1. YAZARLAR

  2. SELAHADDİN E. ÇAKIRGİL

  3. Türkiye-Suriye ve İran ilişkileri, bir savaşa doğru mu?
SELAHADDİN E. ÇAKIRGİL

SELAHADDİN E. ÇAKIRGİL

Yazarın Tüm Yazıları >

Türkiye-Suriye ve İran ilişkileri, bir savaşa doğru mu?

28 Kasım 2011 Pazartesi 17:40A+A-

[email protected]

Ortadoğu coğrafyası bir türlü durulmadı ve durulacak gibi de değil.. Neredeyse 1 yılını dolduracak olan ve ‘Arab Baharı’ diye isimlendirilen ve daha önceleri onyıllarca hareketsiz, tepkisiz kalmış kitlelerin harekete geçmesi şeklindeki büyük sosyal hadiseler, kanlı şekilde devam ediyor..

*

Tunus’da başlayıp Mısır, Yemen, Libya, Bahreyn ve Suriye’de devam eden büyük sosyo-politik çalkantılardan Tunus’daki, yapılan bir seçimde müslüman kitlelerin taleblerine uygun bir sonuç verince.. Diğer arab toplumlarında da benzer sonuçlar ortaya çıkabileceği ‘korku’su, bu çalkantıları manipule etmek isteyen şeytanî odakları daha bir çabuk davranmaya zorluyor.. (Fas’ta yapılan seçimleri, tıpkı Tunus’da olduğu gibi, kendilerini  Türkiye’deki Adâlet ve Kalkınma Partisi’nin Fas versiyonu olarak niteleyen İslamî eğilimli cenahın kazanması da, bu yoldaki çabaları daha bir hızlandıracağa benziyor..)

*

Yemen’de 34 yıllık Ali Abdullah Salih yönetimi de, kendisine dokunulmayacağına dair maddeleri de içeren anlaşma metni gereğince -ve eğer kendi imzasına bu kez sadâkat gösterirse- bir ay içinde son bulmuş olacaktır..

*

Libya’da, muhaliflerine ‘fareler gibi öldürüleceksiniz..’ diye tehdidler savuran Gaddafî’nin, bizzat o şekilde fecî şekilde öldürülmesi ve babasının cinayetlerini katmerleştiren oğlu Seyfulislam’ın da yakalanmasıyla noktalanan 42 yıllık yönetiminin sonrasında, ileride ortaya neler çıkarabileceğine dair henüz net konuşmak mümkün değil..

*

Mısır’da ise.. Husnî Mubarek’in 30 yıllık (gerçekte ise, öncüleri olan Nâsır ve Sedat’la birlikte 58 yıllık) rejiminin çökmesinin ardından, yönetimi elinde bulunduran Mısır ordusu, 28 Kasım 2011 günü yapılacağı ilan olunan seçimlerin öncesinde, halkın iradesi üzerine, (Türkiye’de TSK’nın uygulamalarında hep varolan ve ancak şimdilerde kırılmaya başlanan vesayetini hatırlatacak şekilde) kaşla göz arasında, ipotekler koymaya kalkışması üzerine, yeniden başlayan ve geride onlarca ölü bırakan dev gösterilerin sonunun nereye varacağını kestirmek de mümkün değil..

*

Halkının yüzde 70’inin şiî müslüman olduğu bir Bahreyn’de ise, halkı, karşı mezheb adına zorla yöneten Âl-i Khalîfe Hanedânına karşı ayaklanan kitlelerin, -İran’ın resmî yayın organlarında, ‘İran, Bahreyn şiîlerini savunmasız bırakmıyacaktır!’ diye manşetler atılmasına rağmen-; yardıma çağrılan Suûdî ordusunca ezilmesinden beri hâkim olan derin sessizlik sürmekte..

*

Suûdî rejiminde nelerin döndüğünü ise, kimsenin bilmesi neredeyse imkânsız.. Çünkü, yükselen her türlü itiraz sesi, sessizce boğuluyor.. İtiraz sesi yükselmediğine ve de emperyalist güçler de memnun edildiğine göre.. Teknolojinin imkânları orada işlemez olur..

Ama, ne zamana kadar?

