Paris’te düzenlenen "Filistin ve Avrupa: Geçmişin Yükü ve Güncel Dinamikler” konferansının açılışında konuşan Arap Araştırma ve Siyaset Çalışmaları Merkezi Başkanı Dr. Azmi Bişare, Avrupa’nın tarihi sorumluluklarını unutarak İsrail’e siyasi ayrıcalıklar tanıdığını, Filistinlilerin ise yüzyıldır bu politikanın bedelini ödediğine dikkat çekti.
Dr. Azmi Bişare’nin Arap Merkezi - Paris “Filistin ve Avrupa: Geçmişin Yükü ve Güncel Dinamikler” konferansının açılışında yaptığı ve Fokus+’nın Türkçeye tercüme ettiği konuşması:
Avrupa ve Filistin konusuna dair tüm bakış açıları ve yaklaşımları tek tek sıralamak zordur.
Filistin’i tüm farklı biçim ve tezahürleriyle, Kuzey Akdeniz ile güney ve doğu bölgeleri arasındaki tarihsel ilişkilerden ayırmak imkansızdır.
Mantıksal olarak konumuz Filistin sorunuysa, 19. yüzyılda Filistin de dahil olmak üzere Levant’ı da içeren Arap Doğusu’na yönelik artan sömürgeci ilgiyle başlarız.
Bu nedenle, Siyonist hareketin Avrupa’daki kökenlerini başlangıç noktası olarak almamız şaşırtıcı değildir.
19. yüzyıl, Avrupalı ilahiyatçılar, din adamları, gezginler ve coğrafyacıların Filistin’e akınına tanık oldu.
Bunlardan bazıları, dini inançlarını doğrulayabilecek ve İncil yorumlarını ayrıntılarına yansıtabilecek kanıtlar aramak için Filistin’in doğal çevresi ve nüfusu üzerinde araştırmalar yürüttü.
Diğerleri ise, İncil tarihinde anlatılan hayali Yahudi krallığını yeniden canlandırma olasılığını araştırdı.
Bunlar Siyonist gezginler değildi, hatta Yahudi de değillerdi. Çoğunlukla Protestan olmak üzere Avrupalı Hristiyanlardı.
Polonyalı ve Ukraynalı Siyonist aktivistler David Ben-Gurion ile Yitzhak Ben-Zvi gençlik yıllarında.
Polonyalı ve Ukraynalı Siyonist aktivistler David Ben-Gurion ile Yitzhak Ben-Zvi ise, Osmanlı tarafından Filistin’den kovulduktan sonra New York’ta kaleme aldıkları 1918 tarihli “İsrail Toprakları: Geçmiş ve Günümüz” adlı kitaplarında, Yahudi akademisyenlerin Filistin’in coğrafyası ve tarihi üzerine neredeyse hiçbir araştırma yapmamış olmasına duydukları şaşkınlığı dile getirdi.
O döneme kadar Filistin hakkında üretilen çalışmaların büyük bölümü, çoğunlukla dini saiklerle yazılmış olmasıyla dikkat çekiyordu.
Avrupalı Hristiyan tarihçiler, gezginler, ilahiyatçılar ve akademisyenler çok sayıda eser üretmiş olsa da, Yahudi tarihçi ve araştırmacıların sayısı az değildi.
Buna rağmen, Filistin’in coğrafyası ve tarihi üzerine tek bir kapsamlı eser ortaya koymamışlardı.
Çünkü Siyonizm’den önce Filistin, laik Yahudiler için ilgi duyulan bir alan değildi. Dindar Yahudiler ise bilimsel araştırma, inceleme veya haritacılıkla uğraşmıyorlardı ve çoğunun “İsrail ülkesi” dedikleri yerle ilişkisi laik nitelikte değildi.
Tıpkı 16. ve 17. yüzyıllarda ABD ve dünyamızın diğer bölgelerinin işgalinde olduğu gibi, her halükarda dini motifler jeostratejik ve ekonomik sömürgecilik hırslarıyla ve büyük güçler arasındaki dünyayı bölme rekabetiyle iç içe geçti.
