Zere, Durmaz ve Haberal: Hukuk, Vicdan, Adalet ve Ahiret

BAHADIR KURBANOĞLU

Güler Zere 5 Mayıs 2010 günü kanserden vefat etmişti. Yaklaşık iki ay sonra aynı hastalıktan Cahit Durmaz da. Her ikisi de cezaevi şartlarında kanser olmuşlar, Zere son günlerinde Abdullah Gül'ün izniyle tahliye edilmiş; kendi tabiriyle "dışarıda ölme hakkına" kavuşmuştu. Tahliye edildikten sonra yazdığı mektupta şu gerçeklere vurgu yapıyordu:

"Geç bırakıldım. Beni ölümün kıyısına getirip öyle bıraktılar. Yaşam hakkım gasp edildi. 'Dışarıda ölme hakkı' verildi. Bunu da unutmayacağım. Henüz içeride hasta tutsaklar var. Hala tecrit var. Ki tecridin ta kendisidir ölüm."

Cahit Durmaz, hastalığının baş gösterdiği günlerde çok defa revire ve hastaneye gönderilmişti. "Karın ağrısı", "Gaz sıkışması" diyerek doktorların umarsızca bir-iki ilaç yazıp cezaevine gönderdikleri Durmaz, geç gelen teşhisin bedelini hayatıyla ödemişti. Üstelik hastalık teşhisi konduktan sonra da tahliye olamadı. Göz göre göre mezara kondu.

Durmaz'ın eşinin haklı isyanı hala kulaklarımızda: "Eşimi devlet öldürdü!"

Durmaz da bir mektup yazmıştı son günlerinde. O da uğradığı vurdumduymazlık, umarsızlık, görevi kötüye kullanma ve mağduriyetleri dile getirmişti.

Ne Zere'nin ne de Durmaz'ın avukatlarının gücü onları tahliye etmeye yetmedi. Dışarıdaki sevenlerini düşündüğümüzde, örgütlü güçleri de tanıdık doktorlar vasıtasıyla gerçek hastalıkları için raporlar hazırlayıp, tahliyelerini sağlayıp dışarıda tedavi olabilmelerine güç yetiremedi. İkisi de onlarca, belki daha fazla hikayenin bizlere yansıyan iki yüzü olarak bu dünyadan göçüp gittiler.

Onların tahliyesini engelleyen, hastalıklarının gerçek teşhislerini bile umursamayan kanun, tüzük ve yönetmelikler vicdanların üzerinde iş görmekle kalmayıp, akibetleri hakkında da fermanı çoktan vermişti. Cezaevlerinin şartları, tecritler, hastalıklar hepsi bu ülkenin gerçekleri idi. Ve kanunlar bu gerçeklerin üzerine inşa edilmişti.

Aynı kanunların Haberal gibiler için de varolduğunu varsaymamız isteniyor 12 Eylül anayasasında "hukuk devleti" olarak nitelenen bu sistemde. Bir anlık öyle varsayıyoruz; bu ülkenin makus talihinin altında ezilmiş, tarihi dönemeçlerde inim inim inletilmiş evlatlarının, bu ülkenin gerçek insanlarının, gerçek mahkumlarının ve cezaevi şartlarında hastalanarak tahliyesine izin verilmeden bu ülkeden ve bu dünyadan, sevdiklerinden kopup giden gerçek insanların yaşadığı coğrafyayı. Havasını merhametle soluduğu, hayatını iyiliğine, hayrına, geleceğinin inşasına adadığı, mütevazi yaşamların içinden gelip omuzlarına yüklenen ağır sorumlulukların bedellerini ödeyerek göçüp gittikleri bu ülkenin insanları. Onlar da Haberallar gibi aynı kanunların, aynı tüzük ve beyannamelerin muhatapları değiller miydi?