O zâlimlerin nöbetinin de erişmesi duasıyla, Nâbî’nin (1640-1710) mısralarını hatırlayalım:

Bağ-ı dehrin hem hazânın, hem bahârın görmüşüz..
Biz neşatın da, gamın da rûz-igarın görmüşüz..

(Bu dünya bağının hem güzünü, hem baharını görmüşüz.
Biz neş’enin de, gam ve kederin de nice günlerini görmüşüz...)

Çok da mağrur olma kim, meyhane-i iqbalde,
Biz hezarân mest-i mağrûrun humârın görmüşüz..

(Bu saltanat ve iktidar meyhanesinde çok gururlanma ki,
Biz binlerce gurur sarhoşunun sersemlemiş halini de görmüşüz.)

*

Ve amma, SURİYE..

Zorba yönetimlere karşı onyıllarca itaat etmişken, hiç beklenmiyen şekilde başkaldırmayı da akleden halkların iradesine teslim olmamak için, bütün bir halkı öldürmeyi ve öldürülmeyi de göze almak konusunda bir çetin savaşa girmeyi göze almak açısından, Gaddafî, ’Arab Baharı’nın seyrini değiştiren kişi oldu..

Tunus’un 24 yıllık zorba yöneticisi Zeynel Âbidin bin Ali ve Mısır’ın 30 yıllık Mubarek’in, meydana gelen karışıklarda ölenlerin sayısı binlerle değil, henüz yüzlerle ifade edilirken, korkuya kapılıp iktidarlarını terketmelerinin Yemen diktatörü Ali Abdullah Salih’e de örnek oluşturup, onun da iktidarı devretmekten sözetmeye başladığı bir sırada, Libya’da halkın üzerine onbinleri öldürecek şekilde hunharca saldıran Gaddafî’nin diğer arab rejimlerine ’Siz de benim gibi yapın!’ dercesine yaptığı çağrı, Yemen, Bahreyn ve Suriye rejimleri üzerinde etkili oldu ve bir takım silahlı kişi veya grupları bahane ederek, yönetimleri altındaki bütün şehirleri, sivil kitleleri topluca hedef alarak tank ve top ateşleriyle, bombardımanlarla öldürmenin caiz olduğu gibi bir modern kandökücülüğün yolunu açtı..

Suriye’de 55 yılı bulan askerî yönetim ve bu 55 yılın son 42 yılının ilk 30 yılında (baba) Hâfız ve son 12 yılında da (oğul) Beşşar’ın tek yönetici, tiran- despot olduğu Esed Hanedânı’nın ve dahası, Baas ideolojisi- Baas Partisi kadrolarının/ milislerinin tekelindeki bir yönetim mekanizması mevcud..

Ve bütün dünyaya yansıyan görüntüler karşısında, silahsız-savunmasız sivil kitlelerin, şehirlerin, toplulukların nasıl hedef alındığı ortada..

Halbuki, halkın yüzde 10-12 kadarını oluşturan Nusayrî alevîlerine mensub olan Esed Hanedanı’nın bu yeni siması Beşşâr Esed, bir gözdoktoru olmanın avantajlarıyla, mütebessim ve sevimli bir hanedan mensubu olarak algılanmaya ve ülkeyi geçmişin baskılarından uzak bir yönetim anlayışıyla yönetmek arzusunda olduğu izlenimini uyandırmakta bile başarılı olmuştu, ilk 10 yılda..

Ama, son 10 boyunca meydana gelen kanlı çatışmalarda, onun da ’babasından farksız bir kaniçici oğul’  olduğunu Suriye halkına da, dünyaya da bir daha gösterdi, Beşşâr Esed..  

Beşşâr’ın bu noktada, kendisini savunurken, mâkul gibi gözüktüğü tek nokta, rejimin resmî güçlerine karşı silahlı mücadele verildiği, onlarca- yüzlerce polis ve askerin de öldürüldüğü şeklindeki iddiası..

Esasen, bunu Suriye rejiminin bazı muhalif odakları da reddetmiyorlar.. Herhangi bir rejimin güçlerine fiziken öldürücü silahlarla saldıranlara karşı o rejimin güçlerinin de silah kullanmasında anlaşılmayacak bir şey yoktur.. Bu gibi mücadelelerin bir korkunç ve kanlı boğuşma boyutuna varması da unutulmaması gereken bir durumdur. Çünkü, böyle durumlarda mücadelelerin kontrolden çıkması işten bile değildir. Hele de yönetim mekanizmalarının inisiyatifi ve kontrolü kaybetmesi ise, facialara dönüşür..

