Giriş:
06 Ağustos 2010 tarihinde “Haksözhaber” web sitesi “Düşünce platformu” köşemizde yayınladığımız bir yazımızda şöyle demiştik: “Kıssaların Dili kitabı, Doç. Dr. Mustafa Öztürk’e ait. Ankara Okulu yayınları arasında çıkmış olan bu kitap, birinci baskısını 2006 yılında yapmış. Elimizde olan bu baskı ise 2010 yılına ait ve yeniden gözden geçirilerek yayınlanmış olan ikinci baskı. Önümüzdeki süreçte, bu kitapta yer alan Kur’an kıssalarına dair çeşitli konularla ilgili yorumlarımızı ihtiva eden yazılar dercetmeyi düşünüyoruz.”1
Bu yazımızda M. Halefullah çizgisinin, Kur’an kıssalarını yorumlama konusunda ulaştığı “ifrat2”a dair çok önemli bir örnek vereceğiz. Örneğimiz, Doç. Dr. Mustafa Öztürk’ün, mezkûr “Kıssaların dili” kitabından olacaktır.
Üzerinde duracağımız bu konu nedeniyle ne kitabın yazarı M. Öztürk’ü ne de onun mezkûr çalışmasını küçümsemek amacında değiliz. Ancak ortaya çıkan olumsuzluğu vurgulayarak, hem yazar’ın dikkatini bu olumsuzluğa çekmek hem de Kur’an okuyucusu nezdinde Kur’an kıssalarını anlamada, bir usul ittihaz etmek gayretinde olacağız.
Kur’an kıssalarıyla ilgili bu yazımızın, diğer yazılardan bir farkı bulunacaktır. Yazımızın uzun olması -12 iki sayfa- sebebiyle, Okuyucularımız tarafından okunup mütalaa edilmesinde bir kolaylık olmak üzere üç ayrı bölüm olarak dizayn edip yayınlayacağız. İnşallah…
Ashab-ı Kehf kıssası sebeb-i nüzulü ve kıssanın anlaşılmasında metodoloji:
M. Öztürk’ün, Kıssaların dili, kitabındaki; "Ashabı Kehf: Efes'in yedi uyurları mı yoksa Essenîler mi?" başlıklı inceleme yazısı, kadim tefsir kaynaklarında yer alan Ashab-ı Kehf kıssasının nüzulü ile ilgili bir rivayetle başlamaktadır. “Klasik tefsirlerin hemen hepsinde gerek bir bütün olarak surenin gerekse bu kıssanın nüzul sebebine dair nakledilen rivayete göre nübüvvet konusunda yeterli bilgi sahibi olmayan Mekke’li Müşrikler Hz. Muhammed’in peygamberlik iddiasına ilişkin bilgiler almak ve aynı zamanda onun peygamberliğini deyim yerindeyse test etmek maksadıyla Nadr b. Hâris ve Ukbe b. Ebî Muayt’ı Medine’deki Yahudi bilginlere göndermişler, bu bilginler de Hz. Muhammed’e Ashab-ı Kehf, Yeryüzünün doğu ve batısına seyahat eden kişi (Zülkarneyn) ve ruh hakkında soru sormalarını, eğer bu sorulara cevap verebilirse ona inanmalarını söylemişlerdir. “3
Şimdi M. Öztürk’ün bu aktarımını müzakere edelim. Yazar, yaptığı sebeb-i nüzul rivayeti aktarımıyla birlikte belirttiği; “Klasik tefsirlerin hemen hepsinde gerek bir bütün olarak surenin gerekse bu kıssanın nüzul sebebine dair nakledilen rivayete göre ….” ifadesi ile kadim/klasik tefsir anlayışının, hem Kehf suresinin hem de Ashab-ı Kehf kıssanın bir nüzul sebebi olduğunda müttefik olduğunu tespit ve beyan etmiş olmaktadır.
