temsilcilerden oluşan ekibin çevresine konuşlanmış yoğun bir diyalog, tartışma, karşılıklı söz almalar hararetle sürüyor. Manzara biraz bizdeki sendika tartışma salonlarına ama daha çok filmlerde gördüğümüz devrim sonrası halk komite toplantılarına benziyor.

Burada, bizim şehrimizde kitaplarda okuduğumuz ve Batı paradigmasından farklı, bizden olan şeylere dikkat kesiliyorum. Komite üyeleri, bir an sanki kavga edecekmiş gibi hararetlenen konuşmaların aralarında gülüşmeler ve musafahalaşmalar, pek de yabancısı olmadığımız Akdeniz insanı lafazanlığı, neşeliliği ile aşiret panayırları havasında. İnsanlar eprimiş ama kirli olmayan sade elbiseler içerisinde. Konuşmalarındaki hararet ve yer yer sertleşmeye karşılık küfür, hakaret ve alay yok. Her sertleşmenin ardında havada uçuşan plastik sandalyeler yerine, havada uçuşan selamlaşmalar dikkat çekiyor. En şiddetli bağrışlarda bile ağızlardan sıçrayan köpükler yok ve yüz ifadelerine, ağızlarının içine girmiş pos bıyıklar yerine kırpık bıyıklardaki gülümsemeler eşlik ediyor. Ellerinde göbekli, fıçı görünümlü rom ya da bira şişeleri yok. Hele de ukala ince belli uzun şarap şişeleri eşliğinde nostaljik devrim hikâyeleri de anlatmıyorlar. Konsey salonundan sık sık çıkıp ara veren küçük grupçuklar, sigara terasları yerine mescide geçerek topluca namazlarını eda ediyorlar.

Bunlar bizden, daha önemlisi devrimi yaşayan, yaşatan insanlar.

Bingazi’den sonraki Trablus, aynı ülkede olmasına rağmen, hem sosyal yapıda hem davranışlarda hem de zihin dünyasında farklı bir atmosfer içeriyor. Ekibimizden Süleyman Ceran’ın ifadesi ile “Devrimin kalbi Bingazi ise beyni Trablus’tur!” Trablus’taki daha derinlikli ve kurumsallık içeren görüşmeleri bir sonraki yazıya ayırıyorum.

Evet, Libya gerçekten despotizmin sonbaharı, bunun İslam’ın baharı olması için çabalayan devrimcilerin ülkesi. Muhtemelen despotizmin ardından bazı Libyalılarda liberalleşme, Batı tipi hayat tarzına özenme, bazı kötü alışkanlıklar da gözleyeceğiz. Bunun önleminin baskıcı bir toplumsal yapılanma olmadığı, hatta bunun en kötü örneğini yaşadığımız dünyada liberal Batı değerleri ile İslam kültürünün çatışmaya başladığını görüyoruz. Kimilerinin belli belirsiz, kimilerinin usulü bir açıdan Batı değerlerinin ifsat olanına karşı çıkarken, içerdiği fıtri olanlarına da cephe alınıp kendi despotizmimizi üretmenin tehlikelerini de görüyoruz. Dar kalıplara dönüşen, entegrist ve tarihe hapsolmuş uygulamalar yerine post-modernist tarihselciliğin iki ucu arasında bu “despotizmin sonbaharı” ve “baharın ayak sesleri” sırat-ı müstakimde ilerlemenin bir halkası olsun duası ile…

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR