Yeni Zelanda’daki Vahşete Buradan da Bakalım

BAHADIR KURBANOĞLU

Batılı kodlarla harmanlanmış bir devletin hukuki koruması altında olan Müslümanlar, caninin yaptığı canlı yayın eşliğinde bir vahşetin kurbanı oldular. Hem de kilise gibi, sinagog gibi bir kutsal mekanın, caminin içerisinde. Yani en masum, en sivil, en savunmasız halleriyle.

Dile kolay, onlarca kişi birkaç dakika içerisinde en temel haklardan olan yaşam hakkından koparıldılar. Haksız yere can verdiler. Çağlardan bu yana değişmeyen, dünyanın en masum mekanlarından birinde, kötülüğün, kötülüğe dair niyetlerin, kötülüğe dair araçların kapısından içeri girmemesi gereken Allah’ın evleri kana boyandı. Bir yönüyle böyle, diğer yönüyle şöyle: Asker, siyasetçi, casus, istihbaratçı, görevli gazeteci değillerdi. Mütecaviz, hırsız hiç değil. Daha büyük bir günahın ortağıydılar. Bir kimlikleri vardı! Dünyanın bir bölümünü ciddi manada tehdit eden (!) bir kimlik.  

Tüm dünya şimdi bu acıyı anladığını, hissettiğini göstermekle, teröre karşı ortak bir kaderin kurbanları olunduğu mesajını vermekle meşgul. Ortalama insanlar açısından anlaşılır, onaylanır bir durum. Hatta gerekli de. Bunca acıya garkolmuş bir dünyada keşke insanlar bu mesajları verebilmek, duygularını paylaşabilmek adına daha fazla bir araya gelebilse, acıları paylaşsa, tüm insanlığa gerekli mesajlar an be an verilebilse. Dünyanın neresinde olursa olsun, sırf kötülüğü engelleme, kötülük adına işleyen silahları susturma, trajedilere karşı elinden geldiğince birlik görüntüsü serdedebilse ve bu iyilik hareketi en ücra köşelere bile yayılabilse.

Hiç şüphesiz, bütün bunlara bir kırmızı çizgi çekebilmek ve Habilce tutumların bilinçli bir şekilde serdedilememesi için propaganda araçları durmaksızın çalışmakta. O propaganda araçlarının kadimden bu yana çağların derinliklerine yaslanan boyutları var maalesef. Sanki tüm dünya bugünden ziyade dünün hızla akan o kapsayıcı derinliği içerisinde yaşamakta. “Kimlikler” dediğimiz olgu, tüm rasyonel aşma felsefeleri/çabalarına karşın kendisini yeniden ortaya koymakta. Dönüp aynaya bakmadan, “ben nereden başlayabilirim” demeden derinlikli bir muhasebe yapabilmek mümkün değil.

Sarp Yokuşa Tırmanma Zorunluluğu…

Yakında olanı seviyoruz, uzağa ilişkin sarp yokuşa tırmanmaktan elbirliğiyle imtina ediyoruz adeta.

Hiç şüphesiz o caniyi ve şuuraltını inşa eden komplolar var. Ama o komploların bir dönem siyaset olarak uygulandığı dönemler de vaki. Haçlı seferlerinden kiliselerin bitmek tükenmek bilmeyen anti-propagandalarına eklenen sosyal darwinist ve materyalist görüşler ve bunların hayat bulduğu emperyalist saldırılar, dünya savaşları, faşist siyasetlere yol veren izmler ve dahası. Bunların bir avuç “dahi”nin kendi yüksek menfaatleri adına toplumları etkileme yoluyla oluşturdukları şuuraltı mekanizmaları olduğunu kodlamak ne kadar doğruysa, o toplumların da bu şuuraltından sıyrılmaya çalışma çabaları da bir gerçeklik. Çünkü hiçbir ideolojinin fıtratı kuşatma imkanı yok. Hele ki bunların zararları somut olarak tecrübe edildiğinde. Mızrağın çuvala sığmayan kısmı üzerinden insanlığa çareler sunma imkanlarını zorlamak ise bir sorumluluk. Başarılması zor olsa bile, başarılamasa bile bu yolda Habilce yürüme gayretleri göstermek yegane çözüm.