Bu durum, Arap Doğusu için daha belirgin bir şekilde geçerliydi.
“Doğu Sorunu” çerçevesi içinde o tarihe kadar ayrı bir Filistin meselesi oluşmamıştı. Ama elbette, Yahudi sorunu vardı.
Yahudi sorunu tarihsel olarak Filistin sorununun ortaya çıkışından önce de vardı, ama tamamen Avrupa’ya özgü bir sorundu.
Yahudi sorununun dini ve sosyo-ekonomik arka planına ve ırk teorisinin ortaya çıkışına girmemize gerek yok. Konu antisemitizm üzerine yapılan çalışmalarda kapsamlı bir şekilde tartışıldı.
Aslında Yahudi sorunu, özellikle büyük Avrupa devletlerinin Yahudiler için entegrasyon politikaları uygulamaya ve ayrımcı yasaların kaldırılması da dahil olmak üzere durumlarını kademeli olarak düzeltmeye başladığı dönemde, Avrupa modernleşmesinden doğdu.
Bu çatışmanın kaynağı, Yahudilerin topluma entegrasyonunu savunan ve devlet kurumlarının sekülerleşmesi ile dinsel tarafsızlığı çerçevesinde onlara yasal eşitlik tanınmasını isteyenlerle, bu entegrasyona karşı çıkan ve genellikle “Siyonizm” olarak anılan kesimler arasındaki görüş ayrılığıydı.
Bu karşıtlık, Yahudilerin doğası, dinleri ve yasaları, asimile olamamaları ve yaşadıkları ülkelere bağlılıklarının ima edilmesiyle ilgili iddialara dayanıyordu.
Bu çatışma, “Siyon Liderlerinin Protokolleri” gibi, devletlere karşı sınıf çatışmalarını kışkırtarak ve hatta onları zayıflatmak için savaşlar çıkararak komplo kuran ulusötesi bir Yahudi locasının varlığını iddia eden mitlerin uydurulmasıyla daha da körüklendi.
19. yüzyılın ikinci yarısında Avrupa’da belirgin bir Yahudi sorunu ortaya çıktı ve bu sorunun, Orta Çağ’dan miras kalan Hristiyan nefreti, etnik milliyetçilik ve ırk teorilerinin bir karışımıyla, iç düşmana karşı öfkeyi yönlendirerek iç çatışmaları körüklemek için kullanıldığı ortaya çıktı.
Bu da, Yahudilere karşı tekrarlayan şiddet dalgaları (Rusçada pogrom) veya yasal eşitliğin sağlandığı ülkelerde, yani Batı Avrupa’da onlara karşı toplumsal ayrımcılıkla kendini gösterdi.
Siyonizm, 19. yüzyılın sonlarında Avrupa’da Yahudi Aydınlanması’ndan (Haskala) etkilenerek, aynı zamanda onun reddini temsil ederek ortaya çıktı.
Siyonist hareketin öncüsü olan Yahudi aydınlar, başlangıçta çoğu asimilasyoncu olsa da, Haskala’nın asimilasyonist eğilimlerine karşı çıktılar.
Yahudilerin sadece dini topluluk değil, tek bir halk olduklarını savundular. Hatta bazıları dönemin ırk teorilerinin etkisiyle Yahudileri bir ırk olarak tanımlamaya yöneldi.
Bununla birlikte, bu aydınlar, Yahudileri gettolardan çıkaran Avrupa reformlarının ve onları modern eğitime, çeşitli mesleklere yönlendiren Yahudi Aydınlanması’nın da ürünleriydi. Bu aydınlanma ile getto içindeki dini akımın izolasyonistliğine karşı çıktılar.
Dini hareket, Yahudilerin Yahudi yasalarına göre yaşamaya ve kendilerine özgü yaşam tarzlarını sürdürmeye devam etmeleri konusunda ısrar ederek asimilasyonu reddetti.
Bu, diaspora toprakları olarak gördükleri ülkelerin veya İbranicede sürgün anlamına gelen "Glot" veya "Gulah"ın sınırlarında yaşamak anlamına gelse bile.
