1. YAZARLAR

  2. İbrahim Öztürk

  3. Meraklıları için darbe ekonomisi - 1
İbrahim Öztürk

İbrahim Öztürk

Yazarın Tüm Yazıları >

Meraklıları için darbe ekonomisi - 1

27 Şubat 2010 Cumartesi 03:48A+A-

Türkiye'nin yıllardır "gelen ağam giden paşam" diyen ve demokrasiye sahip çıkmayan işadamlarının, son anda engellenen Balyoz darbesiyle aslında nasıl bir vartadan kurtulduklarını anlamış olmalarını dilerim.

Özel mülkiyetin kaldırıldığı, Varlık Vergisi'nin geri getirildiği, eldekinin büyük oranda müsadere edildiği bir cunta ekonomisi özlemi Avrupa'nın en kaba faşizmine rahmet okutacak şekilde yola çıkmış geliyordu.

Bu sistemde dış ticaret yasak, Baasçı bir içe kapanma ve korumacılık esas olacaktı. Arz-talep mekanizması inkâr ediliyor ve bu çağda, bunca deneyimden sonra bir emir-komuta mekanizması hayali kuruluyor.

Bu kadar sert bir anlayışın arkasındaki gerekçe ise şu: 28 Şubat sürecindeki "balans ayarı" erken bırakıldı. Hazır üniversitelerin yönetim kurullarına çökmüşken, hazır şirket üst yönetimlerine kapağı atmışken, hazır 2001 krizi ile ülke psikolojik olarak çökertilmişken ne yapıp edip asker "kurtarıcı" kılınmalı ve gitmemek üzere İstanbul'un ve Türkiye'nin üzerine çökülmeliydi. Kısaca 28 Şubat'ın gerçek manada 1.000 yıl sürebilmesi için 'millete Balyoz' artık kaçınılmaz olmuştu.

Oysa Balyoz'un minyatür ekonomisinin ya da karikatürünün bile nasıl bir sonuç vereceğini biz 28 Şubat ekonomisinden biliyoruz. Bu yazıda bu karikatür yapıyı ve sonuçlarını irdelemek istiyoruz.

I- Milliyetçiliğin gerekliliği, ulusalcılığın yıkıcılığı

"28 Şubat süreci" olarak tarihe geçen "post-modern" darbe girişiminin toplumsal ve iktisadi sonuçlarını tartışmak için yeterli olmasa da belli bir zamanın geride kaldığı ifade edilebilir. Sürece öncülük eden kesimlerin içinde askerî ve sivil bürokrasi, siyasi partiler, adı "sivil toplum kuruluşu" olan birtakım sendikalar ve vakıflar ile geniş bir medya vardır. Süreç, katılımın çeşitliliği kadar, dayatmacı ortak paydada olmak üzere çelişkili birçok söylemi de içermektedir. O halde bu sürecin ekonomik ve sosyal sonuçlarını değerlendirmek için acaba nasıl bir fikrî avadanlık kullanmak gerekiyor? Uygulanan yöntemler ve devşirilen sonuçlar itibarıyla dönemi aşırı militarist-ulusalcı bir söyleme oturacak şekilde "faşist ideoloji" bağlamında ele almak mümkün, hatta gereklidir.

Metodolojik olarak burada hemen başlangıçta milliyetçilik ve ulusalcılık arasında kesin bir ayrım yapılıyor. Kalkınma ekonomisi literatürüne aşina olanlar, kalkınma için milliyetçiliğin son derece gerekli ve faydalı, ulusalcılığın ise "zehirleyici bir sapma" olduğunun farkında olacaklardır. Milliyetçiliğin faydası, bireyde oluşturacağı müspet rekabet dürtüsü, milletine ve vatanına karşı harekete geçirdiği aidiyet ve vefa duyguları nedeniyledir. Çatışma ve dışlayıcılık eksenli ele alınarak "sıfıra sıfır" oyununa dönüştürülmediği sürece sorun yok. Hatta bazı unsurlarına güçlü bir şekilde Japon kapitalizminde rastlanan dayanışmacı veya ortaklaşa rekabetçiliğin esas alındığı bir "piyasa milliyetçiliği" kalkınmayı destekleyicidir. Yine şeffaf ve adil rekabet ortamında bir milletin başlıca etnik unsurları arasında dahi müspet manada yarışmacı bir milliyetçiliğin kalkınma yolunda muharrik güç olabileceği ABD tecrübesinden görülmektedir. Açıkçası ortak hayaller ve ülküler adına aynı kaderi paylaşanların ortak mutluluğu, refahı ve medeniyet değerlerini yüceltmek adına milliyetçiliğin sunduğu psikolojik imkânlar, son derece kritik değerdedir. Son yüzyılın kalkınma tecrübelerine damgasını vuran Japonya başta olmak üzere diğer Asya ülkelerinin deneyimleri, bizi milliyetçilik ifadesi etrafında yoğunlaşan bir söyleme götürür.