Canilikleri Vicdanlarda Filtreleme Kabiliyetinin Ortak Yönleri

Bireysel bir terör, canice bir eylemi herkes şimdilik nereden görmek istiyorsa oradan görmekle meşgul.

Evet Batı basınının önemli bölümü bildiğimiz türden bir hinlik içerisinde. Savcının başına silah dayayıp tetiğe basanların bunu yapma sebeplerini katilllere soran Cumhuriyet gazetesinin seviyesini yakalamaya az kaldı. “Terör” dememelerinin, “Cami saldırısı”yla yetinmelerinin bugüne dek inşa ettiklerinin boşa düşmemesi için, bugünlere ve toplumsal yönlendirmelere ilişkin propagandif sebepleri var.

Ortaklarıyla birlikte Suriye işgalinden bu yana nice camileri içindekilerle birlikte yakıp yıkan, bunlara okul ve hastaneleri eklemekten çekinmeyen Putin saldırıyı kınamış. Ama Putin’in bu eylemlilikleri ne canilikle değerlendirildi bugüne dek, ne de bu eyleme ilişkin tepkilerin binde biri gerçekleştirildi. Üstelik bu saldırıların da kimisi canlı yayın eşliğinde dünyanın gözleri önünde gerçekleşti. Yeni Zelanda canisi ile Putin arasındaki fark, zihniyet değil imkan ve güç farkıdır. Öte yandan, Afgan kardeşimiz o caniyi takip etmese, aracının camını kurşunu tükenmiş bir silahla kırıp onu kaçırmasa, korumaya çalıştığı diğer camide daha fazla katliam olması mümkündü. Şimdi o Afgan kardeşimizi haklı olarak kahraman ilan ettik. Zalime karşı gösterdiği cehd gayreti takdir ettik ama Putin ve ortaklarına karşı mücadele verenler hakkında şüpheler izhar etmekten, başımızın belası, olan bitenin sorumlusu gibi lanse etmekten hiç ar etmedik.

Olan bitene ilişkin Batı toplumlarının tepkisizliğinin onlarca sebebi konuşulabilir, lakin bizler açısından tepkisizliğin sebepleri üzerinde konuşmak öncelikli değil midir? O caninin eylem biçimi ve verdiği mesajlar “Haçlılık ve Türkiye merkezli tezleri” hatırlatıyor da, Putin canisinin yakıp yıktığı şehirler kasabalar neden benzer şeyleri hatırlatmıyor? Aynı minvalde, Türkiye’nin koruması altında olan İdlib’te sivillerin üzerine yağan yakıcı ateşlerin görülmesini engelleyen nedir? Yoksa aslında bunu da “beka meselemizin” bir unsuru olduğu için mi geçiştiriyoruz! Peki ama verilmesi gereken tepkilere lal kalmakla, menfaatlere dayalı ve güvenlikçi reflekslerle aşırı tepki (ve söylem) geliştirmek arasında verdiği zararlar bakımından bir fark var mı? Fiziki olarak da, ahlak terazisine vurulduğunda da!  

Bunlara tarihten de farklı örnekler eklemek mümkün. Mesela Suriye’de “el kaide başta olmak üzere yabancı istihbaratların tetikçileri var” teziyle, onları da Batı kaynaklı ilan edip, şeytani Batı’nın kucağına oturttuğunuzda vicdanınızı soğutabiliyorsanız, bu “soğutma biçimi” üzerine de bazı ezberleri bozmakta fayda yok mudur? Batı toplumları açısından mesele nasıl ki Bosna kasabının sadece Sırp milliyetçiliğinin ürünü olduğunu vehmederek, muktedirlerin meseleye kimlik düzeyinde nasıl yaklaştığının görülememesi örneğinde olduğu üzere, milliyetçilik ve faşizmi lanetleyip insani görevini yerine getirdiğini zannetmek bir yanılsama değil de nedir? (Üstelik Batılılar yine bu konuda yalnız değildir, Perinçekgiller’de olduğu gibi vahşeti ideolojik tezlerle, tersinden emperyalizm masallarıyla büyücülük vazifesini ifa edenlerimiz de olmuştur. Ve maalesef bu durum, uzağımızdaki Bosna açısından etkisiz kalsa da, yakınımızdaki Suriye ve Suriyeliler açısından hala etkilerini sürdürmektedir. Yeni Zelanda canisi gibi olanlardan ordular inşa etmiş olanların ideolojik yapısı da sadece “Haçlılar”dan değil, yoğunlukla içimizdeki seküler ulusalcı ve mezhepçilerden oluşmakta.)