Siyonizm, asimilasyonu reddetme konusunda dini hareketle aynı fikirdeydi. Bu bağlamda Siyonizm, Yahudilerin Avrupa toplumlarına eşit vatandaşlar olarak entegre edilmesini Yahudi sorununa bir çözüm olarak görmeyi reddetti.
Ancak dini hareketin aksine, Yahudi sorununu Avrupa dışında çözmenin tek yolu olarak, diğer Avrupa devletleri gibi bir ulus-devletin kurulmasıyla Avrupa medeniyetine entegrasyonu savundu ve bu, Avrupa sömürge projelerine katılım yoluyla gerçekleşti.
Siyonist hareketin tarihsel misyonu ve tarihsel işlevine dair vizyonu daha sonra, bir devlet kurmayı amaçlayan ulusal inşa projesi olarak tanımlandı.
Süreç, sürgünü ilahi bir ceza olarak gören ve Mesih’in gelişiyle ilahi kurtuluşu bekleyen dindar figürlerin önderlik ettiği sıradan dini topluluklardan, ortak bir dil ve kültürün yokluğunda yalnızca din aracılığıyla birleşmiş olsalar bile, Yahudileri ulusal bir topluluğa dönüştürmeyi içeriyordu.
Bu da, ortak bir toprak kaybını telafi ederek, Filistin’in İncil’de İsrail toprağı olarak görülmesine duyulan dini özlemi millileştirdi. Yani, onu Avrupa’dakiler gibi bir ulus-devlet kurma özlemine dönüştürdü.
Siyonist teorisyenler, diasporadaki zayıf ve itaatkar basmakalıp Yahudi imajını dönüştürmenin gerekli olduğunu en sert ifadelerle dile getirdi.
Amaç, Yahudileri toprağa bağlı fiziksel emek ve silah taşıma yoluyla gururlu bir ulusal kimliğe kavuşturmak, Siyonist hareketin ikinci adamı ve Dünya Siyonist Örgütü’nün kurucu teorisyenlerinden Max Nordau’nun ifadesiyle “kas gücüne sahip bir Yahudilik” yaratmaktı.
Bu süreçte ilk kez, Siyonizm ile ona karşı çıkan üç Yahudi akımı arasında keskin çatışmalar ortaya çıktı.
Siyonist hareketin ikinci adamı ve Dünya Siyonist Örgütü’nün kurucu teorisyenlerinden Max Nordau.
Bunlar dindar Yahudi akımları, Siyonizmi Yahudiler için yasal eşitlik sağlayarak Avrupa Aydınlanması ve Yahudi Aydınlanması’nın kazanımlarını tehdit eden bir unsur olarak gören liberal Yahudi akımları ve Yahudi sorununun çözümünün Avrupa’da sosyalizmin gerçekleşmesine bağlı olduğuna inanan sol ve sosyalist Yahudi hareketleriydi.
Yahudilerin Siyonizm’e yönelik muhalefeti, hareketin doğuşuyla birlikte ortaya çıktı.
Tartışma varoluşsaldı ve Yahudiliğin tanımı üzerine kuruluydu. Yahudilik zaten bir milliyet miydi yoksa Siyonizm’in modern milliyetçiliği benimsemesiyle milliyete mi dönüşecekti ya da hem dindar hem seküler çevrelerin savunduğu gibi yalnızca bir dini mezhep miydi?
Dindarlara göre Yahudilik bir dindir ve eğer Yahudiler bir halk olarak tanımlanacaksa, diğer halkların veya modern ulusların aksine, bir ulus-devlete değil, ilahi kurtuluşa özlem duyan seçilmiş bir halktır.
Seküler Yahudilere göre ise sadece bir dindir ve bu nedenle, ister liberal ister sosyalist olsun, seküler ve demokratik devletlere entegrasyonları önünde hiçbir engel teşkil etmez.
Anti-Siyonist seküler Yahudi hareketleri liberal, sosyalist ve komünist akımların da dahil olduğu, Avrupa Aydınlanması’nın farklı yorumlarını benimseyen geniş bir yelpazeyi oluşturuyordu.
