Yolda “kefen modası” var

Yavuz Bahadıroğlu

Biliyorsunuz, Âlişan Efendimiz’den önce kadın alınıp satılan, horlanıp aşağılanan, hiçbir hakkı olmayan, hatta bir kısmı “ihtiyaç fazlası” sayılıp diri diri gömülen bir varlıkken, risaletten sonra erkeklerle eşitlenmiş, kadın, imanî ve Kur’anî boyutta yüceltilmiştir...

Böylece kadın üzerinden gerçekleşen “bozulma”, yine kadın üzerinden düzeltilmiştir...

Yani Efendimiz’in vahye dayalı olarak gerçekleştirdiği “Yürek İnkılâbı”nın özü “kadın”dır.

Şimdi “para” hatırına bu yoldan sapıp, kadını tekrar alınıp satılan, en azından kiralanarak podyuma atılan bir varlığa mı dönüştürüyoruz?

Biz bu yüzden “ehl-i dünya”ya kızmıyor muyduk?..

Kadının her anlamda istismarına karşı değil miydik?

Ayrıca “tesettür” değişmeyen kuralların ürünü, “moda” ise sürekli değişimin adıdır...

“Tesettür” dünya ötesi bir idrakin tercihi iken “moda” tümüyle “dünyacı” bir tercihtir.

Ne bileyim, bana hâlâ “tesettür modası” sözü, “kefen modası” kadar saçma sapan geliyor!..

O kadar itici, acıtıcı ve incitici buluyorum...

Zaten sıra da yavaş yavaş oraya geldi gibi gözüküyor. Daha önce de yazmıştım: Bu gidişle bazı “dindar” tüccarların, salt “çok para kazanma” kaygısıyla “moda”yı kefene de bulaştırmalarından korkulur!..

Gözlerinizin önüne getirebiliyor musunuz? Meşhur mankenlerimiz “modacı”nın tercihinden çıkma rengârenk kumaşlarından kefenler giymiş olarak podyuma çıkıyor. Boy boy tabutlardan oluşan bir dekorda yürüyerek “yılın kefen modası”nı tanıtıyorlar!

Tanınmış modacı eserlerini anlatıyor: “Bayanlar baylar, yakasız, dikişsiz ve cepsiz kefenlerimiz cesedinizi hem daha zayıf gösterecek, hem de çözülüp çürümenizi geciktireceğinden cildiniz daha az hırpalanacaktır!”

Neyse: Yaz modası, kış modası, bahar modası, bayan modası diye diye yola çıktık, “tesettür modası”na kadar geldik...

Bu yol “kefen modası”na kadar gider! Arkasından gelsin defileler, gelsin satışlar, gelsin paralar...

Hiç merak etmeyin: Biz bu kafayla, “tesettür defilesi”ne alıştığımız gibi “kefen defilesi”ne de alışırız!

Son zamanlarda, her şeye kolayca uyum ve kafa sallıyoruz nasılsa!..

Yalnız bir sorun var: Defilede izlediğimiz son moda kıyafetler içinde ölen birini sorgulamaya gelen sual melekleri acaba sorgulamaya nasıl başlarlar?

Çoğu vatandaşlarımız gibi, “moda”yı ömür boyu ıskalamış garibanlara sordukları “Rabbin kim?.. Nebin kim?..” (inşaallah doğru hatırlıyorum) diye mi soracaklar, yoksa “mevta”nın “moda” anlayışına uygun yeni sorular mı bulacaklar?

Mesela, “Rabbin kim?” yerine, “modacın kim?” gibi...

“Hangi dindensin?” sorusu yerine, “Hangi marka giyiyorsun” gibi...

Bazılarımız ancak böyle sorgulanırsak, yırtarız!

“Moda” doğru ve kalıcı olanın değil, geçici heveslerin adıdır. “Modanın modası” o kadar çabuk geçiyor ki, maceracı karakteriyle tanıdığımız yazar Oscar Wilde bile bu hız karşısında dayanamamış, “Moda denilen şey o kadar çirkindir ki, onu her altı ayda bir değiştirirler” deyivermişti.

Bu kadar hızlı bir değişkenliği, İslam gibi bir “ebedi”yetle yan yana yazmak bile abesle iştigal olsa gerektir. Ayrıca her din “ihtiyaç”tan doğar. Modanın karakterinde ise “ihtiyaç” değil, keyif ve aşırı tüketim hırsı yatmaktadır.

Eskiden (fukaralık günlerimizde) dindar Müslümanların, temel ihtiyaçlarla sınırlı, son derece sade, gösterişsiz bir hayat tarzları vardı. Ellerindekini paylaşır, dünya ötesi emellerin hizmetinde harcarlardı. Şimdi ise tam tersi bir hayat yaşıyoruz...

Anlaşılan “para”, cüzdanda durduğu gibi durmuyor. Şundan belli ki, paralandıkça hayat tarzımız değişti. Bizi “dünyacı=seküler” yaptı. Artık zengin dindarların da “moda”ları, “manken”leri, “defile”leri, “balayı”ları, beş (şimdi yedi yıldızlısı yapılıyor) yıldızlı otelleri, lüks tatil köyleri ve “tesettür mayo”ları var.

Eskiden, “takva”mızla değerlenirdik; artık “marka”mızla değerleniyoruz!

YENİ AKİT