Bugün Suriye’de olan budur ve kontrolü, inisiyatifi yitiren Suriye rejimi, silahlı mücadele unsurlarını bahane ederek, bütün muhaliflerine ve sivil kitlelere ve o kitlelerin yaşadığı şehirlere, mahallelere karşı tank, top ve hava bombardımanlarıyla saldırıya geçebilmektedir..

’Allah, bir zâlime diğer zâlimleri tebelleş ederek de, zulmü bertaraf edebilir..’

İşte burada çılgınlık başgöstermekte, Suriye’ye ve Ortadoğu’ya kendi istedikleri gibi düzen vermek isteyen emperyalist güç odaklarının müdahalesine de zemin hazırlamakta, onlara istedikleri fırsatları altın tepsiler içinde sunmaktalar.. Tıpkı Gaddafîye karşı, emperyalist merkezlerde insanî yardım adı altında tezgahlanıp NATO tarafından kotarılan kanlı müdahalede olduğu gibi..

Ama, Libya’daki o 8 aylık korkunç kanlı boğuşma gösterdi ki, eğer bu gibi müdahaleler olmasaydı, Libya halkının, kendisini Gaddafî ve oğullarının pençesinden kurtarması hemen hemen muhalden ibaret idi..

Böyle bir duruma, bir müslüman ise, ’Allah, bazı zâlimlerin mazlumlar üzerindeki zulmünü kaldırmak için, o zâlime başka zâlimleri musallat kılar, haşereye haşereyi tebelleş eder..’ anlayışıyla bakabilir. Aynı durumun yarınlarda Suriye için de tezgahlanabileceğinin ipuçları ortaya çıkmaya başladı..

Bu noktada, emperyalist güçlerin müdahale edeceği veya etmiyeceği hesablarına yatmadan önce, yapılması gereken, âdalete dayalı bir yönetim mekanizması oluşturulması gerçeğidir.

Bu arada ilginç bir gelişme de, 1982’deki Hama Katliâmı’nın sorumluluğundan kurtulmak için, Hâfiz Esed’in konuyu üzerine attığı ve Fransa’ya sürgüne gönderdiği kardeşi Rif’at Esed’in de devreye girmek için çırpınması.. Rif’at Esed, Beşşar Esed’in devrilmesi için bir muhalefet odağını da kendisinin oluşturduğunu geçen hafta açıklarken, ’Beşşâr gitmeli ve amma, etrafındaki yönetici kitlelere, bürokrat kadrolara dokunulmamalıdır ve yönetimin başına yine aynı Esed Ailesi’nden birisi getirilmelidir.. Bu, ben de olabilirim, başkaları da..’ gibi ilginç laflar da ediyordu..

Bu da, Suriye’de rejimin ve iktidarın Nusayrîler  ve Esed Hanedanı’nın elinden çıkmaması ve bu hedefler için ne gibi entrikaların ve ittifakların oluşturulabileceğine dair sualler, henüz de aslî muhatabını bulamıyor..

Yani, yarım asırdan fazla zamandır Suriye’ye pençesini geçirmiş olan Baas ideolojisi ve Partisi örgütlenmesiyle, Nusayri azlığına dayanan Esed Hanedanı kadrolarının, Suriye’yi ellerinden çıkmaması için, her şeyi yapmaya kararlı olduklarını göstermeye çalıştıklarını verilen kanlı mücadeleden de anlayabiliriz. Ki, Suriye’de son bir yıl içinde öldürülenlerin sayısı, 3 bin’i geçmiş bulunuyor..

Esasen, geçen hafta, Beşşâr Esed, ölünceye kadar mücadeleye kararlı olduğunu resmen beyan etmiyor muydu? 

Bu noktada, Tayyîb Erdoğan’ın, Beşşâr Esed’e hitaben, ’Ölünceye kadar savaşacağını beyan ettiğin kimler? Kendi halkın değil mi? Kendi halkına karşı ölünceye kadar savaşacağına; 44 yıldır İsrail elinden kurtaramadığın Golan Tepeleri’ni geri almak savaşsaydın ya!..’ şeklindeki sözleri düşündürücüydü...

