Yeni “Ulusalcılık” Belirtileri Üzerine…

Sait Alioğlu

 

Ulusçuluk Üzerine Genel Bir Yaklaşım…

Birinci Dünya Savaşı sonrası dönemde oluşan ve İkinci Dünya Savaşı dönemi ve sonrasından başlamak üzere doksanlı yılların başlarına kadar ki süreçte, he ikisi de batılı paradigmal temellere dayanan kapitalist ve sosyalist blok ve paktları içeren ikili ‘çift kutuplu’ ve ideolojik refleksleri olan bir dünya vardı. Bir de buna büyük oranda Sovyet bloğuna yakın duran Bağlantısızlar grubunu da ekleyebiliriz. Dünyanın bu sürece nasıl geldiği, gelindiği hemen herkesin malumu! Coğrafi keşifler sonucu batıya ‘uzak’ denizaşırı toprakların sömürgeleştirilmesi, oralardan elde edilip batıya aktarılan maddi değerler sonucu, sanayi devrimi ile birlikte bir endüstriyel üretim ve ilişki biçimi oluşmuştu. Bu durum haliyle, batıyı öteki üzerinde ‘haklı ve güçlü(!)’ kılıyordu!

Bu yeni durumun akabinde imparatorluklar çağı sona eriyor, topraklar parçalara ayrılıyor ve batının kendisiyle birlikte dünyaya yaymaya çalıştığı seküler temelli modern düşünce biçimlerinin –ideoloji vs.- adeta bir kurtarıcı vazifesi görmesi isteniyordu. Buradan yola çıktığımızda imparatorluklar bakiyesi, bazı Avrupa topraklarında, sözde kendi sınırları içerisinde bulunan, ama kendisini ‘yeniden’ dizayn ve organize eden, ama beri yanda geçmişten beri ellerinin altında bulundurdukları denizaşırı topraklarda hem kendi yeni durumunu maddi değerler açısından ayakta tutan ve hem de onlara bir lütuf(!) kabilinden, güya onların geçmişlerinden kalkılarak, onları ahaliden ulusa yükselten(!) yeni bir durum söz konusuydu.

Bu yeni durum, yukarıda çerçevesini çizmeye çalıştığımız ‘yeni’ paradigmal batılı ve batılı olduğu kadar da ötekini kendisi olmaktan çıkarıcı donelere haiz bir hayat anlayışının formülasyonunu da içeriyordu. Bu bağlamda doğuya ait hemen her tür değerin -İslam’da dâhil olmak üzere- ele alınıp incelenmesi, değersizleştirilip önemsizleştirilmesini de içeren yeni ‘ilmi’ disiplinler –Antropoloji, sosyoloji vs.- paralelinde doğuya ait her ne varsa, onların bir faydaya istinaden batıya, batı kültür dünyasına aktarılması anlamına gelen oryantalizmin ortaya konması ve bu yolla da batının doğu üzerinde hâkimiyetini perçinlemesinin yolunu açan ulusçuluk akımının start alması amaçlanmıştı.

Ulusçuluk akımının oluşması ve iş görmesi için bir disiplin olarak ortaya konan oryantalizm sonucu, sömürgeler oluşturma düşüncesi olan hemen tüm batılı devletlerle birlikte Çarlık Rusya’sının da bu oryantalist çabalar içerisine girdiğini görmekteyiz. Her şeyden önce bu oryantalist anlayıştan beslenen bir yığın ‘doğulu’ aydın, Osmanlıda olduğu gibi ya bizzat devlet tarafından batıya eğitim amacıyla gönderilip orada geliş amacının aksine o havayı peyderpey teneffüs edip batıcı oldu; ör. Şinasi, ya da batıya gitmeye gerek kalmadan kendi bulunduğu yerde batıcı ezberlerle kendi insicamını bozup batıya öykünerek yeni durumlara adaptasyonun sağlanmasında çabalar sarf etti ve daha sonraki süreçlerde de batılı formasyonlarla kurulan kukla devletlere akıldânelik etti; Ör. Ziya Gökalp vb…

Bu çerçeveden baktığımızda İslam dünyasının baştan beri üç önemli ülkesi olan Osmanlı/Türkiye, İran ve Mısır, batının oluştura geldiği yeni ilmi disiplinler, oryantalizm, ‘ulus bilimler’ ve bunların o dönem açısından zirve noktası sayılan ulusçuluk akımının cenderesinde onlarca yıl her açıdan baskı altında kaldılar. Bu bağlamda İran’da şahlık, Mısır’da bir ara krallık ve sonrasında Arapçılığın resmi olan Nasırcılık ve Türkiye’de de İttihadçılık sonrası süreçte Kemalizm, batının güdümünde eklektik anlayışlarla günümüze dek hüküm sürdürdüğünü görmekteyiz. Onlarca yıllık süreçte ortam İran’da anayasal monarşiden İslam cumhuriyetine, Mısır’da ise Nasırcılık’tan şimdiden sonucu az çok belli olan yeni bir duruma, Türkiye’de de Kemalist oligarşiden, var olan oligarşik yapıyı peyderpey esnetip ortadan kaldırmasını halkın büyük kesiminin gördüğü ve arzuladığı yeni bir duruma evrilmektedir.

