1. YAZARLAR

  2. SELAHADDİN E. ÇAKIRGİL

  3. ’Ben kral değil, cumhurbaşkanıyım..’ diyene bakar mısınız?
SELAHADDİN E. ÇAKIRGİL

SELAHADDİN E. ÇAKIRGİL

Yazarın Tüm Yazıları >

’Ben kral değil, cumhurbaşkanıyım..’ diyene bakar mısınız?

09 Aralık 2011 Cuma 19:01A+A-

[email protected]

Suriye'de de tipik bir kemalist anlayış:

’Ben kral değil, cumhurbaşkanıyım..’ diyene bakar mısınız?

Suriye Devlet Başkanı Beşşar Esed, (ABC News) isimli bir Amerikan televizyonuna 7 Aralık günü verdiği mülâkatta, bu kanalın 82 yaşındaki muhabiri Barbara Walter'ın suallerini cevablandırırken, ilginç tablolar ortaya koydu.. Birleşmiş Milletler’in geçen hafta yayınlanan  raporuna göre 4 bin kişinin öldüğü kaydedilen protestolara yönelik sert müdahaleler için, ’Ben devlet başkanıyım, ülkenin kralı, sahibi değilim, bu yüzden o güçler bana aid değil..’  ifadesini kullanarak, ’Bir baskı politikası yürütmekle, bazı yetkililerin hatalar yapması arasında fark var. Ben kimsenin öldürülmesi için emir vermedim.. Deli miyim ki, öldürme emri vereyim?’  dedi ve göstericilerin şiddet kullanılarak bastırılması emri verdiği’  yönündeki iddialarını reddedip, ’göstericilere ateş açan güçlerin kendi kontrolünde olmadığını’, ’şiddet uygulayanların ’askerler değil, teröristler olduğunu’  söyleyebildi.. Walter'ın ’Ancak, siz emir vermek zorundasınız’  hatırlatması üzerine ise Esed, ’Biz halkımızı öldürmüyoruz. Dünyada hiçbir hükümet, çılgın biri tarafından idare edilmediği müddetçe kendi halkını öldürmez. Öldürün veya acımasız olun diye bir emir yok..’ dedi.

Ama, Esed, bu sözlerinin etkisiz kalabileceğini düşünmüş olmalı ki, ’barışçı göstericilerin arasına dinî radikallerin, suçluların ve El’Qaide'ye sempati duyan teröristlerin katıldığını’ eklemekten de meded umdu.. Yani, Esed, Amerikan kamuoyunun hele 11 Eylûl 2001 Saldırıları’ndan sonra daha bir hassas olduğu korkuluk’lara sığındı.. Ve sonra da ekledi: ’Öldürülenlerin çoğu hükümet tarafdarları, tersi (göstericiler) değil.’

Diyelim ki, bu iddia da doğru.. Bu bile, son 8 -10 ay içinde, bu ülkede ne büyük bir iç karmaşa olduğunu göstermez mi? Ve bu konuda Beşşar Esed başsorumlu olmayacaksa, kim olacaktır? O ise, ’kabahat samur kürk bile olsa, kimse giymek istemez..’ sözünü bir daha doğrulamak istercesine, sorumlulukları hep başkalarının üzerine atmaya çalışıyor..

Esed’in, ’Biz hiçbir zaman biz demokratik bir ülkeyiz demedik. Reformlar konusunda ilerliyoruz, özellikle son 9 ayda. Tam bir demokrasi olmak uzun zaman ve çokça olgunluk gerektirecek..’  sözleri ise, tam festivallik..

Esed’in bu arada,  ’kral olmadığı, cumhurbaşkanı olduğu ve öyle kral gibi uygulamalar yapamıyacağına dair sözleri de ilgi çekici.. İnsanın neredeyse, halkı tarafından nasıl da hürr seçimlerle seçildiğine dair iddialara inanacağı geliyor..