Avrupa solundaki Yahudi temsilinin nüfus içindeki oranlarına kıyasla oldukça yüksek olduğu bilinen bir gerçekti.
Tüm bu tartışmalar, Filistin halkından tamamen bağımsız olarak Avrupa içinde yaşandı. Belki de çok azı bu tartışmaların veya Avrupa’daki Yahudi sorununun bağlamının farkındaydı.
O dönemde Filistin halkı Siyonizm karşıtı değildi, Avrupa halkları da gerçek anlamda Siyonizme karşı değildi.
Çünkü Siyonizm karşıtlığı esas olarak bir Yahudi iç tartışmasıydı ve Yahudiliğin tanımı ile entegrasyon meselesi üzerine kuruluydu.
Antisemitizm ve Siyonizm karşıtlığı arasında teorik veya tarihsel bir bağlantı yoktur. Tarihsel olarak, Avrupa’daki antisemitizm, Siyonizm karşıtlığından önemli ölçüde önce gelir.
Dini, etnik veya ekonomik nedenlerle Yahudi karşıtı olan bir Avrupalı, bir Yahudi’nin Siyonist olup olmadığıyla ilgilenmez.
Modernleşme ve kentleşme ile ulusal bilinci şekillenmeye başlayan Filistinliler ise, Siyonist yerleşim karşısında Yahudilere duyulan düşmanlık veya Siyonizm’in yükselişinden sonra Yahudiliğin tanımı konusunda yaşanan anlaşmazlıklardan değil, yerleşim hareketinin niyetlerine dair güçlü şüpheleri nedeniyle tepki gösterdi.
Bu şüphe kısa sürede kesin bir kanaate dönüştü. Siyonist hareketin amacı Filistin’de bir Yahudi devleti kurmaktı.
Siyonist hareketin ilk liderlerinin aklına, Filistinlileri antisemitizmle suçlamak hiç gelmemişti.
Hareketin sağ kanadının önde gelen isimlerinden Vladimir Jabotinsky, 1923 tarihli “Demir Duvar” ve “Demir Duvar’ın Ahlaki Teorisi” başlıklı makalelerinde, onurlu her halk gibi Arapların da kendi topraklarında yabancı bir yerleşime karşı çıkmasının son derece doğal olduğunu yazmıştı.
Bu nedenle, onlara bir Yahudi devletinin kabul ettirilebilmesinin tek yolu, kendi ifadesiyle, ancak güç kullanarak “ikna etmekten” geçiyordu.
Araplara yönelik antisemitizm suçlamaları ise İsrail’in kuruluşundan sonra, resmi propaganda stratejisinin bir parçası olarak geliştirildi.
1967 savaşı öncesi ve sonrasında bu yaygınlaştı ve bugün de İsrail’i eleştirilere yönelik antisemitizm suçlaması bu propagandanın bir parçası olmaya devam ediyor.
Theodor Herzl’in anılarına ve Siyonist kongrelerdeki konuşmalarına göre, Avrupa rejimlerini, özellikle Filistin’de olmak üzere, Avrupa dışında bir Yahudi vatanı kurmayı amaçlayan Siyonist projeyi desteklemeye ikna etmek için kullanılan en ikna edici argümanlardan biri, Avrupa’yı “çatışmalara yol açan ve Yahudilerin Avrupa devletlerinde istikrarı tehdit eden radikal hareketlere katılmasına katkıda bulunan Yahudi sorunundan” kurtarma vaadiydi.
19. yüzyılda bazı Avrupalı liderler bu gerekçeye sıcak baktı. Ancak Osmanlı mirasının paylaşımı konusunda söz konusu devletler arasındaki çekişmeler, Siyonist projenin uygulanabilirliğine dair kuşkular ve başka pratik engeller nedeniyle bu desteği hayata geçirmede isteksiz davrandılar.
Bu isteksizlik, Siyonist hareketin Filistin’de yerleşim kurmasını, örgütlenmesini ve kurumlar inşa etmesini engellemedi.
Ancak yine de proje, iki büyük küresel (o dönemde küresel “Avrupa” anlamına geliyordu) dönüşüm yaşanmadan başarıya ulaşamazdı.