Ve işte bu noktada durmak gerekir diye düşünüyoruz; Gerek var olan Kemalist sisteme oligarşik yapısından dolayı ontolojik açıdan muhalif olan güçlerle birlikte uzun bir dönem batıcı formasyona dâhil olduğundan dolayı, sistemin terkisinde yol almış, ama geriye dönüp baktığında bizzat sistem tarafından bilfiil değerlendirilip elde tutulup değerlendiren bir yığın toplumsal kesimin itirafta bulunup çeşitli açılardan külli bir muhasebe içerisine girip kendi durumunu analiz edeceğine, yeni durumdan kaygılanıp tekrardan sisteme –var olan iktidara rağmen- yanaşık durma haller ve ister istemez bu hallerin bir açıdan zemini olan ulusalcılıkta karar kılmaları acaba nasıl tefsir edilebilir diye sormak gerekir!

20. Yüz Yılın önemli âlimlerinden Said-i Nursi’nin, bundan onlarca yıl önce haklı olarak vurguladığı “Eski hal muhal, ye yeni hal, ya izmihlal!” mantığına uygun olmayacak bir vasatta geçmişte Kemalizm’e sığınarak onun muhafazakârı olan sosyal, siyasal ve bazı ‘dini’ grupların şu an itibarıyla geldikleri ve durdukları noktanın bal gibi ulusalcılık olduğu gözlerden kaçmamaktadır. Onların bir kısmının geldikleri ve durdukları noktalar açısından haklı(!) tarafları da varmış meğer! Sıralarsak; kendi ontolojileri aşısından Kemalist oligarşiden sürekli beslenme, nemalanma ve onun adına muhalif kesimlere kılıç doğrultma ve o sayede ayakta kalma halleri, ulusalcılık yoluyla içe kapanıp içerisinde bulundukları yerlilik, yurtluluk ve toprakçılık edebiyatının onların nefislerini okşama durumları, yalan yanlış bilgilerle öteden beri oluşturulan dinsel halleri içerisinde yüzercesine kalmaları, bazılarının da kendi İslami anlayışlarının başkaları tarafından sigaya çekilmesini, diğer bazılarının da var ise eğer yanlışlarının ortaya konmasına karşı durma halleri ve en önemlisi de yıllar yılı Kemalist oligarşinin izniyle maddi değerlerin büyük bölümüne sahip olma düşünce ve pratiği içsel gerekçeler olarak sayılabilir.

İçsel Gerekçeler(!)

Yukarıda zikrettiğimiz gerekçeler, zevat tarafından oluşturulmuş içsel gerekçelerdi. Birde bu zevatı haklı çıkaracak(!) dışsal gerekçelerde öteden beri vardı ve şimdilerde de başta bölgesel bazda oluştuğunu gördüğümüz bir vasatta ha bire oluşup durmaktadır! Sağcı, solcu ve sözüm ona ‘Müslüman’ olan irili ufaklı ‘bazı’ gruplar zamanı ve zemini söz konusu olsun, ya da olmasın bu süreçte hemen her vesileyle sistem karşıtı eylem ve söylemleri, sanırsınız ki, baştan beri bu Müslüman toplumun varlığına her açıdan düşman, her açıdan o varlığa kasteden Kemalist oligarşi değil de kendi özgülünde oluşan, hem bir açıdan kendini İslam’a yasladığı müşahede edilen ve esas açıdan da muhafazakâr bir zeminde durup bu toplum adına politikalar üretme uğraşısı içerisinde olan ve aynı zamanda da diğerlerine nazaran halka daha yakın durmaya çalışan bir iktidarı hedef almaktadırlar.

Kemalist oligarşik yapıyı azda olsa esnetme çabası içerisinde görebildiğimiz –eksiği ve gediğiyle beraber- bir iktidara sağcı ve sol, sosyalist bir kimlikte karşı çıkmanın kendi içerisinde bir tutarlığı olmakla birlikte, mevcut iktidarı yaptığı yanlışlardan yola çıkarak eleştirmek vazgeçilmez bir hak olduğu halde görece de olsa Müslüman halk adına ortaya konmaya çalışılan  ‘iyi’ politikaları görmezden gelmek kimin ekmeğine yağ sürecektir, diye sormak gerekir.

