Mısır’a Sığınan Hüzün: Mehmet Âkif’in 11 Yıllık Gurbeti

Yusuf Tosun, Mehmet Âkif Ersoy’un Mısır’a uzanan sürgününü, bir şairin yalnızlığı değil, bir milletin vicdanıyla arasına koyduğu mesafenin onurlu bir sonucu olarak yorumluyor.

Yusuf Tosun/Perspektif

Mısır’a Sığınan Hüzün: Mehmet Âkif’in 11 Yıllık Gurbeti

Mehmet Âkif Ersoy’un ömrü, mücadeleyle yoğrulmuş bir iman ve vakar içinde geçen çileli bir yürüyüştür. O, şiiriyle olduğu kadar kürsüsüyle, kalemiyle olduğu kadar cephedeki duruşuyla da milleti için nefes tüketmiş; şahsî hiçbir hesabı, hiçbir emeli olmadan, bütün hayatını dini ve vatanı uğruna geçirmiştir. Özellikle Merhum Âkif’in  Mısır yıllarında yazdığı Safahat’ın yedinci kitabı Gölgeler’e sinen hüzün ve isyanın kaynağı da, Millî Mücadele yıllarında gösterdiği fedakârlığın görmemezlikten gelinip yeni Türkiye’de yalnızlığa itilmesinin doğurduğu derin ıztıraptır. Onun Mısır’a uzanan yılları, sadece bir şairin değil, bir millet vicdanının sürgün hikâyesidir aynı zamanda.

Biz de bu yazıda onun Mısır’a gönüllü sürgün (!) olarak gidişinin 100. yılında Mısır’dan Mısır Apartmanı’na uzanan on bir yıllık gurbeti ele alacağız.

Meclis’te Suskunluğa Sürüklenen Bir Şair

1920’de Burdur mebusu olarak Büyük Millet Meclisi’ne giren Âkif, kısa sürede gördüğü manzaradan derin bir sarsıntı yaşadı. İşgal altındaki bir memlekette samimiyet ve vakar beklerken, kimi vekillerin ihtirasları, entrika merakı ve dedikodu iştiyakı onu bunaltmıştı. Millî Mücadele’nin ruhunu temsil eden bir şair için bu manzara bir kırılma anıydı. Mithat Cemal’in ifadesiyle Âkif’in üç yıllık mebusluğu “bir sükût devri” oldu. Zira susmak, bazen bağırmaktan daha yüksek bir haykırıştır.

Sakarya Muhaberesi öncesi günlerde Meclis’te, şehirlerin birer birer düşmesi üzerine Kayseri’ye taşınma tartışmaları başlatıldığında, Âkif ve sadık dostu Hasan Basri buna şiddetle karşı çıktı. Oğlu Emin’i Ankara’da bırakıp “Benim öldüğüm yerde oğlum da ölsün” diyecek kadar imanlı bir kararlılıkla direndi.

Ne var ki zafer sonrası Türkiye, Âkif gibilerin ideal ettiği ruhu taşıyamayacaktı. 1923 seçimleriyle Birinci Meclis tasfiye edildi. Ali Şükrü Bey’in öldürülmesi, muhaliflerin dışlanması, ardından inkılâpların sert bir şekilde hayata geçirilmesi, Âkif’in ruh dünyasında kapanmaz yaralar açtı. Sebilürreşad kapatıldı, yakın dostu Eşref Edip mahkemelere sürüklendi, devrin yeni resmî dili içinde Âkif, “istenmeyen adam” haline getirildi.

Gönüllü-Mecburî Bir Hicret

1925’e gelindiğinde Âkif artık memleketinde nefes alamıyordu. Hakkında “irticaî faaliyet” ithamları dolaşıyor, peşine hafiyeler takılıyor, inkılâplara ayak uydurmadığı gerekçesiyle zamanın kalemşörleri tarafından alay ediliyor, hatta milliyeti dahi sorgulanıyordu. Çanakkale Şehitleri gibi bir destanın şairine “Türk değil” denmesi, paçavra kalemlerden çıkan “git kumda oyna” yazıları… Bunlar, nazik ve rikkat sahibi bir ruhu paramparça etmeye yetti.