Hal böyle olunca mezkûr sebeb-i nuzül4 rivayetine göre elimizde iki veri bulunması gerekir:
1- Ashab-ı Kehf kıssasının 22. ayetindeki resule yapılan; “…Onlar hakkında bilgisi olan çok azdır. Öyle ise Ashâb-ı Kehf hakkında, delillerin açık olması haricinde bir münakaşaya girişme ve onlar hakkında (ileri geri konuşan) kimselerin hiçbirinden malumat isteme.” ikazından da anlaşılmaktadır ki, Ashab-ı Kehf kıssası hakkında resul ile polemik/sözdalaşı yapan kişiler vardır. Ashab-ı Kehf hakkında ilk olarak harekete geçenler, ya da cenabı Hakk’ın olaya müdahil! olarak Ashab-ı Kehf ayetlerini indirmesine sebep olanlar, resul’e ve yeni gelen vahye muarız kişilerdir. Kur’an ve resul bu hususta etken değil edilgen yani isteklere veya oluşan ortama karşılık cevap vermektedir. Kur’an, bu hususu, Ashab-ı Kehf kıssası, sebeb-i nüzul rivayetinde adı geçen Zülkarneyn kıssasının, ilk ayetinde aşikâre olarak belirtilmektedir. “Sana Zülkarneyn hakkında soru sorarlar. De ki: Size ondan bir hatıra okuyacağım.”5
2- Yine sebeb-i nuzülü baz alırsak, Ashab-ı Kehf kıssası, Mekke Müşriklerinin talebi ile Medine Yahudi alimlerinin bilgileri baz alınarak, Hz. Muhammed’e soru olarak tevdi edilmiştir. Yani, bilinmeyen bir şey sorulamayacağına göre o halde Kur’an’daki, Ashab-ı Kehf ile alakalı ayetler nazil olmadan evvel, Arap toplumu içerisinde Ashab-ı Kehf kıssası hakkında bilgi sahibi olanlar vardır, bunlar da Medine’de ikamet eden Yahudilerdir. Kur’an, soru soran muhatapların sosyal veya dini kimliğini belirtmemekle beraber onlardaki bilgi hakkında şunları ifade etmektedir: “"Onlar üç kişidir; dördüncüleri de köpekleridir" diyecekler; yine: "Beş kişidir; altıncıları köpekleridir" diyecekler. (Bunlar) bilinmeyen hakkında tahmin yürütmektir. (Kimileri de:) "Onlar yedi kişidir; sekizincisi köpekleridir" derler. De ki: Onların sayılarını Rabbim daha iyi bilir. Onlar hakkında bilgisi olan çok azdır.”6 Olayın mahiyeti bellidir ki, kahramanların sayısı hakkında polemik/söz dalaşı söz konusudur. Dolayısıyla ne kadarı bilindiği belli olmamakla beraber Ashab-ı Kehf ile alakalı malumat, muhatap Arap toplumu arka planında mevcuttur. O mevcut bilgilerden bir tanesi de Mağarada kalınan suredir. “Onlar, mağaralarında üç yüz yıl kadar kaldılar ve dokuz yıl da buna ilave etmişlerdir. De ki: Ne kadar kaldıklarını Allah daha iyi bilir.”7 Demek ki, zaman hususunda da muhatap toplumda bir bilgi ve buna istinat eden polemik söz konusudur ki, cenabı Hakk, mağarada kalınan süreye temas ederek bu olgu hakkında yalnızca Allah’ın kesin bir bilgi sahibi olduğunu bildirmektedir. İmam Razî (543/1149), bu ayet hakkında şu yorumu yapar: “Bu, Ashâb-ı Kehf'in zamanındaki kimselerin sözlerinin bir anlatımıdır. Bunun delili, Cenabı Hakk'ın, (Kehf/22) ayetleridir. "Onlar mağaralarda eğleştiler" ifadesi, "O kimseler böyle dediler" manasındadır. Yapılan bu izahı, Cenabı Hakk'ın bundan sonra belirttiği, "De ki: Allah, ne kadar eğleştiklerini daha iyi bilendir." buyruğu da destekler. Binaenaleyh bu söz daha önce söylenenleri kabul edercesine gelmiş olan bir ifadedir.”8
Konuyu toparlamaya çalışalım. Gerek Kur’an’ın, Ashab-ı Kehf ayetlerinden gerekse kıssaya dair sebeb-i nüzul rivayetinden anlaşılmaktadır ki, Ashab-ı Kehf kıssası ayetleri nazil olmazdan evvel, Arap toplumu alt yapısında, bu kıssa ile ilgili -ne oranda olduğu bilinmese de- malumat mevcuttur. Derveze bu hususta şöyle der: “…ayetlerin muhtevası ve ruhu, birinci olarak kıssanın Peygamber (s)'in yaşadığı çevrede bilindiğini ortaya koymaktadır. İkinci olarak, bu kıssanın konuşulduğunu, acayip karşılanıp sorgulandığını göstermektedir.”9 Bu yüzden Mağara ashabı sayıları ve mağarada kalınan sure hakkında polemik söz konusu olmuştur. Bu polemik konusu malumatın Arap toplumundaki aslî kaynağı Medine Yahudileri olması akla daha yatkındır.