Halbuki, onun cumhurbaşkanlığı da tıpkı, kendilerini emr-i vâkı’lerle, ellerindeki silahlara dayanarak kendilerini C.Başkanı seçtiren -bizdeki- M. Kemal, İsmet İnönü, Cemal Gürsel, Cevdet Sunay, Ken’an Evren gibi generallerin reis-i cumhurluğu/ cumhurbaşkanlığı gibidir.

Muhabirin, binlerce kişinin ölümüne ve Suriye’yi ’fir’avun devletine çeviren şiddetten pişman olup olmadığı’nı sorması üzerine ise, Esed şu cevabı veriyordu: ’Halkı korumak için elimden gelenin en iyisini yaptım. Elimden gelenin en iyisini yaptığımda kendimi suçlu hissetmem. Hayatını kaybedenler için üzülürsünüz. Ancak insanları öldürmediğinizde kendinizi suçlu hissetmezsiniz.’..

BM. tarafından yayımlanan son raporuna göre, ‘Suriye’de ilan edilmemiş iç savaşta dört binden fazla sivilin hayatını kaybettiği’  hatırlatılınca, Esed’in, ’Birleşmiş Milletler’in güvenilir bir kurum olduğunu kim söyledi?’ diye bir karşılık vermesi de ilginçti..

*

Bir tıb doktoru olan ve babasının yerine geçmesi sözkonusu değilken, ağabeyi Bâsil’in bir kazâda ölmesi üzerine, babasının son yıllarında, beklenmiyen bir şekilde onun yerine geçen Beşşar Esed’in yumuşak mizaçlı olduğu söyleniyordu.. Esasen öyle bir görüntü de vermişti..

Ama, Suriye ordusunun, kardeşi Mâhir Esed’in elinde olduğu biliniyor.. Ayrıca, istihbarat birimlerinin ve ülkenin temel medya kuruluşlarının da perde ardından Mâhir Esed tarafından yönlendirildiği biliniyor..  Ve bu cinayetlerde asıl etkin olanın Mâhir olduğu söyleniyor..

Bu , olabilir de..

Hatırlayalım ki, (baba) Hâfız Esed de, 1982’deki o korkunç Hama Katliâmı’nı kardeşi Rif’at’ın üzerine atmış ve daha sonra da, kendisini temize çıkarabilmek için, iç siyasî dengeler gereği, onu sürgüne göndermek gereğini duymuştu.. O, hâlen de Paris’te saltanat sürüyor ve ‘Beşşar gidecekse, Baasçı yönetim kadroları mutlaka korunmalı ve Beşşar’ın yerine de yine Esed Ailesi’nden birisi gelmeli.. Bu, ben de olabilirim, bir başkası da olabilir..’ diye ellerini sevinçli bir telaşla oğuşturuyor..

Şimdi Beşşar Esed de, kardeşi Mâhir’e bunca cinayetleri işlettikten sonra safra olarak kullanıp sürgüne gönderebilir mi?

Babasının uygulamalarına bakılacak olursa, olmayacak şey değil..

Nitekim, Beşşar, bu son konuşmasında da, kontrolün kendisinde olmadığını, emirleri verenin başkaları olduğunu açıkça belirterek, Suriye Baas rejiminin işleyişini bilenlerin yorumladığı üzere, asıl sorumlunun kardeşi Mâhir’e olduğunu anlatmaya çalışmıştır.

*

Başarı ve nimetler lider’e; hata ve külfetler başkasına!

Burada karşımıza çıkan ilginç bir tablo da şu:

Yarım yüzyıldır sıkıyönetimle idare olunan ve 42 yıldır da Baas ideolojisi ve partisinin militan kadroları ve de yüzde 10-12’lik bir azlığı oluşturan ve Nusayrîler diye isimlendirilen bir inanç kesimi içinden çıkıp, rejimin bütün temel kurumlarında bu azlık grubuna dayanan Esed Khanedânı’nın genel çizgisi, bizdeki kemalistlerin mentalitesiyle aynîlik gösteriyor..

Bu, M. Kemal ve sonra da takibçilerinin kendi üzerlerine hiçbir sorumluluk almayışları gibi bir uslûb.. Başarılar, övgüler, nimetler lider’e; hatalar, yanlışlar ve külfetler de başkalarına..

Bu, son Dersim tartışmalarında da bir daha ortaya çıkmadı mı?

*

Durum bu iken, müslüman camia içinde etkinlikleriyle bilinen bazı arkadaşların Suriye’deki gelişmeler üzerine ve de sırf, İran, Suriye’yi desteklediği için, Beşşar Esed’i -desteklemediklerini iddia ederek- desteklemeleri tuhaf bir tablo çıkarıyor ortaya..

Halbuki, bizzat Beşşar bile, o korkunç cinayetleri üstlenemiyor ve kendisinin sorumlu olmadığını iddia ediyor..

Yine ilgi çekicidir, arab beldelerindeki halk hareketlerini, inqılabçı halk hareketleri olarak İran toplumu da desteklerken, Suriye’deki korkunç cinayetler üzerinde, İran medyasında neredeyse, bu haber ve hadiselere dair müstakil tek bir yorumun bile olmaması ve sadece Suriye rejiminin izahlarına göre açıklamalara ağırlık verilmesi ve Suriye’deki Beşşar karşıtı kitleleri ‘emperyalist propaganda odaklarınca aldatılmış kitleler’ olarak nitelemeleri şaşırtıcıdır..

Bütün bunlar da, İran’ın stratejik gerekçelerine göre yapılıyor..

Problem de burada başlıyor..

Ve bu konuda, bizim toplumumuzdaki tartışmalar, İran’dakinden daha bir canlı ve ateşli..  

Ama, tarafların birbirine bakışlarındaki değerlendirmenin ölçüsünü, kriterini anlamak, giderek zorlaşıyor..

Denilen de genel olarak, İran ne yaparsa doğru ve haklıdır  ve onun kararlarına kayıdsız -şartsız bağlılık gösterilmelidir anlayışı..

Pekiy, yanlış yapılması imkan ve ihtimali yok mudur?  Her ne yapılırsa, mutlaka doğrudur demek ne kadar sağlıklı bir bağlılıktır?

Halbuki, nicelerimiz, İslam’ın ilk yıllarından örnekler veririz.. Resul-i Ekrem (S)’e bile, Hudeybiye Musalehesi sırasında, ‘Biz sulh için değil; savaş için bey’at etmiştik..’ denilebildiğini ve Yüce Peygamber’in onlara nasıl ikna edici karşılık verişini anlatırız..

Keza, Hz. Ömer’e, ‘Hayır, öyle değil..’ diye itiraz eden bir kadına, ‘Sen mi biliyorsun, Ömer mi?’ denilmesi üzerine, Hz. Ömer’in itirazcıları susturup, kadını dinlediğini ve sonra da ‘Bu hanım haklı..’ deyişini..

Beşşar bile kendi rejiminin sorumluluğunu kabullenemezken,  onun bazılarınca alkışlanmasına ne demeli?

Evet, böyleyken, Suriye değerlendirilirken, İran her ne yaparsa yapsın, doğru yapıyor gibi bir yaklaşım, ne kadar sağlıklı bir tartışma zemini oluşturabilir? 

İranlı yetkililer, kendi hedef ve stratejilerine göre kendi tavrını doğru yaptığına inanıyor olabilir.. Ama, bunları adâlet, hak-hukuk, insaf  gibi temel kriterlere göre ölçülmesi gerektiğine dair görüşler ileri sürülünce, hemen, emperyalistlerle ağız ve görüş birliğine mi girilmiş olunacaktır?

