"Fitne çıkarıyorsunuz" diyordu telefonun ucundaki ses. Bir MHP yöneticisiydi o.
MHP'nin "Hayırcı" duruşuna yönelik değerlendirmelerime bozulmuştu. Ağız bildik ağızdı.
"Fitne" tanımlaması anlamlıydı.
Belli ki tabanla tavan arasında fırtına esmekteydi.
Yönetim o fırtınanın sebebini medyadaki değerlendirmelere ya da diyelim AK Parti'nin propagandasına bağlıyordu.
Oysa akıl var, iz'an vardı ve MHP tabanı, tavanın "Hayırcı" duruşuna bir anlam verememekteydi.
MHP'nin tavanı "küfür"den öte bir makul izah getirseydi.
Başından beri yazıyorum, MHP'nin Anayasa değişikliğine "Hayır" demek için tek makul gerekçesi bulunmuyor. MHP'yi "Akıl dışı retçi cephe" içinde gösterdiğim için de bana bozulmuşlardı.
Aslında CHP için de gerekçe yok, MHP için de BDP için de...
O yüzden üç partinin tabanı da "Niçin" "Hayır" vereceklerini izahta zorlanıyorlar.
Onun için üç partinin tavanı da tartışmayı, Anayasa alanından alıp, küfür-kıyamet dozunda, AK Parti karşıtlığına eklemlemeye çalışıyorlar. Yani, AK Parti karşıtlığından, Anayasa karşıtlığı üretmeye çalışıyorlar.
Sol aydınlar CHP'nin "Hayır"ını sorguluyorlar.
Kürt aydınlar BDP'nin "Hayır"ını sorguluyorlar.
Milliyetçi aydınlar MHP'nin "Hayır"ını sorguluyorlar.
CHP, başına "Evet" kaskı takıp, Tayyip Erdoğan'ın mitingine katılan "CHP'li" belediye başkanını cezalandırmaya hazırlanıyormuş.
Ne diyor Bahçeli:
"AKP, parti merkezinde ülkücü üretim merkezi kurdu" diyor.
Yani, tavanın politikasını eleştiren tüm ülkücüler, "AKP üretimi" olmuş oluyor.
Ne kadar kolay bir biçme ameliyesi bu.
Siz, bu partilerdeki taban-tavan karmaşasına asıl halk oylamasında "Evet" çıkarsa bakın.
Üç partinin "Hezimet"i paylaşması kolay olmayacak.
Ben, MHP tabanındaki asıl rahatsızlığın, "Hayır" oylarındaki tüm primin Kılıçdaroğlu'na yazılacağı kanaatinden kaynaklandığını düşünüyorum. Taban diyor ki: "Hayır çıkarsa, bu Kılıçdaroğlu'nun karizması ile izah edilecek, evet çıkarsa, üç partinin ortak hezimeti olacak!" Yanlış mı?
Son söz: Öfke, MHP yönetimini rahatlatıyorsa, öfkelensinler. Ama yürüttükleri "Hayır" kampanyasının pek kendilerine hayır getirmeyeceğini de unutmasınlar.
Sayın Adalet Bakanı'na...
Ben Sadullah Ergin'in sağduyusuna inanırım. Adalet Bakanlığı Türkiye'deki sistem tartışmalarının en merkezindeki bakanlık olmasına rağmen, bu bakanlığı bugüne kadar gerçekten iyi yönetti, tartışılan meselelerde sağlıklı görüntüler sergiledi.
Bugün kendisine, bana ulaşan ve benim hassasiyetime dokunan bir mektuptan bahsedeceğim.
Bir mahkûmun mektubu bu. Belki bu durumda olan binlerce mahkûmdan birisinin mektubu. 13 yıldır cezaevinde. Onun bana ulaştırdığı derdi, cezaevinde oluşu ile ilgili değil. O yakınlarıyla görüşme derdiyle mustarip.
Anne baba Mardin-Nusaybin'de, eş ve çocuğu Batman'da.
Önce Diyarbakır'da yatmış bir süre. Sonra "doluluk" gerekçesiyle Bitlis'e sevk edilmiş. Orada 6 ay kalmış. Orada iken Bakanlık'a dilekçe yazarak, "ailesine yakın bir cezaevi"ne, mesela Midyat, Batman, Siirt cezaevlerinden birisine naklini istemiş. Ama kendisi yüzlerce kilometre uzakta, Tokat Cezaevi'ne, birlikte dilekçe verdikleri bir arkadaşı da Trabzon Cezaevi'ne gönderilmiş.
Diyor ki:
"Annem babam hasta ve fakir. Eşim ve çocuğumun gelmesi imkânsız. Annem, babam ve kardeşlerimi en son ne zaman gördüğümü hatırlamıyorum. Eşim ve çocuğumu bir yıldır iki kez gördüm. 4 aydır Tokat Cezaevi'ndeyim, ziyaretçilerim hiç gelmedi, gelemeyecekler de. Bizimle beraber ailelerimiz de cezalandırılıyor."
Mektubun içinde babasına ve annesine ait hastalık raporları var.
Ben bu mektuptan etkilendim.
Daha önce Milli Eğitim'de, farklı yerlerde görev yapan eşler buluşamıyor ve çocuklar ya annesiz ya babasız yaşıyorlardı. Haberlere göre, Bakan Çubukçu, o meseleyi hallediyor. O sorun, Diyanet'te halen devam ediyor.
Görülüyor ki Adalet Bakanlığı bünyesinde de mahkûmlar için böyle bir sorun var. Ailesinden çok uzakta ve görüş imkânlarından yoksun mahkûmlar sorunu... Ya da mahkûm baba-anne-kardeş-evlatla görüşememe sorunu... Eminim Sayın Bakan benim duyarlılığımı paylaşacaktır.
BUGÜN