Yunanistan: Abartılmış hak, haksızlıktır

Yunan polisinin 15 yaşındaki bir genci öldürmesiyle patlayan ve dünyanın baş sırasına yerleşecek kadar büyüyen şiddet dalgası, elbette bizde de yankı buldu. Buldu ama, "adamlar yapıyor abi" kompleksimizi bir kez daha şahlandırarak. Bu kez Batı'da görüp de öykündüğümüz, teknolojik gelişmeler ya da oturup kalkma adabı değildi, bir toplumun demokrasi talebi adı altındaki isyan potansiyeli ve şekliydi.

Gördüğü her toplumsal eylemi sınıfsal çatışmalara, ceberrut devlete bağlayan (gerçi bizimkiler ayarı kaçmış şekilde devletçi, o ayrı), ama bu arada kapitalist konforlarından asla taviz vermeyip, 'solcu'luğunu imtihandan geçirmeyi aklından bile geçirmeyen solcularımız, bu eylemleri sevinç tezahüratları eşliğinde karşılayarak bayat ezberlerini yeniden dillendirme şansı buldu: "Yunanistan bile bir kişi yüzünden ayağa kalktı, son birkaç yılda polis şiddeti yüzünden hayatını kaybetmiş 30 küsur insana rağmen biz yatıyoruz, uyuyoruz" felan gibi cümlelerle.

Bana kalırsa, sadece dindarlara değil, solcuyum diyene de ödediği bedel miktarınca samimiyet testi gerekiyor. Yani Yunanistan'da ortaokul ve lise öğrencilerinin karakol, valilik ve devlet dairelerine saldırması birilerinin tandansını okşayabilir. Ama aynı işyerleri, dükkanlar, otomobiller, devlet daireleri ve bankalar Türkiye'de yağmalanmış olsa, "gösterişli iş-büyük para-proje evlilik" sacayağıyla yedi göbek torununun geleceğini garanti altına almaya ahdetmiş "solcu"ların yüzü, şimdi olduğu kadar gülebilir miydi, emin değilim çünkü.

Velev ki; balkondan polisin kafasına saksı atan Yunanlılar tahrip eylemlerine Nazım Hikmet'in "Sen yanmasan, ben yanmasam, biz yanmasak nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa" dizelerini katık ediyor olsun. Üzgünüm, ölerek Yunanistan'daki bombayı ateşleyen genç, "eşitlik" başlıklı sol jargon içinden çıkacak bir cümle için fazla zengin bir ailenin çocuğuymuş. "Kapitalizme ekonomik kriz bizim yerimize bir gol atmıştı, bu ikinci zaferimiz" durumu yok yani ortada.

Gerçi, el hak demek ve ilkönce teslim etmek gerekir ki; bizim de "Türkiye polis şiddetinden arınmış huzur ve güven ülkesidir" deme lüksümüz hiç olmadı. En yakın örnek olarak aktivist-sanatçı Mehmet Atak, daha geçtiğimiz günlerde polise kimlik sorduğu için gözaltına alındı, alınmakla kalmadı bir de Valilik İnsan Hakları İl Kurulu'na suç duyurusunda bulunduğu için hakkında TCK 318'den dava açıldı. Bu tür vakalar daha çok, ama bu ülkede polis kurşunuyla ölenler de oldu. Her şeyden önce suçlu olanla olmayan vatandaşı ayırt edemeyen bir asayiş teşkilatı, bırakın AB uyum yasalarını, demokrasi kazanımlarını filan insaniyet mahkemesi önünde kabahatlidir ve vicdanlarda hüküm giymesi mukadderdir. Dolayısıyla "Bizde asayiş süperdir, kırıntısı döküntüsü hiç yoktur" diyecek değilim.

Ama işte, Yunanistan da azap verici bir polis baskısıyla inleyen bir ülke değil. Herkül Milas'ın Zaman Gazetesi'nde gayet net şekilde yorumladığı üzere; Yunanistan üniversiteler gibi polisin içeri adım bile atamadığı "kurtarılmış bölge"leri olan bir ülke. Hem, polis birini haksız yere öldürdü diye infial olacak olsaydı; iki yıl önce; İngiltere'de polisin dur ihtarına uymadığı için canından olan Brezilyalı Jean Charles de Menezes'in ölümü karşısında, durumun uluslararası keyfiyeti açısından tüm dünyanın, en azından Brezilya'nın ayağa kalkması gerekmez miydi? Blair maytap geçer gibi polisi haklı bulmuştu.

Hadi buna 11 Eylül paranoyasıdır, akıldışı ortamlar manyaklıkları meşrulaştırır deyip geçelim; ABD polisinin kendi vatandaşını "macera tadında" kovaladığı, bazen pat diye yere serdiği sahneler günaşırı haberlere düşmüyor mu? Kesmediyse suratsız Alman polisinin "varlığı yeter" nanemollalığı var sırada. Almanya'da yaşamayan bendenizin, Alman polisinden korkmama ne demeli?

Sanırım Yunanistan'ın meselesi polis dozaşımı değil. Dolayısıyla bu durum, kıyas götürür cinsten değil. Kaldı ki şunu da düşünmüyor değilim: Türkiye demokrasinin fasılasız 10 yıl yurt sathında kalması gibi; cuntacıların zamanın değiştiğini anlayıp kovuğuna çekilmesi gibi 'aşamalar' kaydetmiş bir ülke mi ki, "insan hakları ve asayiş" bahisleri açıyoruz. Ergenekon darbecileriyle uğraşıyoruz hala, Veli Küçük bile, Cumhuriyet binasına neden bomba attığını açıklamadı daha. Yani bu, biraz da demokrasinin neresine gelebildiğimizle ilgili değil mi? Eğri oturup, doğru konuşmak gerekmez mi?

Yunanistan'a dönelim: Darbeyi en son '67-'74 yılları arasında görmüş olan Yunanistan'ın; (Türkiye gibi "yalama" olmadığından) bu travmayı atlatamadığını ve sivilliğin aşırı yüceltildiğini söyleyen Herkül Milas'ın açıklaması elimizdeki tek geçerli gerekçeye benziyor. Cunta döneminin ardından kendine özgü bir sol ideoloji izleyen Pasok ve sonraki hükümetler döneminde antidemokratik damgası yememek için, gençlere verilen hakların abartılması, demokratik metotlarla değil şiddetle iş gören suçlulara hesap sorulmaması, toplu her harekete fetiş muamelesi çekilmesi…

Sonuç: Yağma, kaos, talan, anarşi.

Özgürlüğü, ancak "devletin lutfettiği miktarda" yaşayabilen bu topraklarda, bu cümle kulağa garip geliyor, insan kurduğu cümleye yabancılaşıyor ama özgürlüğün bile fazlası zarar olabiliyor işte. Sınırsızlık, düzene ve ötekine zarar vermeyecek bir sınırlılığa delil oluyor. Suçsuzu, suça yaptırım varediyor. Tıpkı farklılıkları dikkate almayan bir eşitlik anlayışının adil olmadığı gibi.

Belki Amerikan polisi de sertliğini vatandaşa verilen özgürlükten alıyordur…

YENİ ŞAFAK