İslamofobi yeni bir küresel güç aracıdır

İslamofobi gücün para birimi ise, direniş de karşı ekonomi olmalıdır. İslamofobi ulus ötesi olduğu için, direniş de ulus ötesi olmalıdır. Gazze'yi Keşmir'e, Sincan'ı Rohingya kamplarına, Paris banliyölerini Delhi gecekondularına bağlamalıdır.

Ismail Salahuddin’in Middle East Monitor’de yayınlanan yazısı, Haksöz Haber tarafından tercüme edilmiştir.

Yaşadığımız dünyayı bundan daha dürüst bir şekilde tanımlamak mümkün değildir: İslamofobi, yeni küresel güç para birimi haline gelmiştir. Politikacıların konuşmalarında alınıp satılır, diplomatların anlaşmalarında takas edilir, medyanın sayfalarında basılır ve güvenlik ve terörle mücadele dilinde aklanır. Soykırım için cezasızlık satın alır, otoriter liderlerin meşruiyetini güvence altına alır ve yeni gözetim ve kontrol pazarlarına finansman sağlar. Gazze soykırımı, geriye kalan tüm illüzyonları yok etti: Müslümanların kanı sadece ucuz değil, küresel güçlerin ekonomisinde harcanabilir bir sermaye.

Gazze'ye bakın. Neredeyse iki yıldır dünya, kuşatılmış bir halkın sistematik olarak yok edilmesine tanık oluyor — evler yıkılıyor, aileler enkaz altında kalıyor, hastaneler bombalanıyor ve çocuklar açlıktan sessizliğe gömülüyor. İsrail başbakanı Filistinlileri “insan hayvanlar” olarak nitelendirirken ve Batılı liderler İsrail'in “kendini savunma hakkı” sloganını tekrar ederken, burada söz konusu olan güvenlik değil, insanlıktan çıkarma politikasıdır. İslamofobi, tüm bir halkın uluslararası alkışlar eşliğinde öldürülmesine olanak tanıyan bir araçtır. Uluslararası Adalet Divanı, İsrail'in eylemlerinin makul olarak soykırıma eşdeğer olduğuna hükmetmiştir, ancak yaptırımlar veya ambargolar yerine İsrail daha fazla silah, daha fazla diplomatik koruma ve daha fazla para almıştır. “Para birimi” metaforu burada kelimenin tam anlamıyla geçerlidir: Batı'nın milyarlarca dolarlık desteği, Müslümanların hayatının daha az acıya değer, daha az korunmaya layık olduğu fikrine dayanan bir işgal ve savaşı sürdürmek için akıtılmaktadır.

Gazze soykırımı münferit bir felaket değildir; küresel bir modelin merkezinde yer almaktadır. Sincan'daki kamplarda Uygur Müslümanlarının hapsedilmesinden Myanmar'dan Rohingyaların sürülmesine, laiklik adına Fransız Müslüman kızların başörtülerinin yırtılmasından ulusal güvenlik söylemiyle örtbas edilen ABD'nin “Müslüman yasağı”na kadar, aynı mantık iş başındadır. İslamofobi, demokrasiler ve diktatörlükler, sözde laik cumhuriyetler ve açıkça etnik milliyetçi devletler arasında ortak bir iktidar dilidir. Bu dil, vahşeti düzen, apartheid'ı güvenlik, soykırımı ise politika olarak kabul edilmesini sağlar.