Bundan farklı olarak ulusalcılık ise düşmanlığı, yıkıcı ve dışlayıcı rekabeti, içe kapanmayı ve insanlığın ortak değerlerinden yararlanmaktan uzak kalan kendi kendini izole etme süreçlerini içerdiği oranda kalkınma hedeflerine, sosyal barışa zarar verecektir. Bu tür bir ulusalcılık, dünya savaşlarının, bölgesel savaşların, hatta ulus içi savaşların da ana nedenini oluşturmaktadır. Ulusalcı yaklaşım, bunun için sadece dünyada ve bölgesinde sürekli düşmanlıklar ihdas etmekle kalmaz, bu patolojik yaklaşım son tahlilde halkı da ideoloji eksenli ayrılıkçı fikirler etrafında kamplaşmaya ve iç düşmanlıklara sürükler. Böyle bir vetirede toplum dünyadan kopacağından ve ortak paydalar erozyona uğrayacağından birleştirici değil, ayrıştırıcı olur ve böyle bir siyasal ortamda çözümsüzlükler kangrenleşir ve topluma ayak bağı olmaya başlar. Krizler ve sorunlar karşısında soğukkanlı arayışlar görülmez, duygusal ve dayatmacı bir yüzeyselcilik hakim olur. Özgüvenin yerini alan şüphecilik nedeniyle kırılganlıklar ve tedirginlikler artacağından aidiyetler zedelenir. Birey, artan oranda topluma ve kendine yabancılaşır.

Keza ulusalcı ideolojinin beden-kalp ve beyin uyumsuzluğu gibi ciddi manada "spastik" sorunları da vardır. Bu meyanda ulusalcılık birçok kez rasyonel akla değil, gerçek dünyada karşılığı olmayan, ilkel heyecanlara ve romantik maceralara gönderme yapan ulusal bir "şişkinlik" yaratır. Şişkinlik ise büyümek ve gelişmek anlamına gelmez. İleri derecede azdırılmış bu duygu nöbetleri altında bedeni, fikirler değil, hayaller idare eder. Sonunda iç ve dış çevreye verdiği zarar nedeniyle bir aşamada bu ulusalcı şişkinlik patlamaya neden olur. Ancak dar bir çevrenin neden olduğu bu durum, milletler için bazen unutulmaz acılara dönebilir. Örneğin Türkiye'de Enver Paşa'nın "akıl dışı" iyi niyeti ile kararlarının sonuçları arasındaki uçurum biliniyor. Japonya'da da kontrolden çıkan bir grup asker 1930'lu yıllarda orduyu ve ülkeyi şahsi kutsalları bağlamında yeniden dizayn ederek, dünyada imparatorlukların bittiği bir dönemde öncelikli olarak kendilerini Asya'da yayılmacı bir imparatorluk kurma hayallerine mahkûm etmişlerdi. Sonunda II. Dünya Savaşı, Japonya'da ulusalcı şişkinliği alırken, süreç, koca bir milletin esaret fermanı ve milyonlarca insanın hayatını kaybetmesi gibi bir yıkıma neden olmuştu.

Bir ülkede ulusalcılığın yükselmesi somut gerekçeleri olan bir sürece istinat etmek durumunda değilse de, genellikle eğitimsizlik, fakirlik, umutsuzluk ve dış faktörlerin içeriye yansıma şekline göre kolayca tetiklenebilen bir süreçtir. Neticede süreç gerçeklerden kopma ve romantizme istinat etmektedir. Oysa sağlıklı bir milliyetçiliğin yükselmesi için mutlaka bunun arkasında yukarıda ifade edilen unsurlara dayalı bir felsefe, fikirler manzumesi ve bir dünya görüşü gerekmektedir. Zaten Fransız İhtilali'ne dayanan negatif milliyetçiliğin imparatorluk bakiyesi ülkemizde karşılığı olmadığından, bizdeki "fikirsiz" ve "heyecanlara" dayandırılan milliyetçiliğin kolayca ulusalcılığa kayması ve bidayette konulan sözde amaçlar setine zarar vermesi kuvvetle muhtemeledir.

II- Ekonomik açılım ve küresel iletişim

Türkiye, 1980'lerden beri dünya sistemleri ile iletişim kurma denemeleri yapmaktadır. Ancak bunun çerçevesini oluşturamadığı ve sağlıklı bir iletişim dili geliştiremediği görülmektedir. Bunun önemli bir nedeni, Türkiye'nin içine sokulduğu ideolojik katılık nedeniyle dünyayı algılama melekelerinin/sensörlerinin güdük kalmış olmasıdır. Bilindiği üzere II. Dünya Savaşı sonrasında kurulan iki kutuplu dünya sisteminde ulus devlet bir analiz birimi olarak varlık alanı bulmuş, entegre ulusal ekonomiler için uygun bir ortam sağlanmıştır. Bu süreçte nihai amaç olarak demokrasi ve serbest piyasa ekonomisi amaçlamış olmakla beraber, Soğuk Savaş ortamının hegemonik paylaşımı nedeniyle korumacılık dünyada karşılık bulan bir iktisadi avadanlık sunmuştur. Ulus devletin korumacı imkânlarını da kullanarak Asya Kaplanları gibi sonradan sanayileşen bazı ülkeler, bu ortamı oldukça yararlı bir şekilde değerlendirmişlerdir. Bilindiği üzere, savaş sonrasında başlayan ve 1980'lere kadar devam eden dönemin hakim sanayileşme modeli "ithal ikameci sanayileşme"dir (İİS). Bu model rekabetten yalıtılmış olup başarı şansı birçok kısıtlayıcı faktöre bağlıdır. Her şeyden önce korumacı duvarlar arkasında gerçekleşen ekonomik müdahalelerin etkinliği ve sürdürülebilirliği, artan oranlarda sorgulanır olmuştur.