Bu gibi durumlarda kullanılan bir arguman da hemen şu oluyor: Efendim,  halkına zulmeden, sadece Suriye rejimi mi? Meselâ, niye Suûdî rejimine karşı çıkmıyorsunuz?

İlk planda insanları susturacak çapta bir karşı savunma tarzı..

Ama, Allah aşkına, Suûdî rejiminin tahakkümü altında yaşayan müslüman halk qıyâm etti ve Suûd rejimi güçleri tarafından kitleler halinde öldürüldüğünün feryadları, haberleri ve filmleri dünyaya yansıdı da mı, onun zulmüne sessiz kalınıyor?

Bu gibi konularda dışardailerin tavır belirlemeleri, ancak dünyaya yansıyan toplu itiraz ve protesto gösterilerinden sonra olabilmektedir, günümüzde genelde riayet olunan uluslararası hukuk ve diplomasi kurallarına göre.. Aksi halde bir başka ülkenin iç işlerine karışmak  ve hattâ fitne çıkarmak sayılmaktadır, ortaya konulan tepkiler..

*

Evet,  İran’ın -stratejik- tercihleri dolayısiyle Suriye’yi destekledi diye, bazı arkadaşlarımız, Beşşar Esed’i bile televizyonlarda bile birer uluslararası strateji uzmanı edâsıyla öylesine savunuyorlar ki.. Şaşırmamak elde değil.. Halbuki, buyrunuz, şimdi bizzat Beşşar bile, kendilerinin, halkın hür iradesiyle oluşmuş bir yönetim tarzına sahib olmadıklarını, bir diktatörlük rejimi olduğunu zımnen kabulleniyor..  

Bunu anlamak zor da değildi.. Çünkü, ülkedeki bütün sosyo-politik faaliyetlerin, Baas Partisi’nin öncülüğünde ve şemsiyesi altında olacağı’na dair, Suriye Anayasası’nın 8. maddesi hâlâ da duruyor. Bizdeki anayasaya ‘değiştirilmesinin teklif bile edilemiyeceği’ gibi kayıtlarla konulmuş ve jakoben/ tepeden inmeci dayatmalar manzûmesi olan kemalist ilke ve devrimleri koruyan maddeler misali..

Bu hükmün değiştirilmesi kendisine teklif edildiği zaman, ‘Bunu yapamayız..’  diyen de Beşşar’ın kendisidir.. Ve amma, yapabileceklerini, hiçbir organdan izin almaya gerek duymaksızın, ‘kral gibi bir cumhurbaşkanı’ sıfatıyla, bir kanun çıkarmakla yapabilen de kendisi.. Yeter ki irade eylesin..

Böyleyken bazı arkadaşlar, Suriye’den yapması beklenen kanunî değişikliklerin öyle birkaç gün içinde olamıyacağını, başka ülkeleri örnek göstererek iddia edebilmekteler, ‘bu gibi temel değişiklikler öyle üç-beş ayda mı yapılabiliyor?’ diye..  Halbuki, Beşşar, yapmak istediğinde, başka ülkelerdeki gibi parlamento süzgeçlerine takılmak gibi problemle karşı karşıya değil..  Tıpkı M. Kemal’in istediği zaman, hattâ İsmet Paşa’yı bile bir işaretle  azledip, yerine Celal Bayar’ı getirivermesi  ve bütün bunlara daha sonra sözde Meclis’te kanunî kılıflar geçirtmesi gibi oldu-bitti imkanlarına sahib..

Babasından kalan diktatörlük sistemi, elini olabildiğince açık tutuyor..  

Böyleyken, Beşşar Esed’in bile sahib çıkamadığı ve binlerce insanın öldürülmesi şeklindeki cinayetlerin bir takım stratejik gerekçeler adına yok sayılmaya veya acaib te’villerle önemsiz gösterilmeye bile kalkışılmasını ve Suriye’nin içinde bulunduğu özel şartların da gözönünde bulundurulması gerektiğinden söz edilmesini anlamak insanın, idrakini ve bütün hassasiyetlerini nadasa almasını gerektirmektedir.. 

