7 Ekim sonrası Siyonizmin varoluşsal sorularla yüzleşmesi

Ahmed El-Cendi, 7 Ekim sonrası yaşanan güvenlik çöküşünün Siyonist projenin kimlik, ahlak ve egemenlik iddialarını yeniden tartışmaya sürüklediğini ifade ediyor.

Ahmed El-Cendi/Fokusplus

İsrail’in Son Savaşları ve Siyonist Düşüncede Yaşanan Dönüşüm

7 Ekim, Arap-İsrail çatışmaları tarihinde sıradan bir saldırı olmadığı gibi, ardından gelen güvenlik çöküşü ve devlet kurumlarına duyulan güvensizlik de geçici bir askeri veya siyasi kriz değildi.  

Tam tersine, İsrail toplumunun kolektif bilincinde bir kırılma yaratarak, Yahudilere güvenlik, kimlik ve egemenlik vadeden Siyonist projenin ideolojik temellerini sarsan bir sarsıntıya dönüştü.  

Sonuç olarak İsrail, tarihinin en uzun soluklu savaş serisini farklı cephelerde sürdürdü.  Siyonist düşünce o günden beri, 1973 Ekim Savaşı sonrası yaşanan dönüşümü aratmayacak ölçüde, hatta belki daha derin bir yeniden dönüşüm sürecine girdi.  

Stratejik İşler Bakanı Ron Dermer’in istifa konuşmasında sarf ettiği “7 Ekim, İsrail’in kuruluşundan bu yana Yahudi halkının gördüğü en karanlık gündür” sözleri de bunu teyit etti.  

Siyonizm uzun yıllar boyunca kendisini Yahudi diasporasını ya da en azından büyük bir kısmını bir araya getirecek ulusal kurtuluş projesi olarak görüyordu.  

Ancak bugün, tersine göç dalgaları, yeni savaş ihtimalleri, küresel kamuoyunda tepkilerin tırmanması, Müslüman toplumlarda Siyonizm karşıtlığının yeniden güçlenmesi ve iç kutuplaşmanın derinleşmesi sonucunda Siyonizm, belki kuruluşundan bu yana ilk kez şu temel sorularla karşı karşıya kaldı:  

Siyonizm kurtuluş vaadini yerine getiremedi mi? Neden buradayız? 7 Ekim sonrasında dünyada Siyonist olmak ne anlama geliyor?  

Mesele yalnızca bu sorularla sınırlı değil. Güvenlik üstünlüğü, ahlaki istisnacılık iddiası ve mutlak caydırıcılık inancı gibi modern Siyonist söylemin temel taşları da ciddi bir sarsıntı geçiriyor.   

Siyonizmin dönüşümü 

Yaşanan bu kırılma, yalnızca siyasi ve askeri kurumlara duyulan güvenin yıkılmasıyla sınırlı kalmadı, Siyonizm’in yüzyılı aşkın süredir kimliği ve anlatısını üzerine kurduğu temelleri de derinden etkiledi.  

Son iki yılda yaşanan gelişmeler, Siyonist düşünce içerisindeki üç ana akım arasında yeni ayrışmaların ortaya çıktığını gösterdi.  

İlk akım, devlet kurulmadan önce Filistin’i Yahudiler için manevi ve kültürel bir merkez haline getirmeyi savunan “Manevi Siyonizm”in kurucusu Ahad Ha’am’ın (1856-1927) fikirlerinin yeniden canlandırılmasını öne çıkarıyor.  

İkinci ise, Siyonizm’in güç ve hayatta kalma söyleminin ötesine geçerek, ahlaki ve etik bir yenilenmeye ihtiyaç duyduğunu savunuyor.  

Üçüncü akıma gelince o da “ideolojik Siyonizm”. Bu yaklaşımın teorisyenleri, Siyonizm’i yeniden güçlendirmek için dini köklerine döndürmeyi ve gücü devletin eylemlerinin temel dayanağı haline getirmeyi öneriyor.  

Öte yandan, “Safa Hadaşa/Yeni Dil” adlı internet sitesinde, son dönemin öne çıkan İsrailli yazarlarından Noam Gidoni’nin “7 Ekim Felaketinden Sonra Manevi Siyonizm’e Yeniden Bakış” başlıklı makalesi yayımlandı.  

Gidoni söz konusu makalesinde, 7 Ekim saldırılarının yalnızca istihbarat ya da askeri açıdan bir başarısızlık olmadığını, aynı zamanda Yahudi varlığının manevi özünü kavrama konusunda derin bir başarısızlığa da işaret ettiğini vurguladı.  

Siyonizm’in, zaman içinde manevi köklerinden koparak yerini Batılı, materyalist bir zihniyete bıraktığının da altını çizdi.  

Dolayısıyla Gidoni’ye göre asıl çözüm, Siyonist projenin maddi ve manevi boyutları arasındaki dengeyi yeniden kurmak, “Manevi Siyonizmi” canlandırmak ve “diaspora Yahudileri” olarak tanımlanan kitleleri, işgal altındaki topraklarda yaşayan Yahudilerle bağlayacak toprak, miras ve ruh bütünlüğüne dayalı bir vizyona geri dönmekti.  