Hamaseti Eleştirirken de Hamasete Düşmemek

Kimilerine göre yine merkezde Türkiye var. Mesajlar bireysel değil, üst akıl ürünü. Bu yüzden seçim atmosferinin hamasi iklimi için kullanışlı addetmekte bir sakınca yok. Bu tutum elbette sadece pragmatik değil, inanarak da serdedilen bir çaba. Tarihten tevarüs Haçlı Seferleri’nin, “Hakla-Batıl” savaşının bir uzantısı. Akıllı telefon savaşlarının istihbari yönüne dikkat çekmek de keşke sadece magazin unsuru olarak addedilse.

Bu tablo bizim seçim meydanlarında caninin mesajının tam da onun istediği tarzda yaygınlaştırma gafletimize engel olamıyor maalesef. Çünkü beka söylemi üzerinden daha büyük bir tehdidin resmini çizmeye ihtiyacımız var. Kaybedebileceklerimizi bu şekilde korumanın bize kaybettirdikleri üzerine düşünmenin ciddi manada zaman maliyeti var. Üstelik lüks oluşu da cabası. Önümde hazır ve görünür olan, çabuk elde edilenin kârı da o oranda. Üstelik kimlik siyasetinin kendimize ayna tutmak ve özeleştiri yapmaktan daha az maliyetli bir yönü var. “Siyaset tam da budur ve buna dönük işler” diyebiliriz elbette. Peki siyaset arenası dışında böylesi bir çabamız var mı, diye de düşünmek gerekmez mi?  

Bu, konsolidasyon nimetini elde tutmaya odaklı hamaset halini eleştirenlerin de haklı oldukları, ama o ölçüde de başka bir hamasete yelken açtıkları da bir vakıa. Evet, mezkur cani ve bağlı olduğunu düşündürten faşist siyasi çizgi sadece camilere ve Müslümanlara saldırmadı. Sinagog/yahudiler, solcu gençler, Sihler de hedef oldu. Dolayısıyla öncelikli olarak bu yükselen tehlikenin kodlarını doğru çözümlemek, hamasete prim vermemek önemli. Ama meselenin sadece bu yönüne dikkat çekip Türkiye merkezli komplolar, seçim merkezli suiistimaller ve beka söyleminin dayandığı dayanaksızlıklığa eleştiri getirmek de İslam dünyasının yüzyüze kaldığı gerçekleri diğerleriyle eşitleme gibi bir riski de barındırdığı görülebilmeli.

Körfez savaşından bu yana milyonlarla ifade edilen kitleler nice acılara, katliamlara maruz kalmışken, üstüne bir de bunlara verilen tepkilerin abartılı ve çarpıtılmış sunumlarıyla birlikte bir İslamofobi üretilmişken, tehdidin sadece Müslümanları değil, tüm insanlığı kapsadığı resmini ispata çalışmak da sinelerdeki yangını söndürmeye ne yeterli gelir, ne de bu gerçeklik atlanarak evrensel bir kaygı/empati üretebilmek mümkündür. Önce gerçeği tüm çıplaklığıyla masaya yatırmak gereklidir ki, buradan yola çıkarak sadra şifa, evrensel normlarla uyumlu, “ortak kelime” davetini içrek mesajlar dünyaya sunulabilsin.