Yakın dostu Şefik Kolaylı’nın nakline göre Âkif, Mısır’a gitme kararını şu sözlerle açıklamıştı: “Arkamda polis hafiyesi gezdiriyorlar. Vatanını satmış adam muamelesi görmektense giderim.” İşte bu cümle, bir millete İstiklâl Marşı’nı yazan bir adamın nasıl bir yalnızlığa itildiğinin en acı belgesidir.

Hilvan’da Bir Münzevî

Âkif bundan tam 100 yıl önce -1925 sonlarında- Mısır’a yerleşti. Daha önce yaz aylarında ziyaret ettiği Mısır, artık onun gurbet yurdu olacaktı. İlk yıllarında Abbas Halim Paşa’nın Hilvan’daki köşkünde misafir oldu. Nil’in serinliği, çöl rüzgârının ılık dokunuşu ve Paşa’nın vefalı dostluğu, Anadolu’da bulamadığı huzuru kısmen de olsa ona sunuyordu.

Ev sade bir hücre gibiydi: Birkaç kanepe, basit bir karyola, bir hasır seccade ve bir divit… Akif’in hayatı, eşyanın ağırlığından ziyade fikirlerin yüküyle doluydu. Kimi zaman taşınırken, “komşular fakirliğimi görmesin” diye geceleri ev taşıdığı rivayet edilir.

Ailesini de yanına alınca Hilvan’da mütevazı bir ev kiraladı. Astım hastası eşi İsmet Hanım’a Kahire’nin iklimi iyi geliyordu; bu da onun Mısır’a bağlılığının bir başka sebebiydi. Fakat geçim sıkıntısı yakasını hiç bırakmadı. Emekli maaşı bağlanmadı; Abbas Halim Paşa’nın maddî yardımları azaldı; bazen su küpü alabilmek bile sevinç sebebi oldu. Mısır yılları, Akif’in kendi deyimiyle “gönlün harap, zihnin perişan” olduğu bir inziva dönemidir.

Darülfünun’da Bir Üstad

Akif, Mısır’a kapandığı yıllarda dahi boş durmadı. Kahire Darülfünunu’nda Türkçe dersleri verdi. Haftada iki gün çöl sıcağını yararak Kahire’ye iner; dersini anlatır, ardından sessizce trenle Hilvan’a dönerdi. Ama sınıfta sadece dil öğretmezdi; vicdan da öğretirdi. İngiliz işgalinin Mısır’da neler yaptığını, Denşevay köyünde işlenen cinayetleri öğrencilerine anlatır; “Hakikati bilmek, iman etmenin şartıdır” derdi.

Bu yıllarda İhvan-ı Müslimin Teşkilatı’nı yeni yeni kurmakta olan Hasan el Benna ile de birkaç kez görüştü. Muhammed İkbal ve Mustafa Sabri Efendi ile de görüştüğü de kaynaklarda zikredilir. 

Kur’an Meali Çalışması

Osmanlı’nın çöküşünden sonra kurulan Cumhuriyet, Batı’yı örnek alan modern bir devlet inşa ederken, eğitim ve kültür alanında da köklü değişiklikler yapmıştır. 1 Kasım 1928’de Harf İnkılabı ile Latin alfabesi kabul edilmiş, bu süreçte toplumun yeni düzene uyum sağlaması ve dini bilgilerin erişilebilir kılınması amacıyla kontrollü tercüme faaliyetleri de başlatılmıştır.

21 Şubat 1925’te TBMM’de Diyanet İşleri Başkanlığı bütçesi görüşülürken, Kur’an ve bazı İslami eserlerin Türkçeye tercümesi için ödenek ayrılmıştır. Babanzade Ahmed Naim, Tecrid’in; Elmalılı Hamdi, Kur’an tefsirinin; Mehmet Akif Ersoy ise Kur’an mealinin tercümesini üstlenmiştir. Akif, başta sorumluluğun ağırlığı ve projeye alet olma endişesi nedeniyle teklifi kabul etmek istememiş, ancak yakın dostlarının ısrarıyla Şubat 1925’te sözleşmeyi imzalamıştır.