Yine modelin başarı şansı, iç kaynakların elverişliliğine ve pazarın büyüklüğüne bağlıdır. Üçüncü olarak süreçte "korumacılık paradoksu" dediğimiz bir riskli alan oluşmaktadır. Kalkınma öncelikleri adına kaynaklar birtakım sektörlerin lehine tahsis edilirken, "korumacılık rantı" gibi çok büyük bir sektör oluşmakta ve koruyanlar ile korunanlar arasında zaman içinde paylaşılmayı bekleyen büyük bir haksız kazanç alanı oluşmaktadır. Bu pasta, rekabetçi ortamdaki verimlilik ekonomisine dayanmadığından, zaman içinde iktisadi mübadelenin maliyetlerinin artması ve genel olarak ekonominin verimliliği düşmekte ve toplumsal refahın düştüğü bir ortamda paylaşım kavgaları derinleşmektedir.

Asya ülkeleri, bu dönemde, Tayvan gibi en aşırısından Japonya gibi göreceli olarak en yumuşağına kadar otoriter yöntemleri kullanarak kalkınmışlardır. Dünyaya paralel olarak Türkiye'de de 1960 ve sonrasında planlı kalkınma ve İİS modeli uygulandı. Aynı dönemde 1980'lere kadar üç adet de askerî darbe tecrübesinin yaşandığı dikkatlerden kaçırılmamalı. Türkiye'deki kısmen totaliter modele rağmen devlet, ekonomik aktörleri hedefler doğrultusunda yönlendirmeyi, verdiği teşvikler karşılığında disiplin altına almayı başaramadı. Bize göre bunun önemli nedenlerinden biri Türkiye'nin dışlayıcı olması, dar bir çevre arasında dolaşan kısıtlı bir ulusal zenginliği hedeflemiş olmasıdır.

Literatürde İİS modelinin bir riski olarak "devletin zaman içinde koruduğu kesimlerin kontrolüne geçmesinden" bahsedilir. Bu ortamda koruyan ve kollanan kesimler arasında kurulan liyakat dışı ve şeffaf olmayan, ahbap çavuş ilişkilerine dayalı bir ortak yaşam alanı oluşur. Bu yapıda sayısı küçük ancak sağlam bir şekilde örgütlenen bir kesim, sayısı kalabalık olan ancak örgütsüzleştirildiği için gücünü aktif hale getiremeyen ikili bir yapı vardır. Sistemin kendini finanse ederek yeniden üretme kabiliyeti devam ettiği sürece bu baskıcı statüko korunur. Ancak diğer hususlar sabit kalmak şartıyla, sistemin kendini finanse edemediği aşamada bir kırılma kaçınılmaz olur.

Türkiye'nin İİS modeli burada bahsedilen bütün aksaklıkları içermiştir. Ancak kaynakların biteceği 1980 yılına kadar askerî darbeler adeta sistemi her seferinde formatlayarak silmiş, oyunu yeniden başlatmıştır. 1980 sonrasında ise "dış âlem" faktörü artan oranda sistemin içine girmeye başlamıştır. Bunun temel nedeni ekonomik yetersizliklerdir. Kendini finanse edemeyen verimsiz düzen, kaynak bulmak için bir yandan IMF'ye giderken, öte yandan da artık dışa açılmaya karar vermiştir.

Dışa açılma beraberinde ihracat gelirlerini artırırken, finansal serbesti de sistemin dış finansman imkânlarını artırmıştır. Bu açıdan bakıldığında finansal serbestinin ekonominin istikrar kazanmasına ve demokrasinin işlemesine yardım etmediğini, tersine statükonun dış krediler yoluyla bir müddet daha varlık alanını genişletmesine yardım ettiği ifade edilmelidir. Nitekim sistemin ekonomik ayağında göreceli bir serbesti göze çarparken, siyasi ayağında yoğun kasılma devam etmiştir. Siyasi özgürlükler alanının dar ve katı kalmış olması, bir noktadan sonra ekonomik alanın tıkanıp kalmasına neden olmuş, "yönetemeyen" sistem sorununun belirginleşmesinde bu gelişme önemli olmuştur. Öyle ki, hükümetler ekonomik alanda baş gösteren sıkışıklıkları aşmak adına yasaları "delmeyi" maharet sayar hale gelmiştir. 1990'ların tümüyle "kayıp on yıl" olarak kayıtlara geçmesinde ekonomik gerçeklere karşı sistemin sergilediği direniş ve beraberinde gelen yoğun siyasi istikrarsızlıklar başlıca rolü oynamıştır.

ZAMAN

YAZIYA YORUM KAT