Tony Rigopoulos’un Middle East Monitor’de yayınlanan yazısı, Haksöz Haber tarafından tercüme edilmiştir.
Birkaç gün önce, bir zamanlar Habsburgların evi olan Viyana'daki Schönbrunn Sarayı'nın görkemli bahçelerinde, Uluslararası Basın Enstitüsü'nün 75. Dünya Kongresi sırasında, Filistinli gazeteci Wael Al-Dahdouh, dünyanın dört bir yanından gelen yaklaşık yüz gazeteciye, son iki yıldır Gazze'de muhabir olmanın gerçekliğini anlattı.
Onun son derece kişisel ve trajik hikâyesini dinlemek bile çok zordu. Yine de onu şahsen görmek, onun da çok güzel ifade ettiği gibi, “canını avucuna koymanın” değerini anlayan herkes için başlı başına bir ayrıcalıktı.
Konuşma kısa sürede Filistinli gazetecilerin çalışmalarına, bizlerin – onların uluslararası meslektaşlarının – onları nasıl desteklemesi gerektiğine ve doğal olarak İsrail'in uluslararası medyanın Gazze'ye girmesini yasaklamasına yönelik oybirliğiyle kınamaya yöneldi.
Tartışma sona erdiğinde, sorularımızın doğru olup olmadığını, hatta kendimizi öyle tanımlamayanlarımız bile her şeyi Batı gözüyle mi gördüğümüzü merak etmeye başladım.
Gazze'de iki yıl süren soykırımın ardından, uluslararası medyanın çoğunun belirsizlik içinde kaldığı ve savaşı nasıl haberleştireceklerine dair tutarlı, metodolojik kararlar alamadıkları açıkça görülüyor. Sonuç olarak, çelişkili kaynaklara dayanan, çelişkili çıkarlar tarafından manipüle edilen çelişkili haberler yayınlanıyor. Ve kendi anlatılarında gerekçe her zaman aynı: “İsrail, uluslararası gazetecilerin Gazze'ye girmesine izin vermiyor.”
Bu arada, sadece 24 ayda 240'tan fazla meslektaşımız öldürüldü — bu sayı, I. Dünya Savaşı, II. Dünya Savaşı, Vietnam Savaşı, Afganistan Savaşı ve Körfez Savaşları'nda öldürülen gazetecilerin toplam sayısından daha fazla.
Peki, gazetecilerin ve ailelerinin hedef alınmasını önlemek için ne yapılabilirdi?
İlk olarak, Filistinli gazetecilerin meşruiyetinin sorgulanmasında kendi sorumluluğumuzu kabul etmeliyiz. Filistinli gazetecilerin güvenilir muhabirler değil, “Hamas propagandacıları” olduğu yönündeki İsrail'in argümanını meşrulaştıran Batı medyasıdır. Filistinli gazetecilerin sahadaki alıntılarını veya haberlerini sistematik olarak görmezden gelerek — onları profesyonel muhabirler olarak değil, sadece görgü tanıkları olarak değerlendirerek — uluslararası medya kuruluşları, İsrail devletinin onları değersizleştirmesini fiilen onaylamış ve İsrail devleti, hedef aldığı kişilerin (Enes El-Şerif örneğinde olduğu gibi, genellikle “ortadan kaldırıldı” gibi tüyler ürpertici bir terimle tanımlanan) “gazeteci olmadığını” iddia ederek eylemlerini meşrulaştırmıştır.
Filistinli gazeteciler bu ünvanı ancak öldükten sonra kazanıyor gibi görünüyor. Örneğin Wael Al-Dahdouh'un dayanılmaz kişisel hikâyesi Batı medyasında geniş yer buldu, ancak Gazze'den yaptığı haberler paylaşılmadı. Çalışırken, karısı, yedi yaşındaki kızı, on beş yaşındaki oğlu ve torunlarından birinin İsrail hava saldırısında öldürüldüğünü, 27 yaşındaki oğlunun ise sadece birkaç ay sonra öldürüldüğünü öğrenen bir babanın hikâyesi, devam eden bir soykırımı sürekli ve profesyonel bir şekilde haberleştirmesinden çok daha “yayınlanabilir” bir kişisel trajedi anlatısı.
Enes El-Şerif, İsrail Savunma Kuvvetleri tarafından “ortadan kaldırıldı” ve “terörist” olarak etiketlendikten hemen sonra, duygusal müzik eşliğinde küçük kızıyla birlikte çekilmiş duygusal videolarla uluslararası haberlere çıktı.
Meryem Abu Dakka da bir sembol haline geldi; çalışırken öldürüldükten sonra küçük oğluna bıraktığı son mesajı “Filistin yanlısı” bir dolaşım haline geldi. En azından Meryem, birçok foto muhabiri gibi, uluslararası yayın organlarında yayınlanan fotoğrafların altında imzasını görebilecek kadar şanslıydı. Görüntüler, bilgiler kadar kolay sorgulanmaz.
Hikâyelerini paylaşmak önemliydi, evet — ama aynı zamanda kendi etik rahatsızlığımızı da yatıştırmaya yaradı. Gazetecileri, gerçek çalışmalarını tanıtmak zorunda kalmadan hikâyenin bir parçası haline getirdi — ki bu, kaçınılmaz olarak, her ülkedeki İsrail büyükelçilikleri tarafından sorgulanacaktı.
Evet, İsrail'in uluslararası medyanın Gazze'ye girmesini yasaklaması sorunun önemli bir parçası. Ancak diğer bir parça da, uluslararası medyanın iki yıldır, Gazze'ye girmesine izin verilene kadar, sahadaki tek meslektaşlarına güvenmemeyi sürdüreceğini göstermesidir. İsrail'in gazetecilere yönelik muamelesine duyduğumuz öfke, daha derin bir gerçeği gizliyor: Yıllardır dünya basını, Filistinli muhabirlerin haberlerini gazetecilik olarak kabul etmeyi reddediyor.
En iyi ihtimalle, Gazze'deki Filistinli gazeteciler, önlerinde meydana gelen suçların İngilizce konuşan görgü tanıkları olarak muamele gördüler. Ve uluslararası medya sonunda Gazze'ye girmesine izin verildiğinde, aynı gazeteciler “fixer” (Yabancı bir muhabir, yapım ekibi veya araştırmacı adına bir ülkede veya zorlu bir bölgede yerel bağlantıları, lojistiği, tercümeyi ve bürokratik izinleri ayarlayan yerel kişi) olarak işe alınacak ve dışardan gelenler “nasıl yapılacağını göstermek” için geldikçe, meşruiyetini yitirme döngüsü tamamlanacak.
Schönbrunn Sarayı'nın huzurlu bahçelerinde dolaşırken zihnimde kalan soru hâlâ devam ediyor:
Biz, onların uluslararası meslektaşları, onların çalışmalarını “doğrulanmamış bilgiler” yerine meşru habercilik olarak kabul etseydik, İsrail Devleti 240'tan fazla Filistinli gazeteciyi “ortadan kaldırabilir” miydi?
* Tony Rigopoulos, Yunanistan'ın Atina kentinde yaşayan bir gazeteci, siyasi analist ve yorumcudur. Yunan medya kuruluşlarında genel yayın yönetmenliği yapmış ve Times Radio ve Associated Press gibi uluslararası medya kuruluşlarıyla işbirliği yapmıştır.