*

İran, stratejik gerekçelere sığınarak, kendi aslî ilkelerini ayak altına atmadı mı?

Konunun daha da ilgi çekici yanı, 30 küsur yıl öncelerde, bir müslüman halkı katleden Şah Pehlevî’ye, bir kanlı diktatöre karşı onbinlerce kurban vererek bir İslam adına bir inqılab hareketini ortaya koymuş olan bir halkın yönetimini bugün elinde bulunduran İran rejiminin ve Ortadoğu’daki tarafdarı olan grup veya (Lübnan’daki) Hizbullah gibi örgütlerin ve Irak Hükûmeti’nin de, Suriye’de böylesine kanlı bir zulüm ve zorbaca yönetim modeli uygulayan Baas diktatörlüğü ve Esed rejimini, stratejik gerekçeler adına desteklemeleri!.

Tunus, Yemen, Bahreyn, Mısır ve Libya’daki halkların, tepelerindeki diktatörlük rejimlerine karşı direnişlerini, ayaklanmalarını inqılabçı hareketler olarak selamlayan İran’ın, sıra Suriye’ye gelince, söylemlerini değiştirip, medyasında, Suriye’deki Baas/ Esed rejimine karşı protesto gösterileri yapan ve kanlı şekilde bastırılmaya çalışılan halk kitlelerini, emperyalistlerin propagandalarına aldanmış kitleler olarak nitelendirmesi ilginçtir..

Ve bugün, bu durumdan iran halkından niceleri rahatsız iken, yönetim, bu konuda başka bir istikamette ilerliyor.. Hattâ, öyle ki, ’İran’lı olmalarına rağmen, İslam İnqılabı’na sıcak bakmıyan niceleri bile, geçmişte, İranlı olduklarını söyledikleri zaman, müslümanların ilgisinden kurtulamadıklarını’ söylerken; şimdi, İslam İnqılabı’na tarafdar olan İranlılar bile, başka ülkelerden müslümanlarla ilk karşılaştıklarında, ’Siz bu Esed rejimini niye destekliyorsunuz  diye sorgulandıklarını ve bunun cevabını veremediklerini’ söylemekteler..

Bu satırların sahibine göre de, İslam İnqılabı yapmış olan bir halkın yönetim mekanizmasının, bir takım stratejik gerekçelere sığınmak adına, Suriye’deki katliâm ve diğer zulümlere zulme seyirci kalmanın ötesinde bir de destek olması ve bu hususda öteki müslüman toplumlarla zıdlaşmayı da göze almak gibi bir siyaset izlemesinin izahı yoktur..

Suriye’deki bu zulüm mekanizması parçalandıktan sonra, -ki, inşaallah er/geç, parçalanacaktır-,  geçmişte izlenen o siyasetin bedelini ödemek, daha bir ağır olacaktır.

*

Gelişmelerin daha da ilginç tarafı ise, bu gelişmeler içinde, diğer arab diyarlarındaki halk hareketlerini desteklemekte, Türkiye’nin de İran’la fikir birliğinde olmasına rağmen, Suriye konusundaki farklı tutumları yüzünden, stratejik açıdan ciddî bir zıdlaşma sürecine girmiş olmaları..

İran medyasının, -kendilerinin de inqılabçı olarak niteleyip destekledikleri- arab diyarlarındaki halk hareketlerini destekleyen ve arab ülkelerinde etkisi giderek yükselen Tayyîb Erdoğan’ı, ’Osmanlı hayallerine dalmak’la suçlaması da bir ayrı ilginç nokta....

Bu noktada, hakların kültürlerinde, şekilsiz olarak varlığını hissettiren ve tarihten gelen bazı hastalıkların nüksettiği de söylenebilir..

’Osmanlı hayalleri’, saltanat olmadığına/ olamıyacağına göre..

Kaldı ki, Osmanlı hayalleri denilince, bir Osmanlı saltanatı değil, müslüman halkları asırlarca birbiriyle büyük çapta sulh içinde yaşatan kültürün hâkimiyetinin hedeflenmiş olabileceğini düşünmek, o kadar mı zordur? Böyle bir arzunun tehlike olarak görülmesinin, müslüman toplumlar veya karar merkezleri açısından mantıkî ne gibi bir dayanağı vardır?