Dolayısıyla Ashab-ı Kehf kıssasının doğru anlaşılmasında metodumuz, sebeb-i nüzul rivayeti üzerinden hareket ederek Arap arka planına nüfuz etmek olmalıdır. Bunun için de Kur’an’daki, Ashab-ı Kehf ayetleri inmezden evvel bu kıssa hakkında malumat sahibi olan Medine Yahudileri dolayısıyla onların bu malumatının kaynağı olan Tevrat’ın, Ashab-ı Kehf konusuna dair verilerini incelememiz gerekmektedir. Bundan sonra Kur’an’daki Ashab-ı Kehf kıssası ayetleri doğrultusunda Kur’an ve Tevrat’tan elde edeceğimiz bilgileri, tevhidi ve hidayet edici istikamette örtüştürmek olmalıdır. İşte bu iki kitapta yer alan verilerin örtüştürülmesi ameliyesi aynı zamanda tarihsel Ashab-ı Kehf kıssasını ortaya çıkaracaktır. Ortaya çıkan bilgi manzumesi, modern Arkeoloji, Tarih, Coğrafya bilim/disiplinleri ile desteklendiğinde, kıssaya dair daha da somut tarihsel verilere sahip olmak mümkündür. Mesela olayın geçtiği dönemin siyasal yönetimi, İmparatoru/kralı, bu döneme ait takvimsel zaman, mağaranın coğrafi konumu, mağara ehlinin uyandıklarında haber almak için elçi yolladıkları şehir, v.s gibi.
Denilebilir ki Tevrat, modern bilim/disiplinler vasıtası ile ortaya çıkan Ashab-ı Kehf’e ait bu malzeme ne kadar sahih olabilir? Buna cevabımız, Kur’an’a aykırı olmadığı sürece o kadar tarihsel ve de sahih olabilir/kabul edilebilir.