Her şey kendi özel ve o anda içinde bulunulan şartlara göre değerlendirilecek olursa.. Kimse ayranım ekşi demiyeceğine ve kendisini haklılık mevkıinde göreceğine /göstereceğine göre, herkes de işlediği her türlü cinayeti mâzur gösterebilecek bir duruma gelebilir.. Hayattaki gelişmeler, kişilerin ve toplumların, rejimlerin içinde bulunduğu özel şartlara göre değerlendirilecek olur da adâletin, hakk-hukuk anlayışının, vicdanın temel ölçüleri esas alınmazsa, mâzur görülemiyecek hiç kimse kalmaz dünyada..

*

İran gücünü başka alanlarda gurur verici şekilde isbatlarken..

Bu gelişmeler olurken, İran’dan gelen bir haber son derece önemli..

Amerikan teknolojisinin gurur âbidesi sayılan bir ‘insansız ve radara gözükmeyen casus uçağının, İran’da düşürüldüğü’  iddiası günlerdir dünya haber merkezlerini ve kamuoyunu meşgul ediyordu..

Bu hususta İran makamları, kesin açıklamalar yapmaktan günlerce kaçındılar ve aynı şekilde Amerikan çevreleri de suskunluğu tercih ettiler.. Ama, sonunda İran makamları konuyla ilgili görüntüleri yayınlayınca, Amerika’ya, durumu kabullenmekten başka bir şey kalmadı..

İİC makamlarının yaptığı açıklamanın platformuna dikkat ettim.. Yukarıda, ‘Allah’u Ekber’li ve ‘Lailaleillallah’lı İİC bayrağı, bayrağın iki tarafında, (merhûm) İmam Khomeynî ve şimdiki İnqılab Rehberi Khameneî’nin fotoğrafları..

Daha alt tarafta, ‘Merg ber Amerika..(Amerika’ya ölüm!) yazısı..

Ve sonra sözkonusu uçak..

Uçağın bulunduğu yüksekliğin altında ise, Amerikan bayrağı.. Ama, Amerikan bayrağındaki yıldızlar kısmında  insan kelleleri!.

İki tarafta ise, birer farsça cümle.. ‘Mâ, Amerika râ zîr-i pâ miguzarîm../ Biz Amerika’yı ayaklarımızın altına alıyoruz..’ ; diğer yanda ise, (Amerika hiç galetî nemitevaned bekoned!.. / Amerika hiç bir halt edemez!..) cümlesi.. Bu cümlenin, Amerika’nın Tahran’daki Büyükelçiliği Kasım-1979 başında öğrenciler tarafından kuşatılıp işgal edildikten sonra, Amerika’nın İran’a saldıracağı  şeklindeki tehdidler üzerine, İmam Khomeynî’nin o zaman söylediği ünlü cümle olduğunu hatırlayalım..

Sözkonusu uçakla ilgili açıklamayı yapan ise, ilginç bir isim..

Geçtiğimiz günlerde, ‘İran’a bir Amerikan saldırısı halinde Türkiye’deki Amerikan füze radar üslerini ve diğer Amerikan üsslerini vuracaklarını’ söyleyen İnqılab Muhafızları / Pasdarlar Ordusu’nun Havacılık ve Fezâ İşl. Kom. General Hacızâde..

General Hacızâde, ‘Allah’ın inayetiyle..’ başarıldığını bildirdiği açıklamasında, uçak hakkında gerekli bilgileri veriyor..

