Siyasete yol vermek gerek

Vahap Coşkun

Türkiye'de siyasal aktörler, PKK ve BDP çizgisinden her daim iki talepte bulundular. Bunlardan biri, PKK'nın şiddet yöntemlerine başvurmaktan vazgeçmesi ve BDP'nin şiddetle arasına mesafe koymasıydı. Diğeri ise, PKK ve BDP'nin isteklerini açıklığa kavuşturmaları ve bunları net bir şekilde kamuoyuna duyurmalarıydı.

Önce şiddet meselesine bakalım: Şiddetten arınma ve silah bırakma, uzun süredir Kürt siyasetinin gündeminde olan bir konudur. Her ne kadar Öcalan ve Karayılan, "Silahlı mücadelenin miadı dolmuştur" dediği için Baydemir'i sert bir biçimde uyarmışlarsa da, artık silahla alınabilecek bir mesafenin olmadığı yaygın bir kabul halini almıştır. Öcalan, bu sözleri sarf etti diye Baydemir'e kızdı ama kendisi de birçok kez bu anlama gelen ifadeler kullandı ve "demokratik siyasetinin geliştirilmesi gerektiğine" dair açıklamalarda bulundu. Bunun yanında KCK ve DTK gibi yapılanmaların da, aslında PKK'nın bir siyasileşme çabası olduğunu görmek gerekir.

Hiç şüphesiz bu siyasileşme çabası, birçok sorunu bünyesinde barındırıyor. PKK'nın asıl gayesi, gücünü kaybetmeden ve hâkim pozisyonunu koruyarak siyasileşmektir. Bu nedenle siyasi alanı kendi denetimi altında tanzim etmek istiyor ve bunu yaparken farklı seslerin çıkmasından hoşnut olmuyor. Nitekim gerek Öcalan, gerek PKK, gerekse PKK ile irtibatlı yapılanmalar, farklı siyasal tavır takınan Galip Ensarioğlu, Emin Aktar ve Orhan Miroğlu gibi bazı Kürt aktörlerini alenen tehdit etmekten imtina etmiyorlar.

Bu handikabına rağmen, bir siyasileşmenin ve buna eşlik eden bir çoğulculaşmanın yaşandığı söylenebilir. Siyasileşme, silahların konuşmayacağı bir ortama ihtiyaç duyar, bu itibarla halen sürmekte olan eylemsizliğin/çatışmasızlığın kalıcılaştırılması hayati bir öneme sahiptir.

Siyasi Aktörlerden Beklenenler

Kürtlerin taleplerinin netleştirilmesi mevzuuna gelince; öncelikle burada bir haksızlık olduğu belirtilmelidir. Zira Türkiye'de hem medyada hem de siyasi mahfillerde, genel olarak Kürtlerin ve özelde ise PKK ve DTP'nin neyi talep ettiklerini somutlaştırmadıkları iddiası çokça dile getirilse de bu iddia gerçeği yansıtmıyor. HAKPAR ve KADEP, açıkça federasyon talebi üzerinden yükselen bir siyaset yürütüyorlar. Başta Diyarbakır Barosu olmak üzere bölge baroları, anayasa, yasa ve diğer mevzuata ilişkin görüşlerini sıklıkla toplumla paylaşıyorlar. BDP'nin internet sitesinde, demokratik özerkliğe dair bir tutum belgesi var; bu belgeyle BDP nasıl bir çözüm perspektifine sahip olduğunu açıklığa kavuşturuyor. Ve nihayetinde 19 Aralık'ta yapılan toplantıda DTK da "Demokratik Özerk Kürdistan" adını verdiği bir taslağı kamuoyunun tartışmasına sundu.

Söylemek istediğim şu: Mevcut durumda silahlar susmuş durumda, göreli siyasileşme çabası devam ediyor ve çeşitli kanallar aracılığıyla seslerini duyurmaya çalışan Kürtlerin ne istedikleri bilinir hale geliyor. Böylesi bir durumda siyasi aktörlerin, iki yönlü bir uğraş içinde olmaları beklenir: Bir yandan eylemsizlik/çatışmazlık sürekli kılınmaya çalışılmalı ve bu süreçte çözüme ilişkin arayışlar yoğunlaştırılmalıdır. Silah patlamadığı anlarda rehavete düşmekten kaçınılmalı ve aksine çatışmazlığın yarattığı imkânla çözüm üzerine daha fazla odaklanılmalı, bariz adımlar atılmalı ve böylelikle çözüm için silah kullanmanın gereksiz olduğu düşüncesinin zihinlerde yerleşmesi sağlanmalıdır. Diğer yandan ise, siyasetin alanı geniş tutulup siyasi tartışma derinleştirilmelidir. Bu ise, konuşmaktan, konuşmayı teşvik etmekten, ileri sürülen taleplerin olur ve olmazlarını tartışma masasına yatırmaktan geçer.

Ne var ki son dönemdeki söz ve eylemler bu beklentiyi karşılamıyor. DTK ve BDP'nin "iki dilli yaşam" ve "demokratik özerklik" talep ettiklerini duyurdukları andan itibaren, yapılması gereken, herkesin bu talepleri rahatça tartıştığı ve kıyasıya eleştirebildiği bir özgürlük ortamını sağlamaktı. Oysa bunun yerine tam tersi tercih edildi; bu talepleri konuşmayı bile imkânsız hale getiren sert bir yasaklayıcı ve milliyetçi hava ortama hâkim oldu.