Hele ki, “biz de kendi içimizden verdiğimiz yanlış mesajlara odaklanmalıyız, her coğrafyamızı kendi ellerimizle ürettiğimiz terör kaplamış durumda” gibi yaklaşımlar canlılığını korurken, yukarıdaki mantaliteye ilişkin sağlıklı akıl yürütmeler gerçekleştirmek, tutarlı vicdani adımlar atmak mümkün olmaz.

Aliya gibi savaşırken de insanlığa rol model olma çabası sergileyen bir kişiliğin bile “Müslümanlığı” üzerinden sorgulandığı kimliksel düşmanlık vasatına (yani propaganda mekanizmalarını elinde tutan, yeni saldırı mekanizmaları ve sebepleri üreten, Batılı küfrün zihin yapısına ve pratiklerine ilişkin sağlam veçhelerle) karşı durmadan üretilecek naif, hümanist söylemler de beklentileri karşılar düzeyde sadra şifa olmayacaktır!

Islah Edilmemiş Beka Kaygısından Ahlaki Meşruiyete…

Mesela İslamofobi, bir beka kaygısının ürünüdür. Emperyalizmin işgal ve katliam siyasetlerini meşrulaştıran nice beka söylemleri mevcuttur. Ahlakla, fıtratın yasalarıyla kavgalı, terbiye ve ıslah edilmemiş bir beka söyleminin haklı sebeplere dayansa da adaletsizlikler ve zulümler ürettiği görülebilmeli. Haklı tepkiler vermeniz gereken bir olguya karşı beka endişesiyle tepkisiz kaldığınızda da, gelişmelere güvenlik endişesiyle orantısız tepkiler verdiğinizde de durumun sonuç ve zihniyet olarak değişmediği görülebilmeli.  

Beka kaygılarımızda yalnız olmadığımız kesin. Beka kaygısı ile ahlaki düzlem arasındaki ince çizginin önemi üzerinde düşünebilmeliyiz. Öte yandan beka kaygısı taşıyan güçlünün, yalnızca beka kaygısına garkedilen güçsüz karşısında şansının az olduğunu da görmek gerekiyor. Buradaki çözümün ahlak-güç ilişkisi irtibatının doğru konumlandırılmasıyla gerçekleşeceği unutulmamalı.

Birilerine kendimizi doğru ifade etmeye çalışırken, o “biz”i de “biz”e anlatma çabasında zorlu bir yolculuğun içerisinde olduğumuz kavranabilmeli.

Coğrafya ortak kaderimiz olabilir. Ama değer merkezli kimliği belirleyen şey coğrafyadan ziyade, bilinç ve iradedir. (ki coğrafyanın da sadece jeopolitik olmadığı, üretilmiş jeokültürel değerler içeridiği unutulmamalıdır. Değerlerimiz jeokültürle mi yoksa evrensel normlarla mı tanımlanıp yaşamlaştırılacaktır sorusu önemlidir. İkisi de diyenlerimizin bile ikincisinin öncelikli olduğu gerçeğine gözlerini kapamaları mümkün değildir; hele ki kendilerini Müslüman olarak tanımlıyorlarsa)

Dolayısıyla sorunları “Kimlik” merkezli okuma çabası, değerlerle harmanlanmadığı müddetçe üretilmiş tarih, önyargılar, ezberler ve görünür çatışma ortamlarından beslenerek saptırıcı da olabilir.

Sonuç olarak “Biz”in sahip olması gereken ontolojik, epistemolojik ve ahlaki boyutun doğru konumlandırılması bizleri yüklerimizden de arındıracaktır. Tepkisel, hamasi olmaktan beri kılacak, derinlikli düşünme çabalarını, empatiyi, düşman bellediklerimizin propagandif eylemlilikleri yüzünden “öteki” bellediklerimiz içinden hakikati göremeyenlerin gözlerindeki perdeyi de aralamamızı beraberinde getirecektir. Hatta belki de o perdeler birlikte aralanmayı beklemektedir. “Ortak olan kelimelerle” düşünüp konuşmamızı sağlayacak vasatı oluşturma çabası değerlidir. Bunları kirleten akademisyenler, liderler, büyücüleri geriletme becerisi bizlerin elinde. Bunun için tek yapmamız gereken gerçeklerden kopmamak, gerçeklerden koparmaya çalışan kompartımanlardan/yüklerden sıyrılmaya çalışıp ahlaki olanın evrensel iklimine zihnimizi ve pratiklerimizi açmaktır.

