Sednaya’nın İç Sesleri: Bir Hapishanenin Karanlığa Kazınmış Anatomisi
Muhammed Taha Çiftçi / Fokus+
Suriye'nin en karanlık zindanı Sednaya, duvarlarında mahkumların çığlıklarının kazılı olduğu bir "yok etme makinesi"… Burada insan, önce sesini, sonra bedenini, en sonunda da kimliğini kaybediyor. İşte o duvarlardan sızan, dünyanın duymak istemediği tanıklıklar.
Suriye iç savaşı, kısa sürede bölgesel güçlerin ve küresel aktörlerin dahil olduğu çok katmanlı bir çatışmaya dönüştü. Rejim güçleri, muhalif gruplar, radikal örgütler ve dış müdahaleler arasında sıkışan siviller, modern çağın en ağır insani krizlerinden biriyle karşı karşıya kaldı. Ülke genelinde milyonlarca insan yerinden edilirken, keyfi tutuklamalar, zorla kaybetmeler ve sistematik işkence iddiaları uluslararası raporların odağına yerleşti. Bu karanlık tablonun en sembolik noktalarından biri ise, adını dünya kamuoyuna dehşetle duyuran Sednaya Hapishanesi oldu.
Duvarları taşla değil, içeri hapsedilenlerin boğuk çığlıklarıyla örülmüş adeta.
Koridorları karanlıkla değil, hayattan koparılan nefeslerle dolu.
Eşiğinden içeri adım atan her mahpus, sesini, adını ve kimliğini geride bırakmak zorunda kalıyor.
Sednaya, tutukluları önce mutlak bir suskunluğa mahkum eden, ardından özlerini lime lime eden ve sonunda ruhlarını karanlığın dipsiz dehlizlerine iten bir “vahşet menzili” olarak tanımlanıyor.
Sednaya’nın kapıları kapandığında içeride yalnızca karanlık değil, insanın en kırılgan hali de mühürleniyor. Suriye rejiminin görünmez laboratuvarında bedenler kadar ruhlar da yavaş yavaş çözülüyor. O koridorlarda duvarlara sinen, betonun soğukluğu değil; bekleyişin, belirsizliğin ve çaresizliğin ağır yükü oluyor.
Bu bölümde aktarılanlar, rejimin kontrolündeki soğuk hücrelerde yıllarca nefes alıp veren insanların — Samir’in, Halid’in, Amir’in, Celal’ın ve adını bile bilmediğimiz yüzlercesinin — kendi tanıklıklarıdır.
Onların anlattıkları, sıradan cümlelerin çok ötesinde; bir ulusun hafızasında asla kapanmayan yaralar açan, her dokunulduğunda yeniden sızlayan derin izler.
Sessizliğin bile yasak olduğu dar hücreler
Sednaya’ya adım atan her mahkûmun kaderi, önce “yokluk”la yüzleşmekle başlıyordu.
Subay olmasına rağmen Samir, o ilk günlerde yaşadıklarını şöyle anlatıyor:
“Diğerleri ayakta durmak zorunda kalırken ikimiz aynı anda uyuyabiliyorduk. İç çamaşırlarımız dışında çıplaktık. Hapishane gardiyanları bize ya boru ya da kablolarla vurdu.”
Bu sözler, yalnızca bir hücrenin fiziki halini değil; insanın nasıl sistematik biçimde “hiçleştirildiğinin” de açık bir itirafı.
Halid’in bedeni, o karanlık hücrelerin başka bir yüzünü açığa çıkarıyor:
“Vücudumun her yerinde yaralar olmaya başladı. Bazen kemikler görünene kadar kaşımaya devam edersiniz.”
Bir insanın kendi derisine yabancılaşması ise Sednaya’nın en sessiz, fakat en derin işkence biçimlerinden biri.
Dayak, rutin bir prosedüre dönüştüğünde…
Sednaya’da şiddet bir araç değil, bütün düzeni ayakta tutan temel bir mekanizmaydı.