Bunlardan ilki, Osmanlı İmparatorluğu’nun 1. Dünya Savaşı’nda yenilmesi, Fransız ve İngilizler arasında Arap Levant’ının paylaşılması, İngiltere’nin Filistin’de bir Yahudi ulusal yurdu kurulmasına destek verme kararı, İngiliz hükümetinin kendi görüş ve inançlarına sahip bir Siyonist Yüksek Komiser ataması ve İngiliz Mandası’nın uygulama taahhüdüyle Balfour Deklarasyonu’nun Manda Belgesi kapsamında kabul edilmesiydi.
İkinci önemli dönüşüm ise 2. Dünya Savaşı ve Nazi Holokostu’ydu.
Avrupalı Yahudi yerleşimcilerin geldikleri ülkelerdeki parti, sendika ve cemaat geleneklerinden getirdikleri örgütlenme becerileri, Filistin’de Keren Kayemeth LeIsrael gibi Arap topraklarını satın alma kurumları, Haşomer gibi yerleşim güvenlik örgütleri ve Haganah (İsrail ordusunun çekirdeğini oluşturmuştur) gibi silahlı örgütler, üniversiteler ve Histadrut gibi sendika federasyonu gibi kurumları olan örgütlü bir Yahudi topluluğunun (Yeşuv) ortaya çıkmasına rağmen, proje başarılı olmadı ve kademeli bir gelişmeyle de başarılı olamazdı.
Filistin’de Yahudilerin azınlık olduğu koşullarda bir Yahudi devleti, Filistinli nüfusun büyük bölümünü sürgün etmeden, topraklarına ve mülklerine el koymadan kurulamazdı. Bu ancak Nazi Holokostu’ndan sonra mümkün oldu.
Holokost, bölgeyle doğrudan hiçbir ilgisi olmayan, Filistinlilerin, Arapların veya Müslümanların herhangi bir bağlantısının bulunmadığı devasa bir Avrupa olayıydı.
Daha sonra Siyonist hareket, Birleşmiş Milletler’den bir taksim kararı çıkarmayı başardı.
Bu kararı, nüfusunun çoğunluğu Filistinli Arap olan bir ülkede tek taraflı olarak Yahudi devleti ilan etmek için bir bahane olarak kullandı.
1948 savaşı sırasında ise Filistinli Arapların büyük çoğunluğunu zorla göçe zorladı.
Siyonist liderler, en başından beri Filistin’de bir Yahudi devleti kurmanın, bir veya birden fazla Avrupalı sömürge gücünün iş birliği olmadan imkansız olduğunun farkındaydı.
Herzl, Doğu Avrupa’daki Hovevei Zion (Siyon Severler) hareketinin yürüttüğü yerleşim faaliyetlerini amatörce buluyor ve güçlü sömürgeci devletlerin desteğiyle Yahudi göçünü yasallaştıracak bir uluslararası kararname peşinde koşuyordu.
O dönemde “sömürgecilik” kavramı olumsuz bir anlam taşımıyordu; aksine medeniyet ve kültürün yayılmasının aracı olarak görülüyordu.
Bu nedenle Yahudi Sömürge Vakfı (veya Almanca’da Judische Kolonialbank) gibi yerleşimi finanse eden kurumların kurulması herhangi bir rahatsızlık yaratmıyordu.
1948 savaşı sırasında göçe zorlanan Filistinli Araplar.
Filistin’deki yerleşim, ister bir sömürge gücünün desteğiyle gerçekleşsin ister Avrupa’daki Yahudiler tarafından başlatılıp finanse edilsin, özünde kolonyal bir yerleşim hareketi olarak kaldı.
Çünkü ülkenin mevcut ekonomisinden farklı işleyen, yerel halkın ihtiyaçlarından kopuk bir ekonomik yapı, ülkenin nüfuzundan farklı, tuhaf amaçlara hizmet eden bir demografik düzen yaratmayı amaçlıyordu. En önemlisi, yerleşimciler için ülkenin asıl sakinlerinin dışlandığı siyasi bir varlık inşa etmeyi hedefliyordu.