1925-1932 yılları arasında Mısır’da aralıksız çalışan Akif, mealini tamamlamış ancak dönemin “Türkçe ibadet” projesine alet olmamak için Diyanet’e teslim etmemiştir. 1932’de sözleşmesini feshetmiş, 1936’da Türkiye’ye dönmeden önce meali Yozgatlı İhsan Efendi’ye emanet ederek, vasiyetine göre “dönemezse yakmasını” istemiştir. İhsan Efendi’nin ölümü sonrası defterler oğlu ve tanıklar eşliğinde yakılmıştır. Ancak Akif’in meali üzerinde çalıştığı farklı nüshalar ve inceleme için dağıttığı kopyalar günümüze ulaşmıştır. Bugün elimizde üç farklı Akif Kur’an Meali mevcuttur. Bunlar; Elmalılı Hamdi’ye gönderilen orijinal meal, Mustafa Runyun Efendi’nin latinize ettiği meal ve Necmi Atik’in yayınladığı mealdir. 

Akif’in Hastalığı ve Lübnan-Antakya Seyahati

1935 baharında Mehmet Akif Ersoy’un sağlığı bozulmaya başladı; sarılık, baş ağrısı, halsizlik ve sıtma belirtileri gösteriyordu. Birkaç doktora göründü ve yapılan tetkiklerle siroz ve sıtma teşhisi kondu. Tropikal Mısır sıcağından uzak, serin bir ortamda tedavi olması gerektiği için Haziran 1935’te Lübnan’a gitmeye karar verdi. İskenderiye’den yola çıkan Akif, Beyrut ve Hayfa üzerinden Âliye yakınlarındaki Sûkü’l-Garp köyünde bir otele yerleşti. Burada hem tedavi gördü hem de dinlendi lakin sıtma nöbetleri devam ediyordu. Bir ay sonra Antakya’dan öğretmen Ali İlmi Bey’in daveti üzerine 8 Ağustos 1935’te Sûkü’l-Garp’tan ayrılarak Halep ve ardından Antakya’ya ulaştı. Cemil Bereket’in konağında konaklayan Akif, ziyaretçilerle sohbet etti, ibadet ve istirahatle vakit geçirdi. Asi Nehri ve Toros dağlarına bakarak doğanın ve Türk kültürünün tadını çıkardı. Ziyaretçilerden Ali İlmi’nin isteği üzerine Antakya’ya dair bir şiir de yazdı.

Akif, burada hem tedavi oldu hem de moral buldu; Türk kültürüne duyduğu özlem giderildi. Ancak Fransız işgali altındaki bölgeyi sürekli kontrol eden istihbarat nedeniyle takibata maruz kaldı. Eylül ortasında Mısır’a dönmek zorunda kaldı; dönüşü sırasında oğlunun Türkiye’de hapse atılması hazin bir anı olarak kaldı. Akif, Antakya seyahatini İstanbul’a yazdığı mektupta anlatmış ve misafirperverlikten duyduğu memnuniyeti ifade etmiştir aynı zamanda.

Dostluklar, Yalnızlıklar

Akif’in Mısır’daki en yakın dostu Abdülvehhâb Azzam’dı. Azzam, Akif’in şiirlerini Arapçaya çevirerek İslam dünyasına tanıttı. Bir başka dostu da Abbas Halim Paşa idi; Paşa’nın vefatı, Âkif’i ikinci kez yetim bıraktı. Buna rağmen Mısır’da sevilen, saygı duyulan bir şairdi. Piramitlerde dostlarıyla yaptığı yürüyüşler, Fişevi Kıraathanesi’ndeki çay sohbetleri, Ezherli talebelerle yaptığı ders halkaları onun hayata tutunduğu nadir anlar oldu. Ama neşe kısa sürer, hüznü uzun olurdu. Yaz geldiğinde herkes şehir dışına çekilir, Âkif yine Hilvan’da tek başına kalırdı.

Memleket Hasreti ve İçteki Fırtına

Akif’in her mektubu memleket hasreti kokar. Kırgınlığı büyüktür; ama yine de devlete isyan etmez, millete sitem etmez. Bir mektubunda şöyle der:

“Okudum, çok okudum; fakat hiçbirinden istifade ettim mi bilmem. İçimde bir karanlık var, yazmaya elim varmıyor.”

