1. YAZARLAR

  2. M. Naci Bostancı

  3. İslam, İslamcılık, siyaset
M. Naci Bostancı

M. Naci Bostancı

Yazarın Tüm Yazıları >

İslam, İslamcılık, siyaset

12 Ağustos 2012 Pazar 16:11A+A-

 

Son günlerde İslamcılık üzerine peş peşe yazılar çıktı. Bulaç, Türköne neredeyse dizi şeklinde konuyu tartıştılar. Murat Güzel, metinle pratiği, Necdet Subaşı, küresel süreçlerin sunduğu yeni imkânları, Etyen Mahçupyan, sekülerleşmenin anlamını kaleme alarak tartışmaya dâhil oldular.

Sadece o gelenekten gelenlerin değil farklı politik/ideolojik referansların sahiplerinin de İslamcılık'a gösterdikleri yüksek ilgi önemli bir hususun altını çiziyor: Dünle birlikte yarını anlamak için İslamcılık ve onun dönüşümleri hayati değerde. İslamcılığı terörizmle eşitleyen ve ilgisini sadece güvenlik mekanizmalarını göreve çağırmakla sınırlı tuttuğu intibaını doğuranlar bile, bunun hiç de tüketici olmadığı bilinciyle diğer gözlerini "daha fazlasına" çevirme lüzumu hissediyorlar. Çünkü böylesine güçlü, çok farklı dinamiklerden beslenen, kutsalla ilişkili, geniş yığınları esinleme kapasitesine sahip bir "dünyayı" "indirgeyici bir gözle değerlendiren" sadece kendini yanıltır.

İslamcılığı tartışırken acaba İslam'la İslamcılık arasında bir mesafe var mıdır? Gerek Bulaç gerek Türköne İslamcılık için tarih olarak 19. yüzyılın ikinci yarısını verdiklerine, İslam ise bin dört yüz küsur yıldır var olduğuna göre, bu mesafe kaçınılmaz... Mesele sadece süre de değil. İslamcılık, esas itibarıyla, aralarında derin farklar olsa da kendisiyle aynı yüzyılda hayat bulan sosyalizm ve milliyetçilik gibi belli tarihi şartların ürünü olarak ortaya çıktı. Farklar dedik ancak, aynı tarihî şartların ilham verdiği benzerlikleri de atlamamak gerekir. Farklar malum. Benzerlik dediğimizde ise İslamcılık da tıpkı bu iki ideoloji gibi siyasal iktidarla ilişkili olduğu kitleler arasındaki bağ meselesini, mütekabiliyeti cevaplanması gereken bir alan olarak görmüştür. Siyasal iktidar kitlelere ait olacağına göre, iktidarla kitleler arasındaki bağlar nasıl kurulacaktır? İstişare, müşavere, meclis, nihayet sonradan bunlara eklenen demokrasi konuları bu dönemde ortaya çıktı. İktidarın İslami normatif niteliğinden öte bunu kitlelere taşıması, meşruiyeti halk temelli inşa etmesi gerekiyordu. Artık kamuoyunun, kitlelerin, seçimin, meşruiyetin kitlesel boyutunun önem kazandığı bir dönemde, İslamcılığın bu değeri yüksek siyasi konulardan kendisini uzak tutması beklenemezdi. Esasen İslam'la İslamcılık arasındaki farkların tam burada oluştuğunu söyleyebiliriz. Siyasetin asabiye üzerinden anlam kazandığı, bu asabiyeyi kabilelerin ya da bir iktidar grubunun üstlendiği bir devirde Peygamber Efendimiz şüphesiz yüksek prestiji ile siyasal iktidarı da üstlenmişti. Fakat ondan sonra gelen dört halife döneminde "iktidarın kimin hakkı olduğu" meselesi normatif olanla pratik olan arasındaki makas sebebiyle hep tartışmalı oldu. Dört halifeden iktidarı kısa olan Hz. Ebu Bekir'i saymazsak, diğer üçü şehit oldular. Sonra da Emeviler ve Abbasiler, normatif olanı bir yana bırakıp sosyolojinin desteklediği bir pragmatizmle asabiyeyi öne çıkarttılar. 'İslam'da hanedanlık var mı?' şeklindeki yarı itirazcı normatif soru ile fiilen hanedanlık olarak yaşanan bir İslam tarihi arasındaki fark üzerine daha fazla düşünmek gerekir. Nispeten İslami sayılan Osmanlı İmparatorluğu da bundan vareste değildir.