Belki de İsrail, yerleşimci sömürgecilikten doğan siyasi bir varlık olarak görülmekten artık rahatsız olmuyor.
ABD, Kanada, Avustralya ve Yeni Zelanda gibi ülkelerin saflarına katılmaya itirazı yok ve artık kendine duyduğu özgüven, mülksüzleştirme ve yağma geçmişini kabul edecek noktaya ulaşmış durumda.
İsrail, Tevrat’ı bir tür gayrimenkul ve siyasi belgeye dönüştüren tarihi ve dini bağlantısını vurgulamaktan memnun.
Din ve siyasetin bu ölçüde iç içe geçmesi, yani bir dinsel köktencilik biçimi, Batı’daki laik liderlerin neredeyse hiç rahatsız etmiyor gibi görünüyor.
Dünyanın en büyük demokrasisi (ABD) tarafından yakın zamanda yayınlanan ve “Yüzyılın Anlaşması” olarak bilinen belgeler, İsrail’in varlığını gerekçelendirirken, İsrail toprakları ve Kudüs’ün Vaat Edilmiş Topraklar olduğunu ve Kudüs’ün Kuran’da açıkça bahsedilmediğini savunan dini ve İncil terminolojisiyle dolu.
Ancak bu yerleşimci sömürgecilik istikrara kavuşmadı. 1967 Savaşı’nın ardından genişlemeye devam etti. Araplarla barış yapmaktansa işgali derinleştirmeyi ve yeni topraklar ilhak etmeyi tercih etti.
Batı Şeria ve Gazze’yi, üzerinde yaşayan milyonlarca Filistinliyi de içinde tutarak yutmanın bir yolunu bulamadı.
İsrail, yerli halkın meşru haklarını tanıyan her türlü adil siyasi çözümü reddettiği için, Filistin’de bir apartheid rejiminin kurulmasında suç ortağı oldu.
Bu sadece bir yerleşimci sömürgeciliği değil, Güney Afrika’da olduğu gibi bir ırk ayrımcılığı (apartheid) sistemi üreten bir tür yerleşimci sömürgeciliğidir.
İsrail devleti, ister apartheid rejiminin kurulmasını savunsun ister varlığını inkar etsin, tüm çeşitli fraksiyonlarıyla bir Yahudi devleti konusunda ısrar ediyor ve Batı Şeria ve Gazze Şeridi’nde başkenti Kudüs olan bir Filistin devletinin kurulmasını reddediyor.
Aynı zamanda, Batı Şeria ve Gazze Şeridi’ndeki Filistinlilere vatandaşları olarak tam eşitlik sağlamayı da kabul etmiyor.
Ancak onları yönetmekte ısrar ediyor ve bir yandan bireysel haklarını, diğer yandan da bir halk olarak kolektif haklarını inkar ediyor.
Avrupa ise bu apartheid gerçeğine uyum sağlıyor. Avrupa Birliği (AB) veya tek tek Avrupa devletleri, İsrail ile sıradan ilişkiler kurmakla yetinmiyor bilakis ona ayrıcalıklar tanıyor. Ona bir Avrupa devletiymiş gibi davranıyor.
Avrupa'daki Yahudi olmayanlar arasında yeni "ötekiler" veya "yabancılar" bulan antisemitistler bile, Avrupa dışında kaldığı sürece Yahudi devletiyle ilişki kurmaktan, hatta Avrupalıymış gibi ittifak kurmaktan çekinmiyorlar.
Yahudi sorunu, varlığının olmadığı bir yere, yani Arap ve Müslüman dünyasına ihraç edildi. Yanlış anlaşılmasın, Doğu Yahudileri bir hoşgörü cennetinde yaşamadılar, tüm azınlıklar gibi çeşitli zamanlarda ayrımcılığa maruz kaldılar, ama Yahudi olarak değil, “gayrimüslim” olarak.
Yahudi sorunu, Filistin sorunuyla zihinsel olarak yer değiştiriyor, tıpkı failin mağdur olarak sempatiyle karşılandığı gibi.