Bu satırlarda, bir şairin kırılmış kanadının sesi vardır. Türkiye’de devam eden inkılâplara karşı hayretini ve hüznünü içinde saklar. Yalnız yakın dostlarına; “Biz bunun için mi mücadele ettik?” diyecek kadar içten içe sitem doluydu. 

İstanbul’a Dönüş ve Kapanan Bir Ömür

1936’da hastalığı ilerleyince doktorlar İstanbul’un havasını tavsiye ettiler. Sonunda üç beş valizle, yıllar önce ayrıldığı vatanına döndü. Bu dönüş, bir kavuşmadan ziyade ağır bir hesaplaşmanın başlangıcı gibiydi. Yıllarca hasretle beklediği topraklara adım attığında, kendisini karşılayan ne devlet erkânı, ne de bir zamanlar omuz omuza yürüdüğü siyaset arkadaşları vardı. Hava soğuk, şehir kalabalık, fakat kalabalığın içinde tanıyan bakışlar pek azdı. Buna rağmen, kaderin ilginç cilvesi, o günlerde onu anlayanlar devlet ricalinden değil, üniversite sıralarında yetişen gençlerden çıkacaktı. İstanbul’a döndüğü gün, Beyoğlu’nun ara sokaklarında haberi yayılmış; bir grup üniversite öğrencisi “Âkif geldi!” diye sevinçle kapısına koşmuştu. Bu gençler için Âkif, bir şiir yazarı değil; mücadele ve şahsiyet timsaliydi. Onu karşılamaya gelenlerin heyecanı, yorgun ve hasta şairin gözlerinde yıllardır görünmeyen bir ışıltı doğurdu.

Fakat bu kısa sevinç, çabuk kayboldu. Âkif İstanbul’a döndüğünde ağır hasta idi; verem ciğerlerini kavuruyor, vücudu günden güne zayıflıyordu. Hastalığının ilerlemesine rağmen en zor gelen şey, bir milletin resmî hafızasının onu yok sayma teşebbüsüydü. Devlet daireleri onun dönüşünü kayıtlarına bile not düşmemiş; gazeteler adını anmamıştı. Ama o, âdeti olduğu üzere, asıl muhasebeyi sessizliğin içinde yapıyor, kaderine şikâyet etmiyor, kendine biçilen bu yalnızlığı asaletle taşıyordu.

İstanbul’a yerleştiği Mısır Apartmanı’nın ikinci katındaki küçük odası, onun son aylarının ezberlenmiş mekânı oldu. Buraya gelen gençler, kimi zaman kapıda nöbet tutar, kimi zaman içeri girip yaşlı şairle sohbet ederlerdi. Âkif, nefesi elverdiğinde onlara Safahat’tan beyitler okur, İslam dünyasının geleceği üzerine fikirlerini paylaşırdı. Gençlerin gözlerinde gördüğü umut, belki de onun ömrünün son aylarında tutunduğu tek dal olmuştu. O, milletin büyük kısmından beklediği vefayı, hiç tanımadığı bu çocukların yüreğinde bulmuştu.

Bu günlerde en çok konuşulan meselelerden biri, İstiklâl Marşı meselesiydi. 1930’lu yıllarda devlet, marşı yeniden yazdırmak niyetindeydi. Akif’in kulağına kadar bu haber geldi.  İrkildi ve yatağından doğrularak,“Allah bu millete bir daha İstiklâl Marşı yazdırmasın” dedi.

Bu haykırış aslında bir ömrün hem özeti hem de duasıydı. Öyle de oldu.

Hastalığı ağırlaştıkça, Mısır Apartmanı’ndaki odası bir tür ziyaretgâha dönüşmüştü. Üniversite gençleri kapısını çalıyor, kimi zaman doktorlar getiriyor, kimi zaman yazarlar ve fikir adamlarıyla ona moral vermeye çalışıyorlardı. 