Aynı zamanda bu kriz, siyasetçilerin felaketin sonuçlarıyla başa çıkmakta yetersiz kalmasının ardından, Ahad Ha’am’ın fikri mirasının, laik Siyonizm’in manevi bilincinin yeniden inşa sürecinin bir parçası olma yeteneğini de kanıtladı.  

Dolayısıyla bu yaklaşım yalnızca ulusal veya güvenlik boyutlarına odaklanmakla kalmıyor. Ahad Ha’am’ın savunduğu biçimden farklı olsa da Siyonizm’e yeniden manevi bir misyon yükleyen bir dönüşe de işaret ediyor.  

Klasik “Manevi Siyonizm”, devlet kurulmadan önce Filistin’de Yahudiler için manevi bir kültür merkezi oluşturulmasını zorunlu bir adım sayarken, Yahudiliğin ruhu ve özüyle ilgili meselelerin, Yahudilerin pratik sorunlarından önce gelmesi gerektiğini savunuyordu.   

Bugün ortaya çıkan yeni yönelim ise devletin bekasının, bizzat devletin içinde manevi bir boyutun yeniden inşa etmeye bağlı olduğunu ileri sürüyor.  

Bu eğilimin yanında, Siyonizm’i kendi ahlaki zeminini sorgulayarak “kurtarmaya” çalışan daha sınırlı bir eleştirel akım da bulunuyor.   

Marjinal İsrailli sesler tarafından dile getirilen bu akım, Siyonizmin hem bu savaşta hem de geçmiş savaşlarda ortaya çıkan soykırım ışığında, etik değerlerini yeniden değerlendirmesi gerektiğini vurguluyor.  

Bu soykırım ışığında, bahsi geçen bu sesler ahlaki yenilginin anlamını da sorguladı.  

Onlara göre İsrail ordusunun 7 Ekim’e verdiği yanıt travmayı hafifletmedi. Tersine toplumsal yaraların ağırlaşmasına ve ahlaki pusulanın tamamen kaybolmasına neden oldu.  

Bu bağlamda, Haaretz muhabiri Ido David Cohen, İsrail medyasının iki yıl süren savaş boyunca Filistinlilere yönelik soykırımı, çocuklar, kadınlar dahil sivillerin öldürülmesini teşvik eden söyleminin bir “ahlaki çöküşü” yansıttığını ifade etti.  

Aynı gazeteden Gideon Levy de benzer şekilde Siyonizm’in “ahlaki merkezini” yitirdiğini, bir zamanlar ulusal kurtuluş projesi olarak sunulan ideolojinin bugün güvenlik gerekçesiyle baskı ve soykırımı meşrulaştıran bir ideolojiye dönüştüğünü ifade etti.  

Bu iki eğilimin karşısında ise, 7 Ekim sonrasında ortaya çıkan tabloyla küresel kamuoyunun Siyonist anlatıdan uzaklaşması, geniş toplum kesimlerinin Filistin anlatısını benimsemeye başlamasıyla yüzleşmek zorunda kalan “ideolojik Siyonizm” yer alıyor.  

Bu akımı savunanlar, yaşananları Filistinlilerle yürütülen varoluşsal çatışmanın kaçınılmaz olduğunun kanıtı olarak gören ve Batı köleliğinden kurtuluş çağrısı yapan, daha milliyetçi ve saldırgan bir söylem ürettiler.  

Bu yaklaşımın en etkili metinlerinden biri, eski Stratejik İşler Bakanı Ron Dermer’in siyasi danışmanı Shimon Rafaeli’nin kaleme aldığı “Katliamdan Bir Yıl Sonra: Batı’nın İhaneti ve Siyonizme Dönüş” başlıklı makale olarak görülüyor.  

Rafaeli makalesinde, 7 Ekim'in ardından gündeme gelen temel soruları şöyle sıraladı:  

Yahudi halkına yönelik nefret ve zulüm bağlamında, İsrail bugün bu halkın savunucusu olarak üstlendiği rol, Yahudilerin hayatını nasıl etkiler? Yahudilerin geleceğini güvence altına almak hayati önem taşıyan tarihsel dersler nelerdir?  

Bu soruların ardından Rafaeli net bir sonuca ulaştığını belirtti: Siyonist fikir değerini kaybetmedi, aksine 21. yüzyılda yeni ve daha derin bir anlam kazandı.  

Ona göre geçmiş deneyimler, Siyonizm’in kurmaya çalıştığı ulusal yurdun Yahudileri Avrupa toplumlarına asimile olmaktan, acı ve zulümden koruduğunu kanıtladı.  

Bu nedenle, Siyonizm’in ancak İsrail’e ahlaki olarak ihanet eden Batı’nın esaretinden kurtulup Tevrat’ın gerçek değerlerine geri dönerek varlığını sürdürebileceğini ekledi.  