Yine sorulabilir ki, ne gereği var Tevrat’a şuna-buna! Kur’an ayetleri ile yetinsek olmaz mı? Bu da bir yöntem olarak kabul edilebilir. Ancak kıssa, Kur’an’ın ilk muhatap toplumunca hiç bilinmeyen –sıfır bilgi ortamı- bir vakıa olarak anlatılmış olsa idi bu yöntem doğru olabilirdi. Oysa Allah, Arap toplumunca bilinen bir vakıa/kıssa üzerine ve bu bilinenlerdeki, tevhidi yanlışları tashih eden olarak kıssayı vazettiği için; Arap arka planında bilinen kıssa materyali ile Kur’an’ın vazettiklerinin, tevhidi, dolayısıyla hidayet edici istikamette birleştirilmesi en doğru metod olacaktır. Tıpkı cenabı Hakk’ın, Ad ve Semud, Salih ve Hud’a dair kıssayı anlatmasına rağmen onlara dair somut delil olan harabelere dikkat çekmesi gibi. “(Ey insanlar!) Siz onların yanlarından geçip gidiyorsunuz: sabahleyin Ve geceleyin. Hâlâ akıllanmayacak mısınız?”10 “Onlar, yeryüzünde gezip de kendilerinden öncekilerin âkıbetlerinin nice olduğuna bakmadılar mı? Ki onlar, kendilerinden daha güçlü idiler; yeryüzünü kazıp altüst etmişler, onu bunların imar ettiklerinden daha çok imar etmişlerdi. Peygamberleri, onlara da nice açık deliller getirmişlerdi. Zaten Allah onlara zulmedecek değildi; fakat onlar kendi kendilerine zulmetmekteydiler.”11 “İşte bu, (halkı helâk olmuş) memleketlerin haberlerindendir. Biz onu sana anlatıyoruz; onlardan (bugüne kadar izleri) kalan da vardır, biçilmiş ekin (gibi yok olan) da vardır.”12
Dolayısıyla kıssa ne kadar tarihsel/vakii/gerçek olduğu ortaya çıkarılırsa o kadar öğüt ve ibret alınması artar ya da katkıda bulunur kanaatindeyiz. Aynı zamanda bilhassa Kehf suresinde yer alan, Ashab-ı Kehf, Zülkarneyn, Âlim kul-Musa gibi kıssalar üzerine yapılan “sembolik kıssa” ithamları da ortadan kalkmış ya da bastırılmış olacaktır.
Size bir kıssanın tarihselliğini aramaktansa sembolik kabul ederek kolaylıkla işin içinden sıyrılan(!) bir ilahiyat profesörünün Âlim kul-Musa kıssasına karşı lakaydî! değerlendirmelerinden alıntı yapalım. “Fakülte birinci sınıfta iken, bir Cuma namazında hutbede imam bu olayı anlattı. Daha ben birinci sınıftaydım. İşte gemiyi deliyor, çocuğu boğazlıyor, evi yıkıyor. “Yahu” dedim; “bu mübarek gün ne kadar saçma şeyler anlatıyor şu imam, yahu daha ciddi konular yok mu?” Yanımdaki arkadaş, “anlattığı ayettir” dedi. O zaman korktum. “Allah Allah” dedim; bak biz Kur’an’a karşı geliyor muşuz?” …Burada bu olayları çözemiyor, neticede onu aşan bir olay, yoksa hakikaten masum bir çocuğun boğazlanması söz konusu olsaydı… Çünkü peygamber müdahale etmiyor. Bunu hakiki bir olay gibi sunmaya kalkmak bir kere İslamî açıdan esef verici bir durumdur…”13
Dipnotlar
1- “Kıssaların Dili” Kitabındaki Âdemoğulları/Habil-Kabil Kıssası Tarihselliği Yorumları Üzerine; http://haksozhaber.net/author_article_detail.php?id=17229
2- “Bir konuda ölçüyü aşma, ileri gitme, normali aşma, aşırılık.” D. Mehmet Doğan, Büyük Türkçe Sözlük, s.523, İz yayıncılık, İstanbul–1996.
3- Mustafa Öztürk, Kıssaların dili, Ankara okulu yayınları, birinci basım–2006, ikinci–2010, sayfa.311–332.
4- Abdülfettah el-Kâdî, Esbab-ı Nüzul, Çev. Salih Akdemir, s.246–247, Fecr yayınevi, 1986.
5- Kur’an/18Kehf/83.
6- Kur’an/18Kehf/22.
7- Kur’an/18Kehf/25–26.
8- Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, c. XV, s.158, Akçağ Yayınları, Ankara–1990.
9- İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, c. III, s. 486, Ekin Yayınları, İstanbul–1998.
10- Kur’an/37Saffat/137–138.
11- Kur’an/30Rum/9.
12- Kur’an/11Hud/100.
13- Salih Akdemir, I. Kuran sempozyumu, s. 163, Bilgi vakfı, Ankara–1994.