Önce Meclis Başkanı ve Cumhurbaşkanı, bu taleplerin bir siyasi parti kapatma gerekçesi olduğunu söyleyerek BDP'ye gözdağı verdi. Ardından Cumhuriyet Başsavcılığı, DTK ile bir bağlantısının olup olmadığının saptanması için DTP hakkında soruşturma başlattı. Daha sonra uzun süredir siyasi alandaki tartışmalara müdahil olmayan ordu da, MGK bildirisiyle tartışmanın sınırlarını çizdi.

Bu noktada özellikle iktidar partisinin davranışının kabul edilebilir olmadığının altı çizilmelidir. AKP genel başkan yardımcılarından Ömer Çelik, kendi İçişleri Bakanı'nın bundan bir yıl önce Polis Akademisi'nde buna benzer bir çalıştay yaptığını unutarak, bu çalışmaları "suikast" olarak nitelendirdi. Bir diğer Genel Başkan Yardımcısı Hüseyin Çelik ise, DTP'nin adını bile anmaya tenezzül etmediğini göstermek için BDP'yi "malum parti" olarak mimledi ve iktidar kibrinin nerelere kadar uzanacağını gösterdi. Başbakan ise "tek"lerle bezeli konuşmalarında işi BDP'yi "kandan beslenmekle" itham etmeye kadar vardırdı. Bazıları iktidar partisinin bu tutumunu, MHP'nin tabanına yönelik bir çaba olarak yorumlayıp meşrulaştırmaya çalışsa da, bu tutum ne ahlaken ne de demokratik açıdan onaylanabilir.

Siyasi yaşamı bütünüyle teslim alan bu milliyetçi havanın iki açıdan büyük bir tahribata neden olduğunu düşünüyorum: Birincisi, çözüme herhangi bir katkı sağlamıyor. Aksine milliyetçi dalga kabardıkça sorunların azaltılmasını veya giderilmesini sağlayacak birtakım kavramlar ve haklı talepler konuşulamaz hale geliyor. Mesela, artık bir zorunluluk haline gelen ve özünde yerel yönetimlerin yetki alanlarının genişletilmesini ifade eden "özerklik" ile son derece meşru bir talep olan "anadilinde eğitim" talepleri lanetleniyor, bunları sakin kafa ile tartışabilmenin olanağı ortadan kalkıyor. Bu durumun nihai sonucu ise, sorunların giderek katmerleşmesi oluyor.

İkincisi, Kürt siyasi aktörleri bir öneri sunduklarında, bu öneriyi tartışmak yerine, öneri sahiplerinin derhal yargı, ordu ve siyasi partiler tarafından kıskaca alınmaları, Kürtlerin bu önerileri layığınca eleştirmelerini de güçleştiriyor. Örneğin DTK taslağı gündeme geldiğinde, tam bu taslağın ne denli arkaik bir zihniyete tekabül ettiğini yazmaya hazırlanıyorsunuz, ama bir de bakıyorsunuz ki Cumhuriyet Başsavcılığı BDP için harekete geçmiş bile. O zaman önceliğiniz değişiyor; demokrasilerde bir siyasi partinin yaşamasının önemini ve demokrasilerde her fikrin özgürce dile getirilmesini savunmak birinci öncelik haline geliyor ve bunu yazmak durumunda kalıyorsunuz.

Normalleşme Nasıl Sağlanabilir?

Oysa normal demokratik süreç normal seyretse Kürtlerin Kürt siyasi aktörlerini çok daha kökten eleştirilere tabi tutmaları mümkün olacaktı. PKK'nın, DTK'nın ve BDP'nin hem üslubu hem de getirdikleri önerilerin içeriği Kürtler tarafından eleştirel bir süzgeçten geçirilecekti. Kışkırtıcı üslubun, Türk milliyetçiliğini harlamasından başka bir yarar getirmediğine dikkat çekilecekti. DTK taslağındaki lider kültüne dayanan Leninist-Stalinist örgütlenme modelinden bir demokrasi üretmenin imkânsızlığı gözler önüne serilecekti. Köy komünlerinden başlayan bir ekonomik yapının ne bölgenin gerçeklerini yansıttığı ne de bugünün dünyasında bir geçerliliğinin olduğu daha yüksek sesle dillendirilecekti. Taslakta son derece müphem ifadelerle geçiştirilen "özsavunma"nın, gerçekte Kürtleri tahakküm altında tutma ve onlar üzerinde hegemonya kurma isteğinin bir ifadesi olduğuna vurgu yapılacaktı. Eğer PKK, DTK ve BDP bu ve benzeri eleştirilerle daha fazla yüz yüze gelseydi kendi önerilerini gözden geçirmek ve gerektiğinde revize etmek zorunda kalacaktı. (Nitekim sınırlı da olsa yapılan eleştiriler, taslağın asıl müellifi olan Öcalan'ın taslaktaki bazı konulara -örneğin ayrı bir bayrak isteğine- açıktan karşı çıkması sonucunu doğurdu.)

Dolayısıyla birtakım kırmızı çizgilerle konuşmayı sınırlamak veya siyasal talepleri tartışılamaz ilan etmek kimseye bir fayda sağlamıyor. Türkiye'de normalleşmeyi sağlamak için bunun tam tersini yapmak gerekiyor. Sorunların çözümü için, daha elverişli bir durum için ihtiyaç duyulan şey, her konunun rahatlıkla konuşulabileceği demokratik bir siyasi kültürün geliştirilmesi ve demokratik müzakere için gerekli kanalların bütünüyle açılmasıdır.

ZAMAN