Samir’in sözleri, bu düzenin soğukluğunu en çıplak haliyle ortaya koyuyor:
“15 muhafız günde iki kez yiyecek getirmek için hücreye girerdi. Bizi her dövdüklerinde 5-10 dakika boyunca kan görene kadar durmadılar.”
Bu da yetmiyordu; dışarıdaki savaşın seyri bile içeride atılan her darbenin şiddetini belirliyordu:
“Muhalefet ilerleme kaydederse bizi daha fazla döverlerdi.”
Sednaya’da her darbe, Suriye’nin dışarıdaki savaşının duvarlara çarpıp içeriye düşen bir yankısıydı.
Çürümeye terk edilen bedenler
Amir’in tanıklığı, tıbbın olmadığı bir dünyada ölümün nasıl hızla sıradanlaştığını acı bir açıklıkla gösteriyor:
“Ölmeden bir hafta önce vücudundaki yaralar sıvı salgılamaya başladı. Kokusu dayanılmazdı.”
Bir mahkumun, her gün arkadaşını yıkarken bile çaresizliğin iliklerine kadar işlemesini engelleyememesi…
Celal’in sözleri de aynı karanlık döngüyü tamamlıyor. Gardiyanların her sabah koridordan yükselen “Bugün kim öldü?” sesleri, ölümü adeta hücrenin günlük rutinine dönüştürüyordu.
Bu insanlar için ölüm bir bitiş değil, dayanılmaz bir varoluştan tek kaçış yoluydu.
Sednaya’da yaşamak ise çoğu zaman, ölmeyi bile zorlaştıran ağır bir yük haline geliyordu.
Cesetlerin sessiz yolculuğu: Tişrin’e giden kamyonlar
Mahkûmlar yalnızca kendi acılarıyla değil, ölülerin sessiz kaderiyle de yüzleşmek zorundaydı. Samir, hastaneye götürüldüğü gün kamyonda karşılaştığı manzarayı şöyle anlatıyor:
“Kamyonun zemininde yedi ceset vardı.”
Halid’in hücre arkadaşı ise aynı yolculukta 15 ceset saydığını söylüyordu.
Amir’in hastanede tanık oldukları, bu dehşetin boyutunu daha da derinleştiriyor:
“Cesetlerin üzerinde hiç kıyafet yoktu. Hepsi 20 ila 50 yaşları arasında erkekti.”
Bu sözler, savaşın görünmeyen yüzünü değil; rejimin duymak istemediği tüm sesleri sistematik biçimde “nötrleştirdiği” karanlık bir mekanizmanın varlığını ortaya koyuyor.
Ölümün son kayıt noktası
Sednaya’da ölüm bile sıkı bir bürokratik düzene teslim edilmişti.
Hastanelerde, morglarda ve kamyon kasalarında her beden bir isimden değil, bir sayıdan ibaretti.
Samir’in tanıklığı bu soğuk düzeni tüm çıplaklığıyla ortaya koyuyor:
“Cesetlerin alnındaki sayıları okumak zorunda kaldık. Bir memur bunları listeye yazdı.”
İnsanların adları unutuluyor, geriye yalnızca rakamların tutturulduğu bir kayıt kalıyordu.
Sednaya’da kimlik, ölüm anında bile mahkumlara geri verilmeyen bir haktı…
Sessiz tanıkların bıraktığı iz
Bu tanıklıklar, bir ülkenin en karanlık odalarından yükselen ağır yankılar.
Gazze’deki yıkım dünyanın gözü önünde yaşanırken, Suriye’deki bu zindanların sessizliği çoğu zaman aynı şiddette ama çok daha görünmez bir gerçeklik olarak varlığını sürdürüyor.
Sednaya, yalnızca Suriye’nin değil; modern çağın yüzüne çarpılmış bir utanç belgesi gibi duruyor.
Ve bu tanıklıklar… Beton duvarların içinden sızarak dışarıya ulaşabilen en çıplak, en sahici kayıtlar.