Radara gözükmeyen, bu insansız uçaklar Amerika ve Afganistan’daki Feza merkezlerinden idare ediliyordu ve İran’ın doğusunda, İran hava sahasına girdiğinde, tamamiyle elektronik müdahalelerle ve ciddî bir hasar meydana getirilmeden yere indirilmişti ve de Hacızâde’nin verdiği bilgilere göre, uçağın içinde son derece gelişmiş yüksek teknoloji ürünü istihbarat cihazları, radarlar ve dürbinler, vs. bulunuyordu, bu uçakla aynı zamanda yerkürenin belli kesimlerinin -deyim yerindeyse- röntgeni de çekiliyordu..

Şimdi ,öyle bir uçağın, vurularak değil de, elektronik tuzak yöntemleriyle indirilebilmiş olması, İran açısından son derece büyük bir başarıdır ve bunu yapabilmek, İran’ın bu alanda ne kadar geliştiğini göstermesi bakımından ilgi çekicidir; ve sadece İranlılar için değil, nice müslüman toplumlar için de herhalde gurur verici bir gelişmedir.. Bu gelişmeden dolayı memnun olmayacak ve şuûru bulanmamış müslüman çıkabilir denilebilir mi?

İran’ı dünya çapında güçlü kılan ve kılacak olan işte bu gibi gelişmelerdir.. Böyle bir İran’ın, stratejik gereklilik adına diyerek Suriye gibi bir diktatörlük rejimini ayakta tutmak için, kendisini dünya müslümanlarının büyük bir kısmı karşısında anlaşılamaz noktaya sürükleyen dışsiyaset manevraları anlaşılır değildir.. Bu konuda, stratejik gerekçeler her ne olursa olsun, İran’ın kendi ayağına kurşun sıktığının görülmesi umulur..

İran’ın Suriye konusunda, en azından sessiz kalması ve Suriye’yle irtibatının belli kadrolarla değil, Suriye halkıyla olduğunu ve Suriye halkının temsilcileri arasında bir tercih yapmak durumunda olamıyacağını hiç değilse bundan sonra açıklaması, boş bir beklenti midir?

*

Stratejik gerekçelerle zâlimlere destek verenler de bilir ki, ‘def-i mefâsid, celb-i menafîden evlâ’dır..

Böyleyken.. Müslüman camia içindeki çalışmalarıyla bilinen bir kısım arkadaşlar ısrarla, Beşşar Esed’in Baas rejimine destek vermenin gerekliliğini mâzur gösterebilmek için, İİC. makamlarının bile aklına gelmeyen veya diline getirmediği gerekçeler üretiyorlar..

Efendim, siyonist İsrail rejimine karşı oluşturulmuş bulunan ‘direniş cebhesi’nde bir gedik açılırmış..

En fazla dayandıkları arguman, böyle bir otorite boşluğunun oluşacağı korkusu..  

Bir defa, Mecelle’nin meşhur kuralını hatırlayacak olsak..

‘Def’i mefâsid, celb-i menâfî’den evlâ’dır..’  (Fesadlıkların def’i, bertaraf edilmesi,  menfaatin elde edilmesi çabasından daha önceliklidir..)

Suriye’de müslüman halka yarım asırdır kan kusturmakta olan bir diktatörlük rejiminin bertaraf edilmesi, herşeyden önce gelmeli değil midir? Ama, o zaman da, bu arkadaşlar yine mantıklarını ters istikamette çalıştırıp, ‘biz de def’i mefâsid için öyle bir tutum izliyoruz..’  diyebilmektedirler..

Tarafgirlik sınır tanımaz bir şekilde bize bir kez tahakküm etmeye başladı mı, böyle kendimizi güç ve gülünç duruma düşüren mantık çarpıklıklarına bile, mantık adına tutunabiliriz, işte..

Halbuki, Beşşar Esed, Amerikan televizyonu karşısında, kendisini sorumsuz göstermeye çalışırken, daha geçenlerde, tıpkı Gaddafî gibi ‘Ölünceye kadar savaşırım..’ diye, konuşmaya başlayınca; Tayyîb Erdoğan, ‘Kiminle savaşacaksın ve savaşıyorsun? Kendi halkınla mı? Ölünceye kadar savaşacak idiysen, senin ülkenin 44 yıldır işgal altında bulunan Golan Tepeleri’ni kurtarmak için niye savaşmadın?’  hatırlatmasında bulunduğunda, haksız mıydı?