Dolayısıyla bu yaklaşım, kimlik merkezli bir izolasyonculuğu ve sürekli mağduriyet hissini besleyen, aşırı milliyetçi ve şiddete açık bir yönelimi ortaya çıkarıyor.  

Tehlike hissi varoluşsal bir hal aldığında bu durum daha da belirginleşiyor. Bu noktada en uç ve acımasız yok etme biçimlerinin kullanımı, varoluşsal bir savunma olarak sunuluyor.  

Her türlü dış eleştiriyi reddederek ulusal kimliği güçlendirme çabasının, hatta kimsenin onayına ihtiyaç duymayan kaçınılmaz bir Yahudi varoluşuna duyulan güvenin yenilenmesinin meşru bir aracı haline getiriliyor.  

Rafaeli’nin makalesi, savaşı bir felaket değil, Siyonizm’i “orjinal saflığına” döndürmeyi amaçlayan ilahi bir sınav olarak gören ve bir tür “travmaya teolojik tepki” niteliği taşıyan bir yaklaşımı yansıtıyor.  

İsrail’in saldırıları ve Siyonizm 

Bu çerçevede Israel Hayom gazetesinin siyasi muhabiri Yehuda Schlesinger, savaşın yalnızca Siyonizm’in saf köklerine dönüşü sağlamakla kalmadığını aynı zamanda Yahudi geleneklerini yeniden toplumun merkezine yerleştirdiğini öne sürdü.  

Savaşın toplum üyelerini birleştiren ve varoluş nedenlerini onlara açıklayan miras aracılığıyla tarihsel aidiyet duygusunu yeniden canlandırdığına inanan büyük bir grup olduğunu da ekledi.  

Ancak Siyonizm’in bu en aşırı biçimine dönüş, yalnızca fikri bir yönelim değil, aynı zamanda ciddi siyasi sonuçlar da doğurdu.  

Temelde bu, Aksa Tufanı Operasyonu sonrasında Batı’nın İncil’deki benliğiyle sembolik bir ittifak kurmayı reddetmesi nedeniyle, İsrail’in daha kibirli, daha izole ve daha dindar bir Siyonizm’e yöneldiğini gösteriyor.  

Bu eğilimin, diğer iki düşünsel akımın aksine, yalnızca teorik üretimle sınırlı kalmayıp, onları pratiğe döktüğü söylenebilir.   

Mevcut hükümette yer alan siyasi partiler ve bakanların önemli bir kesiminin bu söylemi benimsediği açıkça görülüyor.  

Binyamin Netanyahu ve Likud Partisi’nin yanı sıra bakanlar Ben-Gvir ve Smotrich’in önderlik ettiği dindar-milliyetçi blok, çözümün “ruhta değil kılıçta” olduğu görüşünü savunuyor.   

Gerçek kurtuluşun, “Tarihi İsrail Toprakları” üzerinde tam egemenlik kurmak ve “Büyük İsrail” idealini gerçekleştirmekle mümkün olabileceğine ilişkin inanışları artık bir sır değil.  

Bu vizyonun yansımaları, İsrail toplumunda güvenlik merkezli zihniyetin güçlenmesinde, Gazze’ye yönelik uzun soluklu savaş politikalarında ve “Yahudi devletini güçlendirme” sloganıyla çeşitli Arap ve İslam ülkelerine yönelik saldırıların meşrulaştırılmasında açıkça görüldü.  

Sonuç olarak İsrail’in son iki yılda yürüttüğü savaşlar, özellikle 7 Ekim olayları, İsrail’de yalnızca siyasi ve güvenlik doktrinlerinde dönüşüme yol açmakla kalmadı.  

Aynı zamanda Siyonist ideolojinin temellerinin yeniden tartışılmasına, hatta İsrail’de teoloji ile siyasetin bir arada var olduğu, ulusal kurtuluşun manevi bir kurtuluş anlatısıyla birleştiği yeni bir fikri zeminin ortaya çıkmasına da kapı araladı.  

Ancak bununla birlikte, Siyonizm’in bu savaştan devletin kuruluşundan onlarca yıl önce ortaya çıkan şu temel soruların yükünü yeniden taşıyarak çıktığı da söylenebilir: Biz kimiz? Neden buradayız? Varlığımızın ve topraklardaki işgalin meşruiyeti nedir?  

Ancak fark ise bugün bu soruların, çok daha düşük bir özgüvenle, daha içine kapanık bir kimlik algısıyla ve en tehlikesi varoluşsal kırılganlığın hiç olmadığı kadar farkında olarak soruluyor olmasıdır. 

Yorum Analiz Haberleri

Soykırımcıya bedel ödetme zamanı
Emperyalizmin motivasyonu sadece doğal kaynaklar mı?
Bir hapishanenin karanlığa kazınmış anatomisi
Ahmed Şara’nın Doha çıkışı ve devrim muhasebesi
Psikologlar bozulan fıtratı düzeltebilir mi?