Filistin dışında bunun en belirgin örneği, 200 milyon Müslümanın RSS-BJP rejimi tarafından yok edilmenin eşiğine getirildiği Hindistan'dır. Narendra Modi yönetiminde İslamofobi, marjinal bir nefret olarak değil, devlet ideolojisi olarak silah haline getirilmiştir. Vatandaşlık Değişikliği Yasası ve önerilen Ulusal Vatandaşlık Kaydı gibi yasalar, Müslümanların kendi vatanlarında vatansız bırakılabilecekleri bir çerçeve oluşturmuştur. Delhi'deki pogromlar, sığır eti yüzünden yapılan linçler, Müslümanların evlerini yıkan buldozerler ve Hindutva liderlerinin açıkça soykırım çağrısı yapmaları tesadüf değil, dikkatle planlanmış bir projenin adımlarıdır. Bu proje, doğrudan Siyonizm'den ödünç alınan propaganda teknikleriyle beslenmektedir: Filistinliler “terörist” olarak gösterilirken, Hintli Müslümanlar ‘cihatçı’ veya “Bangladeşli sızıntılar” olarak gösterilmektedir. Gazze'nin direnişi, Hintli Müslümanların protestolarının isyan olarak gösterilmesi gibi suç sayılıyor. Hem Siyonizm hem de Hindutva, Müslümanların varlığını suç sayarak çalışıyor ve her ikisi de bu “medeniyet savunması” gösterilerinden kar eden Batı başkentlerinde istekli müttefikler buluyor.

Bu yakınlaşma tesadüf değildir. Hindutva liderleri İsrail'in yöntemlerini açıkça takdir etmektedir. Hindistan devleti, İsrail'den gözetim teknolojileri, isyan bastırma stratejileri ve propaganda çerçeveleri ithal etmiş ve bunları önce Keşmir'de, şimdi ise ülke genelinde Müslümanlara karşı uygulamaktadır. Mesaj basit: İsrail'in Filistinlilere yaptığını Hindistan da sınırları içindeki Müslümanlara yapabilir. Bu şekilde İslamofobi sadece iç politikada bir araç değil, aynı zamanda uluslararası bir köprü görevi de görüyor: ittifakları sağlamlaştırıyor, çelişkileri yumuşatıyor ve silah, sözleşme ve meşruiyet akışını garanti altına alıyor.

Bazı eleştirmenler, “İslamofobi” teriminin çok kaba olduğunu, bir dine yönelik eleştiriyi insanlara yönelik zulümle birleştirdiğini savunuyorlar. Ancak bu bir kaçamaktır. Gördüğümüz şey, bir doktrine yönelik eleştiri değil, dışlamaya yönelik bir siyasi teknolojidir. Mahmud Mamdani'nin açıkladığı gibi, “iyi Müslüman” ve “kötü Müslüman” ayrımı inançla değil, yönetişimle ilgilidir — bu, devletin hangi Müslümanların vatandaş olarak yaşayabileceğine ve hangilerinin sorunlu olarak işaretleneceğine karar verme yöntemidir. Gazze'de her Müslüman “kötü” olarak damgalanır ve bu nedenle öldürülebilir. Hindistan'da “iyi Müslüman”, komşusu linç edilirken, camisi yıkılırken, kızları aşağılanırken sessiz kalan kişidir. Bunun İslamofobi olduğuna dair “kanıt” talep etmek, onu besleyen inkâr ekonomisine katılmak demektir.

İslamofobiyi benzersiz bir şekilde güçlü kılan şey, hem ulusal hem de uluslararası amaçlara hizmet etmesidir. Ulusal düzeyde, çoğunluğu bir araya getirir, ekonomik eşitsizlikten dikkatleri başka yöne çeker ve baskıya izin verir. Uluslararası düzeyde ise ortak bir ittifak dilini oluşturur: İsrail, ABD'nin bombalarıyla Gazze'yi bombalayabilir, çünkü her iki devlet de terörle mücadele dilini konuşur; Hindistan, Müslümanların evlerini yıkabilir ve demokratik bir ortak olarak karşılanabilir, çünkü propagandası Batı'nın Müslümanları güvenlik tehdidi olarak görme tarihiyle örtüşür. Bu nedenle İslamofobi sadece bir önyargı değil, zamanımızın en çok işlem gören siyasi metasıdır.