Tarih üstü mesajlara havi Kur'an-ı Kerim'in belli bir yönetim modeli zikretmemesi ve vurguyu normlara vermesi olağan. Yüz elli yıllık İslamcılığın da önemli bir meselesi böylelikle, normlarla birlikte, o tarihi şartlarda nasıl bir yönetim modeli? olmaktadır. Normları en iyi pratiğe taşıyacak, aynı zamanda zamanın ruhuyla barışık olacak yönetim modeli? Elbette İslamcılığın yegane ilgi alanı "siyasal iktidarın" biçimi değil. Ortaya çıktığı tarihi şartlarda zihni temrini geniş zamanlı bir fantastik durum olmaktan çıkartan muaccel şartlar vardır. Osmanlı'nın vaziyeti, İslam dünyasının meydan okuyan modern Batı karşısındaki geriliği, cihat vs. Bu da İslamcı çizgideki okuryazarları normlardan dünyaya ulaşan değil tam tersine kendisini dayatan bir dünya gerçekliğinin cevap arayan sorunlarının ışığında normlara uzanan bir akletmeye götürmüştür. İmparatorluk yıkılırken İslamcılık buna nasıl bir cevap verecektir? Ya da işgal edilmiş bir İslam ülkesinde dini referanslar bu işgale karşı nasıl bir kompozisyonla ortaya çıkacak, kitlelerle bağ kuracaktır? Takdir edileceği gibi kendini dayatan şartlardan bağımsız İslamcılık üzerine düşünmekle, ateşte yanarken çare aramak arasında mühim farklar vardır.

HOMOJEN İSLAMCILIK

Bulaç, Müslüman olan herkesin kaçınılmaz olarak İslamcı olduğunu beyan ediyor. Ancak İslamcılığın ne olduğu konusunda daha tedirgin bir şekilde "bana göre" diyerek bir tanım getiriyor. Haklı. Öyle anlaşılıyor ki Bulaç İslamcılık derken, kendi tanımından daha geniş bir daire çiziyor fakat kendi bakışını da bu dairenin içinde bir yere yerleştiriyor. Bizzarure İslamcı olanların da mutlaka Bulaç gibi düşünmesi gerekmiyor. Yukarda kısaca işaret ettiğimiz nedenler dahi homojen bir İslamcılığın gayri mümkün olduğunu ortaya koyar. Zaten gelenekçiler, modernistler, selefiler gibi adlandırmaların ötesinde hayatın içinde İslamcılığın çok daha renkli, farklı girişimleri olan bir yelpaze olduğu ortada. Ahmet Akbar, İslam ülkelerine bir ekiple birlikte yaptığı gözlem ve araştırma seyahati neticesinde üç tür İslamcılık tespit etmişti. Gelenekçi İslamcılar, tasavvuf eksenli İslamcılar, modernistler. Zihni olarak ideal stereo tipler tespit etsek bile, hayatın bunlar arasında çeşitli girişimler doğurduğunu unutmamak gerekiyor.

İslamcılık tartışmalarında mühim bir konu, İslamcılığın her türünün Batı ve modernizm karşısında müdafaaya dayalı bir iklimin, ruh halinin, tedirginliğin, nihayet yine ona karşı meydan okumanın etkisinde kaldığı hususudur. Sadece politik değil fikri egemen/tabi olan ilişkisini yankılayan bir zeminin (ki bir ölçüde kaçınılmazdır) ne tür problem doğurduğu, üzerinde durulması gereken bir meseledir. Bu aşılmayacak mıdır? Aşılabilmesi, en temelde İslam ülkelerinin toplamdaki gelişmişlik düzeyinin bir neticesi olacaktır. Tarih bize, hiçbir iktidar biçiminin ebedi olmadığını gösteriyor. Elbette sadece buna bel bağlanmayacak, çeşitli İslam ülkelerinde görüldüğü gibi gelişmek, nihayet bu gerilimi aşmak için olağanüstü bir seferberlik yaşanıyor. Bugün ve yakın geçmiş için mevcut iktidar gerilimi eksenindeki tecrübenin bu yeni dönemde önemli bir rol oynamasını beklemek lazımdır. Bir başka husus, İslam'ın normlarıyla pratik hayatın arasındaki bin dört yüz küsur yıllık tarihin işaret ettiği bir mesafeyi dikkate almak, İslamcılık tartışmalarını, eleştirilerini bu mesafenin gerçekliğinde daha toleranslı yürütmektir. Bugünün kısa zaman dilimi içinde yaşanan siyasi tecrübeyi esas alan, tecrübe sahiplerinin geçmişteki normatif iddialarıyla bugünün iktidar pratiğinde yaşanan sonuçları mukayese ile İslamcılık adına bir neticeye varmak, pek acele bir hükümdür. Fikirler, normlar elbette ilham verir, fakat gerçeklik gerçek hayat şartlarında inşa olur. Üzerine konuşulan süreci tamamlanmış, İslamcılık adına adeta tarihin sonuna ulaşılmış bir bakış açısıyla okumak, şu yüz elli yıllık tarihin gösterdikleri bakımından bile kabul edilebilir değildir.

ZAMAN

 

YAZIYA YORUM KAT