Gazze'de yemek pişirmek artık zehirli bir mesele

"Yemek yemek için, yanan odun ve çöplerin zehirli dumanını solumak zorunda kalıyoruz."

Hassan Abo Qamar’ın al-Jazeera’de yayınlanan yazısını Barış HoyrazHaksöz Haber için tercüme etti.


Gazze'de korku ve endişenin sesleri var. Bunları çok iyi biliyoruz: tepemizdeki casus insansız hava araçlarının uğultusu, dar sokaklarda çığlık atan ambulanslar, askeri uçakların gürültüsü, bombalamaların gürültüsü, enkaz altında kalan insanların çığlıkları ve şimdi yeni bir ses: boş gaz tüplerinin keskin şıngırtısı.

Eskiden gaz sobasının küçük tıkırtısını iyi bilirdik - günün başlangıcında sıcak bir yemeğin ya da bir fincan çayın geldiğini gösteren o küçük kıvılcım. Şimdi bu ses yok oldu, yerini boşluğun çınlaması aldı.

Ramazan'ın ortasında son damla pişirme gazımızı da kullandık. Gazze'deki diğer tüm aileler gibi biz de yakacak oduna yöneldik. Annemin “Bugünden itibaren sahurda bir bardak çay bile yapamayacağız” dediğini hatırlıyorum.

Çünkü ateş yakmak, gece bir ışık titremesi bile bir drone ya da quadcopterin dikkatini çekebilir, hava saldırısına ya da kurşun yağmuruna neden olabilir. Gece ışığının neden hedef alındığını bilmiyoruz ama bunu sormaya hakkımız olmadığını da biliyoruz.

Bu yüzden sahurda soğuk yemek yedik ve ateşi iftara sakladık.

Geçen ay yaşanan gaz sıkıntısı nedeniyle fırınların kapanmasının ardından, sadece bizim ailemiz için değil herkes için ateşe olan bağımlılık arttı. Birçok insan ekmek pişirmek için ara sokaklarda ya da çadırların arasında derme çatma toprak fırınlar ve ateşler yaktı.

Havada yoğun, siyah bir duman asılı duruyor - füzelerden çıkan ölüm dumanı değil, bizi yavaş yavaş öldüren yaşam dumanı.

Her sabah öksürerek uyanıyoruz - geçici bir öksürük değil, göğsümüzü sarsan derin, inatçı, boğucu bir öksürük.

Sonra kardeşimle birlikte mahallemizin kenarına yürüyoruz, orada bir adam el arabasının arkasında odun satıyor. Odunları bombalanmış binalardan, devrilmiş ağaçlardan, kırık mobilyalardan, ev ve okul yıkıntılarından topluyor.

Zayıf bedenlerimizin taşıyabildiği kadarını geri taşıyoruz ve bir sonraki acıya geçiyoruz: odunları yakmak. Bu hiç de kolay değil. Saatlerce odun kesip yarmak ve toz solumak gerekiyor. Babamız nefes darlığı çekmesine rağmen yardım etmekte ısrar ediyor. Onun bu inadı, özellikle erkek kardeşimle aralarında her gün yaşanan tartışmaların kaynağı haline geldi.

Ateşi yaktığımızda dumandan gözlerimiz kızarıyor, boğazımız yanıyor. Öksürük şiddetleniyor.

Yakacak odun inanılmaz pahalı hale geldi. Savaştan önce sekiz kilo için bir dolar öderdik, ama şimdi bu fiyata sadece bir kilo - hatta daha az - alabiliyorsunuz.

Yoksulluk birçok insanı kendi ağaçlarını kesmeye zorladı. Mahallemizdeki yeşillik neredeyse tamamen yok oldu. Komşularımızın çoğu bahçelerinde yetiştirdikleri ağaçları kesmeye başladı. Biz bile zeytin ağacımızın dallarını kullanmaya başladık - gençken dokunmaya cesaret edemediğimiz, dokunursak çiçekleri dökülür ve daha az zeytin verir diye korktuğumuz ağaç.

Kesecek ağaçları olmayan aileler plastik, lastik ve çöpleri -ateş alabilecek her şeyi- yakmaya yöneldi. Ancak bu maddelerin yakılması zehirli dumanlar çıkarıyor, soludukları havayı zehirliyor ve pişirdikleri yemeklere sızıyor. Plastiğin tadı her lokmaya sinerek her yemeği bir sağlık riskine dönüştürüyor.

Bu dumana sürekli maruz kalmak ciddi solunum sıkıntısına ve kronik hastalıklara neden olabilir ve hatta kanser gibi yaşamı tehdit eden hastalıklara yol açabilir. Yine de insanların başka seçeneği var mı? Ateş olmadan yemek de olmaz.

Ailenin ve misafirperverliğin sembolü olan mutfağın zehirli bir alana dönüşmesinde son derece acımasız bir şey var. Bir zamanlar sıcaklık anlamına gelen ateş artık ciğerlerimizi ve gözlerimizi yakıyor. Pişirilen yemeklere de pek öyle denemez: mercimek çorbası; istila edilmiş undan veya kumla karıştırılmış undan ekmek. Yemek hazırlamanın keyfi yerini korku, acı ve yorgunluğa bıraktı.

Mutfak gazının yokluğu, gıdaya erişimimizi engellemekten daha fazlasını yaptı - aileleri bir arada tutan ritüelleri parçaladı. Yemekler artık bir araya gelme ve ailece eğlenme zamanı değil, katlanma zamanı. Öksürme zamanı. Bugünkü yangının birilerini çok hasta etmemesi için dua etme zamanı.

Eğer bir bomba bizi öldürmezse, daha yavaş bir ölümle karşı karşıya kalırız: sessiz, zehirli ve aynı derecede acımasız.

Bugün Gazze böyle bir yer.

Hayatta kalmanın sabahları bir bardak çay içmek için zehir solumak anlamına geldiği bir yer.

Yakacak odunun altından daha değerli hale geldiği bir yer.

Basit bir yemek yeme eyleminin bile silah haline getirildiği bir yer.

Ama yine de yanıyoruz.

Öksürüyoruz.

Devam ediyoruz.

Başka ne seçeneğimiz var ki?


* Hassan Abo Qamar, Gazze'de yaşayan bir yazardır.

 

 

 

Çeviri Haberleri

İsrail'in Gazze'deki soykırımı dijital yok oluşla nasıl genişliyor?
İsrail sömürgeciliğini korumak, onun işkence uygulamalarına da sahip çıkmaktır
Filistin bayrağı Londra'da dalgalanırken Arap ufukları bomboş
İsrail, Gazze'nin tarım arazilerini yıllardır zehirliyor
BBC'nin kimse istifa etmeyeceği düzenlemesi