Ama İslamofobi gücün para birimi ise, direniş de karşı ekonomi olmalıdır. İslamofobi ulus ötesi olduğu için, direniş de ulus ötesi olmalıdır. Gazze'yi Keşmir'e, Sincan'ı Rohingya kamplarına, Paris banliyölerini Delhi gecekondularına bağlamalıdır. Bazı ölümleri yas tutmaya değer, diğerlerini ise sadece istatistik olarak gören hiyerarşileri reddetmelidir. Edward Said'in sözleriyle, insan ıstırabının bölünmez olduğunu ve Müslümanların ıstırabının daha az trajik olmadığını ısrarla vurgulamalıdır.

Gerçek artık açık: İslamofobi, küresel politikanın bir yan etkisi değil, onun kan dolaşımıdır. Gazze'ye bir bomba düştüğünde ve bu güvenlik gerekçesiyle meşrulaştırıldığında, Hindistan'da bir Müslüman polis koruması altında linç edildiğinde, Fransa'da bir kız başörtüsü taktığı için okuldan uzaklaştırıldığında, bir işlem gerçekleşir. Güç satın alınır, meşruiyet satılır, korku bankaya yatırılır. Dünya bu nefret ekonomisini iflas ettirmeyi öğrenmezse, Müslümanların hayatlarını besleyerek kendini finanse eden bir medeniyetle baş başa kalacağız. Bu sadece İslamofobi değil. Bu, küresel barbarlığın planıdır.

Temelde, İslamofobiyi bir para birimi olarak adlandırmak, çoğu zaman fark edilmeden geçen işlemleri görünür kılma girişimidir: Bir konuşmadaki bir cümle, polisin sert müdahalesi için nasıl cezasızlık satın alabilir, “güvenlik” olarak çerçevelenen bir politika, bir halkı mülksüzleştirmek için nasıl paraya çevrilebilir, ulusal bir saflık miti, azınlıkların güvenliği karşılığında nasıl oy satın alabilir? Gazze'de “terör” çağrısı, bütün mahalleleri yerle bir etmek için bir bahane haline gelir; Hindistan'da “ulusal güvenlik” ve “medeniyet saflığı” çığlıkları, Müslümanların evlerini yıkmak ve vatandaşların haklarını ellerinden almak için bir gerekçe haline gelir. Bunlar münferit önyargı eylemleri değil, Müslümanlara duyulan korkunun en çok işlem gören meta olduğu bir pazarda rutin olarak yapılan takaslardır.

Bu para biriminin değeri düşecekse, karşı ekonomi daha güçlü, daha yaratıcı ve insanları iktidar peşinde birer teminat olarak gören ahlaki muhasebeye daha az toleranslı olmalıdır. Bu, “iyi” ve “kötü” Müslümanlar arasındaki sahte ayrımları reddeden dayanışmayı, Gazze ve Yemen'i, Refah ve Delhi'yi, Sincan ve Rohingya kamplarını Müslümanların varlığına karşı yürütülen aynı küresel savaşın farklı savaş alanları olarak gören direnişi ifade etmelidir.

Alternatif ise, korkunun istisna değil, siyasi mücadelenin rutin bir aracı olduğu bir dünyadır ve bu, hiçbir ahlaklı siyasetin, hiçbir ahlaki medeniyetin karşılayamayacağı bir bedeldir.

* Ismail Salahuddin, Delhi ve Kalküta'da yaşayan bir yazar ve araştırmacıdır. Müslüman kimliği, komünal siyaset, kast sistemi ve bilgi siyaseti üzerine çalışmalar yapmaktadır.

Çeviri Haberleri

İsrail'in Gazze'deki soykırımı dijital yok oluşla nasıl genişliyor?
İsrail sömürgeciliğini korumak, onun işkence uygulamalarına da sahip çıkmaktır
Filistin bayrağı Londra'da dalgalanırken Arap ufukları bomboş
İsrail, Gazze'nin tarım arazilerini yıllardır zehirliyor
BBC'nin kimse istifa etmeyeceği düzenlemesi