21 ay gibi uzun bir süredir, medyadan izlemekte bile zorlandığımız "hastalıkları", "kalp ritim bozuklukları",  "tansiyon dalgalanmaları", yandaş doktorların ve avukatların uğraşlarıyla hazırlanan raporlar vesilesiyle cezaevine girmekten kurtulmanın sinematografik bir hikayesini oluşturmakta Mehmet Haberal'in durumu. Senaryosunu birileri yazmaya kalksa, "şu süreci filme çekelim" dese acaba ne kadar başarılı olabilirlerdi ayrıntıları ve ince detaylarla süslü operasyonları beyaz perdeye aktarmakta, bunu düşünmeyi yapımcılara bırakalım.

Aynu "hukuk devleti"nde birileri gerçek hastalıkların pençesinde cezaevlerinden haklı tahliyelerin yolunu bulamazken; "Acaba ne zaman ölecek?" dedirten bir sürecin içinden geçen Haberal ve Gata müdavimlerinin yürürlükte olan aynı kanunlar vesilesiyle bir türlü cezaevine konamayışları ya da ara tahliyelerle cezaeviyle hastaneler arasında mekik dokuyuşları ne kadar da manidar değil mi?

Bir yanda kanser tedavisi için bile dışarı çıkamayanlar, diğer yanda tansiyonu çıktığı için içeriye konamayanlar. Birinde hangi kanun ve yönetmeliklerin yorumlarından sadır olduğu bilinmeyen, yürekleri, vicdanları parçalayan bir adaletsizlik girdabı; diğerinde mirasyedi bir bürokrasinin işlettiği çok açık olan, örgütlü bir siyasal süreç. Bir yanda avukat ve doktor ordusuyla sanal hastalık, mazeret ve bahaneleri kanunların boşluklarına yamayıp sonuç alabilenler, diğer tarafta hem kanunların hem de taş kalplerin orta yerinden yarılması gereken bir süreci tersinden işletip onlarca, yüzlerce mağduriyetin hesabını verememekten korkmayanlar. 

Bir tarafta konumları dolayısıyla tutukluluk hallerinin son verilmesi, kendilerine güvenilmesi, kaçma, delil karartma şüphelerinden beri kılınması talep edilip, haklarında işletildiği iddia edilen gayr-ı hukuki süreçlerden dolayı bütün bir ülke insanının yas tutması gerektiğini düşünenler; diğer tarafta yas tutmanın, mevlit okutmanın bile "terörle", "örgüt bağlantısı" ile illiyeti kurulup gerçek hastalıklarında dahi cezalarını fazlasıyla çekmeleri gerektiği düşünülenler.

"TC bir hukuk devleti midir?"; "Kanunlar herkese eşit düzeyde uygulanıp, herkes için aynı şekilde mi yorumlanmaktadır?"; "Cezaevleri bazı insanlar için sadece cezalarını çekmeleri gereken değil de, aslında ölmeden mezara kondukları yerler midir?" gibi cevabı basit ve indirgemelere müsait sorulara cevap aramak değil niyetimiz! Adaletsizlikleri görmek için dürbüne ya da teleskopa ihtiyacımız yok! Hele ki bu ülkede. Hele ki zaten yüz yıldır adaletsizlikler üzerine bina edilmiş bir paradigmaya mahkum edilmeye rıza göstermeyenlerin, devlet zihniyetine ve pratiklerine itiraz ettikleri için ölmeden mezara konmaları ya da yaşarken parya muamelesi görmelerinin "meşru" ve "hukuki" görüldüğü bu ülkede. Amacımız şu basit soruya ölmeden önce cevap vermeleri gerekenleri, umulur ki öğüt alırlar duasıyla uyarabilmek:

"İnsanlar arasında adaletle hükmedemeyenler ve kanunları -güçleri sayesinde- kendilerini koruyup kollamanın aracı kılanlar, ahirette nasıl bir mahkemede muhakeme olacaklarını hiç düşündüler mi?"