Hamasete mahal vermemek kadar, bizim gerçekliğimizi görmekte zorlanan Batılı “ortak zihne” de şirin gözükme çabası içinde olmamak önemlidir.

Öte yandan beka kaygısını bizlerden daha başarılı olmak kaydıyla terbiye edebilmiş olanların da başarılarının hakkını verip onlardan alabileceklerimiz olduğunu görmek de çaba gerektiren işlerdendir.

Bize yönelik dışarıdan eleştirilerde, eleştirilenin ulusalcı-devletçi tepkilerimiz mi, hukuksuzluklarımız mı, yoksa İslami değerlerimiz mi olduğu ayrımlaştırılabilmeli; her eleştiri, kaynağına bakılarak def edilmeye çalışılmamalıdır.

İdeal Olanı da Hamasetle Değil İtidalle Savunmak…

Zalimlere verdiğimiz tepkilerin ideal olanını savunmakla birlikte, bu tepkilerin insanla ve o insanların birikimleriyle verildiği göz önünde bulundurulmalıdır. Hepsinden önemlisi de o insan unsurunun yaşadıklarıyla. Eleştirilebilecek tepkilerin, esas eleştiri merkezinde olması gereken zalimler ve onları besleyen ideolojilerden ari kılınmaması gerektiği gerçeğiyle de sınanmakta olduğumuz unutulmamalıdır. Zalimleri, ideolojilerini ve pratiklerini dışarıda bırakan eleştirinin sağlıklı olmadığı, gerçeklerden kopuk olduğu, sonuç verici de olmayacağı fıkhedilebilmelidir. Zalime, zalimliklerine ayna tutmadan, onların propagandalarına maruz kalanların da uyarılmasının bir fayda vermeyeceği görülebilmelidir. Böyle davranmak, özeleştiriden ziyade itirafçılığı, teslimiyeti, zilleti, irrasyonaliteyi, tersinden hamaseti ve çözümsüzlüğü besleyecektir.

Diğer taraftan eğitilmemiş, ıslah olmamış, ahlak terazisine vurulmamış, adaletten uzak parametreler içeren, salt coğrafya, tarih, kısa vadeli menfaatlere dayalı güvenlikçi bakış açısıyla serdedilen “Biz”ci, kimliksel duruşun da ya o “”biz”i biz olmaktan çıkaracağı, ıslaha mebni inşasını engelleyeceği, mazlumiyet ve mahkumiyet üzerinden üretilecek bir sapma olacağı da görülebilmelidir. Vahyi ve evrensel değerlerin uzağındaki bu milliyetçi “biz”in ne bize, ne de düşmanlık besleyenlerin propagandalarına maruz kalan kitlelere bir hayrının dokunmayacağı farkedilebilmelidir.      

Kısacası “Biz”i biz olduğumuz için savunagelen kimlikçi siyasetin bize de hayrı dokunmaz. Bizi biz yapan değerlerimizdir. O değerler varsa o “biz”in anlamı vardır. O halde o “biz”e de değerlerimiz mucibince eleştiri getirebilmeliyiz.

Böylelikle içeriden ya da dışarıdan muhataplarımız da hem bizi ciddiye alacak, güven duymuş olacak, muhatapların samimi olanlarına da yol gösterilmiş olunacak, hem de bizi gerçeklikten koparan sapmalar ve yüklerden de arınmış olacağız.

Meşruiyetin ortak kelimeler üzerinden tarifi kadar, o meşruiyetin pratik düzlemde de önce kendi coğrafyamız halklarına benimsetilmesinin önemi izahtan varestedir. Meşruiyeti önce kendi içimizde inşa edelim ki, muhataplarımız nezdinde de inandırıcı ve etkileyici olabilelim. Büyücülerin büyülerini bozan Asa-yı Musa’ları elde etmeyi haketmek kolay değil.