Tamam, iktidarı –daha doğrusu tüm iktidarları- yaptığı yanlışlardan dolayı eleştirelim, kendi düşüncelerimizi aktaralım, gerekeni hasseten vurgulayalım, gerekirse –ki gerekir- iktidar dışı kalalım, ama hiç olmazsa bu süreçte Müslüman halkın oligarşi karşısında az da olsa elde etmeye çalıştığı kazanımlarına sekte vurmayalım…

Dışsal Gerekçeler(!)

Dışsal gerekçelere baktığımızda ise karşımıza iktidarın birlikte iş tuttuğu söylenen Amerika ve onun ‘küresel’ emperyalist politikaları geliyor. Malum ABD’nin yenidünya düzeni, BOP ve GOP politikaları gelip bir açıdan mevcut iktidarı bulmaktadır. Kaldı ki ABD ile küreselden ziyade yerelde iş tutma geleneği onun varlık gerekçesi olarak cumhuriyetin bidayetine kadar gider ve o dönemin çift kutuplu dünyasına bakıldığında mevcut oligarşinin de iç işlerinin çok rahatlıkla sürdürülmesine yarıyor, derman oluyordu!

Aslında bu durum hemen hiç değişmemişti. Tek kutuplu dünyaya gelindiğinde bile bu işleyiş sürüp gitti. Ki, 12 Eylül sonrası dönemde bu ülkede gerek NATO’nun ve gerekse de geçmiş cumhuriyet iktidarlarının mirası olan diğer dış kurumsal antlaşmaların hemen tümünde Kemalist sol partilerinde içerisinde bulunduğu iktidarların katkısı ve etkisi olmadı mı ki?

Bunlar es geçiliyor, adeta var olduğu ve çoğunun mürekkebi kurumadığı halde, sıra Kuzey Afrika ve Ortadoğu halklarının kendi oligarşik yapılarına karşı ortaya koymaya çalıştığı eylemliliklere –Ör. Suriye intifadası- geldiği bir vasatta, bazı bölgesel güçlerin hesabı zedeleniyor(!) kaygısıyla yerden mantar gibi bitercesine aslında bal gibi emperyalist oldukları halde sağcı, solcu ve ‘bazı’ İslamcı grupların yanında yer almaya çalıştıkları –İran, Rusya, Çin vb.- güçler karşımıza ABD karşıtı tertemiz güçler(!) olarak çıkarılmaktadırlar, ne yazık ki!

Eğer belli başlı kriterlere sahip ve sürekli kendi dinsel ve ideolojik formasyonları gereği, yine kendi ulusal çıkarları adına var olan bölgesel mevcutları loruma refleksi içerisinde bulunan tüm güçleri çok rahatlıkla emperyalist güçler olarak tanımlayabiliriz…

Birde yanlış ve şaşırtmaca bir ontolojik temel üzere yıllar yılı bayraklaştırılan “Yurtta Sulh, Cihanda Sulh!” söylemi çerçevesinde bölgesel olarak batıya bağlı kalan sığınmacı bir Türkiye’den, başta bu ülkenin Müslüman halkları olmakla birlikte, bölge ülkeleri ve halklarıyla hakiki temeller üzerine bina edilmesi arzulanan ve karşılıklı rızaya dayanması elzem olan bir bütünleşme hangi akıl ve vicdanla Amerikan emperyalizminin hanesine yazılabilir. Kaldı ki, bu çabalarda bir yığın yanlış ve kastı aşan ifadeler, bazı yanlış politikalar olsa bile ortaya konmak istenen çabalar bütünlükten mahrum bir vasatta değerlendirilip –iç ve dış- birileri adına tukaka edilebilir mi, diye de sormak gerekir!

Sözün özü kendileri de batılı formların yardımı ve desteğiyle var olan hayatı algılamaya çalışan, onun ekseninde dönüp dolaşan, yerine göre globalist, yani küreselci politikalara angaje olan sol, sosyalist, sağcı, muhafazakâr ve bilumum batıcı güruhun, bağlı bulunduğu noktadan hareketle ulusalcı olmaları mümkün olduğu halde, İslami temellere sahip ve aynı zamanda da ortaya konulduğu andan itibaren gerek mevcut devleti –Osmanlı- ve gerekse de toplumu ıslaha ve yeniden var olmaya çağıran İslamcılık formuna sahip Müslüman İslamcı zevatın o koroya katılıp her şeyi toz, duman katması nasıl telafi edilebilir ki, bu olguyu, var olan bu durumu anlamak, adlandırmak ve anlamlandırmak ta bir hayli zor!

Kısacası “sağcı, solcu ve bazı ‘dinci’ ulusalcı mahfil ve gruplar”ı da geçtik, Ak Parti’nin velev ki politikalarının bir kısmı veya tümü yanlış bile olsa ‘bazı’ İslamcı grup ve öbekler açısından durulması gereken zeminin neredeyse ulusalcı zeminler olması mı icap eder, diye sormak, vasatı değerlendirerek olması gereken sonucu ortaya çıkarmak gerek değil midir bizler açısından…