Bu yansıtma nedeniyle, 7 Ekim 2023 olaylarını Holokost’la eş tutan sahte Siyonist propagandanın kabulüne tanık olduk.
Sonuç olarak, Avrupalı liderler ve Avrupa’daki büyük medya kuruluşlarının 7 Ekim’i tarihin başlangıcıymış gibi ele alıp, ondan önceki her şeyi görmezden gelmeleri de doğaldır.
Bu yaklaşım, yalnızca Balfour Deklarasyonu’nu, Nakba’yı veya 1967 işgalini değil, en azından Gazze’ye uygulanan boğucu ablukayı da görmezden geliyor.
İsrail, Avrupa’nın “teröre karşı meşru müdafaa” başlığı altında haklı bulduğu çizgiyi aşarak halka misilleme yapma, Gazze üzerinde kontrolü yeniden ele geçirme, Batı Şeria’daki yerleşimleri genişletme, savaş kisvesi altında Kudüs’ü Yahudileştirme ve ayrıca savaşı Lübnan ve Suriye’deki bölgesel hesapları kapatmak ve bölgede yeni nüfuz alanları oluşturmak için kullanma gibi siyasi hedeflerle bir soykırım savaşı yürütmeye geçerek son vahşi savaşını başlattığında, gerçekte ne olup bittiğiyle ilgili değil, "soykırım" kelimesinin kullanılıp kullanılmaması ve soykırımın zaten yaşandığı bir kıtada bu sözcüğün hassasiyetinden oluşan tartışmalar gündeme geldi.
Böylece İsrail, okulları ve hastaneleri bombalarken, doktorları, çocukları ve gazetecileri öldürürken bile Avrupa’da mağdur rolünü tekelleştirmenin avantajını sürdürdü.
Gazze Şeridi 20 yıldır kuşatma altında, Filistin’de siyasi çözüm ihtimali yok ve Batı Şeria’daki yerleşimler hız kesmeden genişliyor.
Avrupa ise İsrail’i işgal suçları nedeniyle kınamaktan büyük ölçüde kaçındı, yerleşimcileri devlet görevlileri değil de suç çeteleriymiş gibi kınamakla yetindi.
Filistin’de oluşan apartheid rejimine karşı hiçbir somut adım atmadı, mağdurun yanında yer alacak kadar bile ileri gitmedi.
Avrupa, İsrail’le müttefikliğini sürdürdü. En açık sözlü katkısı, iki taraf arasında bir denge kurmak, ılımlıları cesaretlendirmek, aşırılıkçıları kınamak ve işgal gerçeğini perdeleyen terminolojiyi kullanmak oldu.
Bu özellikle ABD’nin 1956’dan bu yana Orta Doğu’da Batı’nın lider rolünü üstlenmesi göz önüne alındığında, Avrupa için kullanışlı bir kaçış yolu sağladı.
ABD Başkanı Donald Trump.
13 Ekim 2025’te Şarm el-Şeyh zirvesinde ABD Başkanı Donald Trump’ın arkasında sıralanan liderlerin görüntüsü, Avrupa’nın kendini bir ast veya yardımcı unsur olarak konumlandırmasını çarpıcı biçimde özetledi.
Bu görüntü, İsrail’e koşulsuz destek sağlayan ve hatta onun Filistin söylemini benimseyen bir gücün arkasında hizalanmayı ifade ediyordu.
İsrail’in Gazze’ye yönelik savaşının vahşeti, İsrail’in müttefikleri için utanç verici bir noktaya ulaştı. Bu nedenle savaşın sona ermesi, bu utancı ortadan kaldırdı.
Öncelik, İsrail’in şartlarını kabul etmek anlamına gelse bile ateşkesi sağlamak oldu. Tartışmalar, ateşkesin sürdürülmesinin gerekli olmasına indirgendi.
Medyada her gün görünen ABD başkanı ise, İsrail’in ihlallerine rağmen ateşkesin devam ettiğini ve bu ihlallerin ateşkes anlaşmasının bir parçası olduğunu iddia ediyor.