27 Aralık 1936 gecesi, saatler akşamı çoktan devirmişken, yanındakilere hafif bir tebessümle baktı ve nefesi yavaşça sükuta dönüştü. Son anlarında bile, kalbinde ne bir öfke, ne bir sitem vardı. Vefatının ertesi günü herhangi bir resmî tören düzenlenmedi. Fakat gençler, bu vefasızlığın karşısında büyük bir vakar göstererek onu omuzlarında taşıdılar. Meşrutiyet Caddesi’nden Edirnekapı’ya kadar uzanan cenaze alayı, devletin hazırlamadığı merasimi milletin kendi eliyle kurduğu bir vefa destanına dönüştürdü.

Mehmet Âkif’in cenaze günü, İstanbul’un üzerinde sadece bir şairin değil, bir vicdanın da uğurlandığına dair derin bir hüzün vardı. Üniversite talebeleri, tabutunun üzerine büyük bir Türk bayrağı sererek onun hayatı boyunca taşıdığı idealin sembolünü ona veda hediyesi olarak sundular. Bu manzara, yıllarca yok sayılan bir şairin milletin kalbinde hâlâ dimdik durduğunun ispatıydı.

Bugün, o son yürüyüşün fotoğraflarına bakan herkes bilir ki, Âkif’in Mısır yılları ne kadar acıysa, İstanbul’daki son günleri de o kadar onurludur. O, hayata kırılarak veda etti; fakat milletine onur bırakarak. Çünkü büyük insanlar çoğu zaman hayatları boyunca anlaşılmasa da, sessizce ayrıldıkları gün, asıl yerlerinin milletin kalbi olduğunu herkese hatırlatırlar.

Bir Sürgünün Öğrettiği Hakikat

Âkif’in Mısır yılları, sadece bir sürgün hikâyesi değildir; bir vicdanın, devrinden kovulmasının hikâyesidir. O, hiçbir zaman inkılâplarla hesaplaşmadı; fakat değerlerin hoyratça ayaklar altına alınmasına tahammül edemedi. Yeni rejim, onun temsil ettiği İslamî düşünceyi tehdit olarak gördü; o da kırılgan bir ruha sahip olduğundan kavga etmeyi değil, susup çekilmeyi tercih etti. Yine bugün anlıyoruz ki Mehmet Âkif’in Mısır’a gidişi bir kaçış değil, bir duruştu. Bir onur muhafazasıydı. Zira bazen kalmak teslimiyettir; gitmek ise direniş. Bu millet, ancak çok sonradan, yıllar geçtikçe fark etti onun ne büyük bir hazine olduğunu. Bugün Mısır Apartmanı’nın önünde toplanan gençler, İstiklâl Marşı’nın her dizesinde onun nefesini duyarak, “Âkif’e iade-i itibar”ın gecikmiş bir borç olduğunu biliyor. 

Mesela hala Merhum Akif’in Mısır’da yıllarca yaşadığı evde başkaları yaşıyor. Mısır Apartmanı’nın müze yapılması gibi Akif’in Mısır’a gidişinin 100. yılında bu evin de -resmi makamların girişimiyle-Akif Evi yapılması çok görülmemeli.  Umarız tez elden bu iade-i itibar da gerçekleşir.

Son Söz

Mehmet Âkif’in Mısır yılları, bir şairin unutuluşu değil; bir milletin kendi vicdanını unuttuğu dönemdir. O ise bu yıllarda bile milletine darılmadı; yalnızca kırıldı. Gurbet, onun ruhunda sükûtun bir başka biçimi oldu. Ne var ki vefatıyla birlikte o sükût, milletin kalbinde yeniden bir çağlayana dönüştü. Bugün geriye dönüp baktığımızda şu hakikati görüyoruz: Mehmet Âkif, Mısır’a değil; kalbinin en emin yerine çekilmişti. Onu sürgün edenler unutuldu, fakat Âkif’in sesini millet hiç unutmadı.

Rahmetle…

Yorum Analiz Haberleri

Osmanlı modernleşmesi bir tercih mi zorunluluk mu?
Konfor alanında tükenen sorumluluk bilinci
İsrail aşırı sağında ötekinin insanlıktan çıkarılması doktrini
Komünist ideolojinin Doğu Türkistan’da İslam’la savaşı
Dijital çağda güven duymak mümkün mü?