Yeni Başlayanlar İçin “Muhafazakârlık”

AHMET MURAT KAYA

Asım Öz ve Bahadır Kurbanoğlu’nun yazıları beni bu satırları yazmaya teşvik etti. Bu konular çok önemli ve zihinsel yapımızın da ana kodlarını oluşturuyor. Bu açıdan, detaylardan önce genel bir çerçeve çizmek, konuyu anlamak için önemli diye düşündüm.

Dünyada ulusçuluğun üç ana damarı oluştu. Irk merkezli Alman ekolü, dil merkezli İngiliz ekolü, toprak merkezli Fransız ekolü. Örneğin İngilizcenin bu kadar yaygın olmasının kökünü burada bulabilir, İngiltere’de toprak ve ırk figürlerinin gelişmemesini coğrafyanın ada olması veya demografinin ortak paydasının dil olması şeklinde izah edersek açıklayıcı olabilir.

Gelelim bize: Bize ilk dalga Fransa’dan geldi. Namık Kemallerin "Vatan yahut Silistre"lerini buradan okumak gerek. Mustafa Kemal’in son demlerinde Alman etkisine giren Türkiye, Nazi Almanya’sının kültürel kodlarını kopyalamak istemiş ve örneğin "halk evleri"ni "Türk ocakları"na çevirerek sembolik değişimler yaşamıştır. Bu o kadar abartıldı ki İnönü başta olmak üzere o dönemin hemen hemen tüm bürokrat ve seçkinlerinde Hitler bıyığını görmek mümkündür. Yine Güneş Dil Teorisi ya da Türk Tarih Tezi gibi karikatür öğeler barındıran bilimsel çalışmaları da bu çerçevede anlamak gerek.

Bizdeki vurguları “Türk”, “Türkiye”, ve “Türkçe” olarak özetleyebiliriz. Bunlar üniter devletin de başından beri savaşını verdiği hayati kavramlar. Bu noktaya dikkat edelim. Bir yandan Avrupa merkezli ulusal tezler, öte yandan da Sovyet etkisi altındaki enternasyonal söylemler bir senteze dönüşüp bu ülkeye mahsus bir doktrin üretti: Kemalizm. Bu açıdan bakıldığında, Kemalizm’in, faşistlerle komünistler arasında ve “pozitivizm” ve “jakobenlik” kavramlarında uzlaşan bir koalisyon olduğu daha rahat anlaşılır.

Ama burada başka bir mesele ortaya çıkıyor ki, o da “din”dir. Zira Türk jakobenlerin kurguları Batılı formları kopyalamaktan ibaret olduğundan, ulusal kimliği inşa ederken din dışı bir form benimsemişlerdir. Oysa halkta dini eğilimler vardır ve nihayetinde devlet kurgusu halksız düşünülemez. Zaten çatışmanın büyüğü de bu alanda yaşanmaktadır. Halkın değerlerini muhafaza etmekten yola çıkan muhafazakârların söylemi de yukarıda bahsettiğimiz doktrinel koalisyonun bir parçası olma çabalarından ibarettir. Buna iktidar olanaklarına ortak olma isteği de diyebiliriz.

Bu eklektik duruşuyla muhafazakârlık karışık bir yapı gösterir. Bazıları için devrimlerin hedefine ulaşması için halkın değerleriyle savaşmak risk barındırırken, bazıları için İslamcılığın saklanabildiği bir kamuflaj olarak anlaşılmıştır. Tasavvuf, Osmanlıcılık, Anti-Kemalizm, Ruhçuluk, Devletçilik ve Liberalizm gibi değişik öne çıkan başlıklar taşısa da, temel önerisi “halkın değerleriyle barışık bir ulus-devlet”tir. Bu açıdan bakılınca, sağcılık ve muhafazakârlığın iç içe geçişmesinin de temel dinamiğinin Kemalizm olduğu söylenebilir.

Türkiye’deki muhafazakâr söylemin, ulus kodlarından “vatan”ı öne çıkardığı rahatça gözlemlenebilir. Alman ekolünün “Irk” veya İngiliz ekolünün “dil” vurguları nispeten daha az işlenmiştir. Bu durum özellikle İslamcılıkla olan bağlar arttığında belirginlik gösterir. Bunun ana nedenleri Güneş Dil Teorisi ve Türk Tarih Tezi olabilir. Ama diğer önemli bir etkenin de bu söylemin taşıyıcılarının çoğunun Fransa tecrübeleriyle ilgisi olduğunu düşünebiliriz. Remzi Oğuz Arık, Nurettin Topçu, Necip Fazıl Kısakürek, Münevver Ayaşlı gibi önemli isimlerin Fransa’da Louis Massignon’la bir şekilde irtibatlı olmaları da önemli bir noktadır.

Öte yandan yukarıdaki tabloda görülen ve ulusal kodlara bulaşmayan İslam alanının da muhafazakâr kesim tarafından, “Vahhabi, sapık, mezhepsiz” gibi ifadelerle dışlanması da önemli ve bir başka yazı konusudur.