Beşşar Esedin de 27 Kasım günü aynı noktaya gelmesi ve, "Türkiye'de bazıları hâlâ Osmanlı İmparatorluğu'nu yeniden kurma rüyasında... Türk liderler bu rüyanın imkansız olduğunu biliyorlar ve bu yüzden dinî ajandası olan partileri sömürerek Arab dünyasındaki etkilerini artırmak istiyorlar" demesi de bir diğer ilginç nokta..

Bu konuda, İran’a sempati ile bakan bazı çevreler, ısrarla İran’ın Suriye siyasetinin sadece stratejik gerekçeler yüzünden öyle olduğunu ve bunun Esed rejiminin zulmünü desteklemek demek olmadığını ileri sürseler bile; hükûmet çizgisindeki İran medyası, Esed’i olabildiğince destekliyor.. Nitekim, İran’ın etkili gazetelerinden Keyhan’ın 27 Kasım tarihli nüshasının manşetinde, Beşşar Esed’in, Suriye’de gençlerin yaptığı dev bir gösteride gençlere hitaben yaptığı konuşma kocaman harflerle öne çıkarılıyor ve Esed’in, ’Arab liderleri şimdi Şam’a, özür dilemeye geliyorlar’ şeklindeki sözler manşete çekilerek, stratejik gerekçenin ötesinde, tam bir gönüllü desteğe dönüşmüştür.. Ve amma, İran kamuoyunun bir kısmı da, o halk desteği iddialarının gerçek olduğu zannettirilerek yanıltılıyor.. (Kaldı ki, o dev gösterilerin resmî himayeli olduğu unutulmamalıdır. Trablus’da, Gaddafî’yi destekliyen yüzbinler şimdi, aynı caddelerde Gaddafî’nin öldürülmesi dolayısiyle sevinç ve zafer gösterileri yapıyorlar..)

Üstelik, arab liderlerinin özür dilemek için Şam’a gelmeye başladıklarının Esed tarafından açıklandığı ve bu iddia İran halkına da gerçekmiş gibi sunulurken.. Arab Birliği, Suriye’yle ilgili bütün bağlarını koparıyor ve Suriye’ye karşı uygulanacak yeni tedbirleri uygulamaya koyuyordu, 27 Kasım günü..

Bu yaptırım kararları, Suriyeli yetkililer ve büyük şahsiyetlerin Arab ülkelerine seyahatlerinin yasaklanması, Arab ülkelerindeki mal varlıklarının dondurulması, / Suriye merkez bankasıyla ilişkilerin durdurulması, / Suriye hükümetinin mal varlıklarının dondurulması,/ Arab ülkelerinin Suriye’deki projelerinin finansmanının dondurulması,/ Suriye’ye çift yönlü havayolu seyahatlerinin durdurulması, vs.’ şeklinde sıralanabilir..

Kahire’de tertib olunan Arab Birliği toplantısına TC Dışişleri Bak. A. Davudoğlu’nun da -her ne kadar oy vermek hakkı olmasa bile- katılması ise, daha bir ilginç.. Davudoğlu’nun Arap Birliği’ne şu mesajı verdiği medyaya yansıdı: “Tedbirler kesinlikle Suriye halkını hedef almamalı. Türkiye olarak Arab Birliği’nin sürecine destek veriyoruz. Bundan sonra da adımlarımızı Arab Birliği ile temas halinde kalarak atacağız. Suriye yönetiminin halkına yaptığı eziyeti sona erdirmek için tüm gücümüzle çalışmalıyız. ”

Evet, Arab Birliği’nin 4 üyesi Cezayir, Irak, Yemen ve Lübnan hariç, 20’den fazla üyesi,  -kendileri de halklarını zorbalık ve diktatörlük yöntemiyle idare etmiyorlarmış gibi- Suriye’ye karşı oldukça sert tedbirler alıyorlardı, kapitalist emperyalizm dünyasının taleblerine de uygun olarak..

Ama, bundan dolayı, bu ülkelerin hemen emperyalizmin emrine göre hareket ettikleri söylenebilir mi? Çünkü, Suriye rejimini destekleyen, sadece İran değil; Rusya ve Çin gibi dünya güçleri de..