Trump, Hamas’ı ise anlaşmayı ihlal etmemesi veya İsrail’in ihlallerine yanıt vermemesi konusunda tehdit ediyor.
Araplar artık İsrail ile ilişkilerini normalleştirmeye teşvik edilebilir, savaş suçlusu ve "soykırım kahramanını” ülkelerine kabul etmeleri için baskı yapılabilirken, Filistin sorununa adil bir çözümden söz edilmiyor.
Sanki savaş ve soykırım hiç olmamış, işgal, Filistin davasının ihmal edilmesi ve dışlanması savaşa yol açmamış gibi.
Savaş boyunca Batı ve ana akım medyanın tutumu, İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nde yer alan evrensel değerlerin inandırıcılığını büyük ölçüde zedeledi.
Ülkelerimizdeki yaygın öfke, ikiyüzlülük suçlamalarını aşarak, bu değerlerin varlığını sorgulama noktasına ulaştı.
Bu ortamda, evrensel değerlerin yalnızca Batı’ya ait bir söylem olduğunu, güç ilişkilerinden doğduğunu savunan postmodern yaklaşım, Levant’ta adeta pre-modern bir rol üstlendi.
Sonuçta kendimizi, failler ve suç ortakları tarafından hem sözde hem de eylemde bu değerlerin sistematik olarak yok edilmesini ifşa etmek için gereken zaman ve çabayı harcama pahasına, mağdurlar arasında evrensel ahlaki ilkeleri savunurken bulduk.
Ancak yeni olan şey, Avrupa ve ABD’de ahlaki değerleri gerçekten ciddiye alan ve bu değerlerin evrenselliğini yalnızca söylemle sınırlamayıp, tüm insanlığa uygulanması gerektiğini savunan bir neslin yükselişi oldu.
Bu nesil, Filistin’de olup bitenler hakkındaki bilgilerini, işgalci güce, yani kendilerinin sahada bulunup olayları haber yapmalarını engelleyen İsrail’e bağımlı, önyargılı medyadan almıyor.
Bu, suçluları kınayan ve mağdurlarla dayanışma içinde olan bir nesil. İkiyüzlülüğü ve çifte standartları reddediyor.
Bu durum, bir süper gücün Uluslararası Ceza Mahkemesi yargıçlarını yargıladığı, aranan savaş suçlularını kucakladığı, liberal demokrasinin beşiğinde ifade özgürlüğünü kısıtladığı ve başkanının bizzat seçim kampanyalarının finansmanını İsrail lobisine borçlu olduğunu, lobiyi finanse edenlerin ısrarıyla Golan Tepeleri ve Kudüs'ün İsrail'e ilhakını tanıdığını itiraf ettiği bir dünyada yaşanıyor.
Durum o kadar bariz ki, siyasi analistleri geçersiz kılıyor. Bu gençler, liderleri Trump’a hayran olan, karakterini iyi bilen, böylece kibrini körükleyen ve kaprislerine göz yuman ülkelerde seslerini yükseltmeye cesaret ediyorlar.
Yeni olan bir diğer nokta ise, İsrail ve bağlantılı lobi gruplarının artık bu muhalif sesleri susturmak için geçim kaynaklarına, seyahat vizelerine ve üniversite yerleştirmelerine yönelik tehditleri savunmalarıdır ve bu demokratik ülkelerde de yaşanıyor.
Geçmişte, İsrail propagandasının muhaliflerini susturmak için bu tür baskıcı önlemlere ihtiyacı yoktu. Böyle yöntemlere ihtiyaç duymadan Avrupa ve Kuzey Amerika’da hakim durumdaydı.
İsrail’in Batı’daki hakimiyetini kaybetmesi, sürdürülmesi gereken en önemli değişimdir.
Bu nedenle dayanışma dalgasının, mağdurlarla insani dayanışmadan ve İsrail’in işlediği vahşete duyulan öfkeden, Filistin sorununa adil bir çözüm olmaksızın İsrail’in belirlediği koşullarla sınırlı bir ateşkes planını savunmakla yetinmeyen gerçek bir siyasi dayanışmaya dönüşmesi gerekiyor.