*

Bazıları da, Tayyîb Erdoğan’ın Esed’i eleştirirken kullandığı ifadeleri Tayyib Erdoğan’a geri çeviriyorlar ve ‘Sen de kendi halkına karşı silah kullanmıyor musun?’ diyorlar..

Burada, silahlı mücadele verenlere karşı silah kullanılması ile sivil halk kitlelerine karşı silah kullanılması, ya zihin bulanıklığından, ya da kurnazlıktan dolayı karıştırılıyor..  

Bu bakımdan, Tayyîb Erdoğan’ın bugün başbakanlığını üstlendiği rejimin güçleri, bir takım silahlı terör odaklarına, silahlı mafia yapılanmalarına karşı fizikî açıdan öldürücü silahlarla mukabelede bulunuyorsa..

Bundan şaşılacak bir durum yoktur..

Suriye’de de durum böyleyse.. O zaman buna da itiraz edilemez..

Ama Suriye’de şu son 10 aydır olup bitenler, -silah kullananlar olduğu bahane edilerek- halk kitlelerinin, evlerinin, şehirlerinin topyekûn imha olunması, ezilip geçilmesi gibi bir kemalist yöntem uygulamasının tekrarıdır; Dersim’deki gibi..

Acı olan; İslamî kimlikleri bilinen bazı kimselerin bile, İran’ın stratejik hesabları adına takib ettiği siyaseti desteklerken, kendileri gibi düşünmeyenleri emperyalizmin oyununa gelmekle suçlamaları..

Efendim, Suriye’deki diktatörlük rejimi yıkılırsa, bundan emperyalistler faydalanırlarmış..

Bugün bu gibi stratejik değerlendirmelerle zulme arka çıkanlarımız, yarınlarda, Suriye’de de, Tûnus, Fas ve Mısır ve hattâ Yemen’de olduğu gibi, halk kitlelerinin daha çok İslamî eğilimli grupları seçmek gibi bir noktaya gelebileceğini neye dayanarak ihtimal dışı görüyorlar?

Halbuki, Suriye’de de müslüman halkın, ona yarım yüzyıldır tahakküm eden diktatörlük rejimi bertaraf edilecek veya biraz zencirler biraz gevşetilecek olursa, o zaman, en fazla da kendi kimliğine doğru (80 yıllık kemalist-laik Türkiye’de de olduğu gibi) yönelme arzusu sergileyeceğini tahmin etmek, bir ütopya sanılmamalıdır..

Nitekim, Fas’daki seçimlerden, Tunus’a, Mısır’a ve Yemen’e kadar her yerde, İslamî eğilimli siyasî yapılanmalar önde.. Ve oralardaki bu gelişmeleri inqılabçı gelişmeler ve o halkları da ‘inqılabçı halklar’  diye alkışlayan bir İran, sıra Suriye’ye gelince, oradaki muhalif göstericileri, emperyalistlerin aldattığı kitleler olarak suçlayabiliyor..

Anlaşılması zor olan nokta, işte burası..

Elbette bu sözlerden, Suriye veya diğerlerinde ‘emperyalistlerin bir oyunu yoktur..’ demek mânası çıkarılmamalıdır.. Ama, emperyalistlerin oyunu diye diye zulüm düzenlerine alkış tutmak ve destek vermenin neresi mâkûl? Ve biz müslümanlar gücümüzü hak ve adâlet ölçülerimizden mi almalıyız; yoksa,  hak ve adâlet ölçülerimizi güce göre mi şekillendirmeliyiz?  

YAZIYA YORUM KAT

52 Yorum