Suriye’de Esed rejimi ve dayandığı Nusayrî azlığın emrindeki silahlı güçler aylardan beri cinayetlerine devam ederken, bunca dış etkileme çabalarını takiben, yarınlarda bir uluslararası müdahale olursa, o zaman sadece emperyalist odaklar mı suçlanacaktır; yoksa, emperyalistlerin ülkelerine mücadele etmesi için zemin hazırlayacak şekilde kör bir siyaset izleyip, kendi halklarına silah kullanmakta ısrar edenler asıl suçlu olarak görülmeli değil midir?

*

Daha da ilginç olan, İsrail rejiminin de Beşşar’ı desteklemesi..

Suriye rejiminin kalması veya yıkılması üzerine hesablar yapılırken..

İsrail ise, iki arada-bir derede..

Esed’i de düşman bildiği halde, Esed’in yerine gelebilecek muhtemel bir iktidarın, ’İkhvan-ul’ Muslimîyn  (Müslüman Kardeşler) ağırlıklı olabileceği korkusu içinde olduklarından, onlar da Esed’i tercih ediyor.. Lübnan ve diğer Ortadoğu hristiyanları da, ’İkhvan’ın gelmesindense, bugünkü yönetimin devam etmesini tercih ediyorlar..

Nitekim, Fransa, ve hattâ Birleşik Amerika da, Esed’in gitmesini istemelerine rağmen, ’İkhvan’ ağırlıklı bir yönetimin gelmesindense, Esed’i tâvizler vermeye zorlayarak iktidarda tutma yolunun açık kalmasını tercih ediyor..

Suriye’yle irtibatını en düşük seviyeye indirip, Esed’in mutlaka gitmesi hesabını yapan en hızlı ülke ise, Türkiye..

Bu da Türkiye’yi, Esed’in asla gitmemesi için direnen İran’la karşı karşıya getiriyor..

*

Türkiye, geçmişteki siyasetinin tersine, son 10 yıldır İran’ı uluslararası zeminlerde hep desteklerken de NATO üyesi idi..

Dahası, İran İnqılab Muhafızları Ordusu Hava Kuv. Kom. General Hacızâde’nin bir konuşmasında, kendilerine saldırılması halinde, kendilerinin de Türkiye’deki NATO füze radarlarını vuracaklarını dile getirmiş olması..

Unutulmamalı ki, son 10 yıl boyunca İran’ı uluslararası zeminlerde hemen her sahada açıkça destekleyen ve bu yüzden bazı emperyalist odakları ve müttefiklerini bile kızdıran Türkiye, bu olumlu gelişmelere rağmen, nihayetinde, bir NATO ülkesidir ve bu durum da yeni değildir. Türkiye’nin bu paktın dışına çıkması, ancak bir inqılab çapında bir kararlılıkla olabilir ve şu anda ilk düşünülecek pratik tedbirlerden mir, orası ayrı bir konu.. Bu bakımdan, sanki Türkiye’nin yeni bir siyaseti sözkonusu imiş gibi davranılması da ne kadar doğrudur, ayrıca düşünülmelidir..

Bu açıklamanın, İran medyasında manşetlerde yer almayışı, onun belli çevrelere selam mahiyetinde söylenmiş olabileceğini düşündürebilir..

Ama, dile getirilebilmiş olması, iki ülkenin nasıl bir noktaya geldiğini göstermesi bakımından ilginçtir ve Türkiye yöneticileri, -medyanın kışkırtıcı başlıklarına rağmen- bu konuya aynı uslûbla karşılık vermemeye özen gösteriyor..

Ama, her ne olursa olsun, bu gibi beyanların her iki tarafın yönetici ve halk kitleleri üzerinde yıkıcı etkileri olabileceği ve devreye daha başka düşmanlıkların sürülmek istenebileceği ve pusuda bekleyen şeytanî güçlerin bu gibi fırsatları değerlendirmekten çekinmiyecekleri de ortadadır..

*

Görülüyor ki, Suriye Buhranı, çok karmaşık bir mes’ele olup, bütün bunları sadece şu veya bu merkezli emperyalist odakların işi olarak yorumlamaya kalkışmak, bizi yanılgılara sürükleyebilir..

Bu gelişmelerin şekillenmesinde, bütün aklî-şer’î ihtimalleri dile getirirken, bunların ötesinde, bir de ’takdir-i ilahî’nin bulunduğu, asıl olanın, o olduğu asla gözden ırak tutulmamalıdır..

YAZIYA YORUM KAT

50 Yorum