Yasanın gölgesinde özgürce yaşamak

SİNAN ÖN

“Gelin bu dünyaya yayılmış olan zulme son verelim. İnsanın, insana olan hâkimiyetini söküp atalım. Vahyin belirtilen çizgileri doğrultusunda, insanlığın gerçek değerini kazanabileceği; şeref, eşitlik, adalet ve kardeşlik içinde özgürce yaşayabileceği yeni bir dünya kuralım.”

Mevdudi, “Gelin bu dünyayı değiştirelim” adlı eserinde, insanlığı selamete ulaştıracak yolu bizlere gösterir. Allah ondan razı olsun, onun daveti sadece Müslümanlara değil vicdanı ve fıtratı körelmemiş tüm insanlaradır.

Bugün belki de hayatımızdaki en belirleyici kavramlardan biri özgürlük. İnsanın özgürlüğü sorunu, dünden bugüne ve kıyamete kadar zihnimizi kemirmeye devam edecek gibi gözüküyor. Bu makalede derdimiz özgürlük gibi grift bir kavramı tartışmak değil, ancak yukarıdaki paragrafın düşündürdükleri üzerinden söyleyeceklerimiz olabilir.

Bugün özgürlük üzerinden tartışılan en önemli olgulardan biri hukukun hâkimiyeti ile ilişkisidir. Bu ilişkiyle özgürlük teorisi felsefi bir yaklaşım olmanın ötesine geçerek hukuki, siyasi ve ekonomik bir boyut kazanmaktadır.

Kanunla özgürlük arasında kurulan bağ aslında özgürlük ve zoru bağdaştırma, başka bir ifadeyle zora meşruiyet kazandırma çabasından doğmaktadır. Eğer özgürlüğü, “Zorlamanın mevcut olmadığı bir durum” olarak tanımlarsak, hiç zorlamanın bulunmadığı bir durumu ideal veya mükemmel sistem olarak kabul etmemiz gerekiyor. Oysa insan, beşeri hayatın akışı içinde çeşitli zorlamalara muhatapdır ve muhtemelendir ki zorlamaların tamamen ortadan kalktığı bir duruma hiç ulaşılamayacaktır.

Öyleyse, hem bazı zorlamaları kabul edip, hem de nasıl özgür olunacaktır? Diğer bir deyişle, devlet insan toplumlarında rastlanan en büyük zor aracı olduğuna ve üstelik “Zor kullanma tekeli”ne sahip olduğuna göre, bir insan hem devletin zoruna muhatap kalıp, hem de aynı zamanda özgür olabilir mi?

“Yaşantımız özgür ve hoşgörülüdür; ama kamu yaşamında yasaya saygılıyız, çünkü kamu yaşamı saygı gerektirir. Yetkili bir makama oturttuğumuz insanlara itaat eder, yasalara uyarız; özellikle de ezilenlerin korunmasıyla ilgili olanlara ve uymamanın utanç teşkil edeceği yazılı olmayan yasalara uyarız.” Bu cümleler yaklaşık 2500 yıl öncesine ait. Hukuk çerçevesinde özgürlük savunucularından Perikles'in “cenaze nutku”  isimli konuşmasından.

Negatif özgürlük adı verilen şeyin diğer bir ismi de hukuk çerçevesinde özgürlük veya hukukun hâkimiyetidir. Buradan hareketle özgürlüğün iki yüzü vardır; biri zorlamaların olmaması, diğeri ise hukukun hâkimiyetidir. İnsanlar her zaman bazı kanunlara (kısıtlamalara) tâbi olmuşlar, fakat yine de özgür kalabilmişlerdir.

Hukuk/özgürlük ilişkisini Locke” Kanunsuz hiçbir özgürlük varolmaz”, Montesquieu “Hukuka uygun yönetim özgürlüğün esasıdır”, Kant ise "İnsan hiç kimseye değil fakat yalnızca kanunlara itaat etmek ihtiyacı hissederse özgürdür" diyerek ifade etmiştir.

Buradan hareketle, hukukla özgürlük arasında bir öncelik-sonralık ilişkisi kurulmalı mıdır? Veya amaç özgürlük mü, yoksa hukuk mudur? Soruları sorulabilir. Özgürlük hukuk çerçevesinde olmalıdır, ama hukuk özgürlüğe göre üste değildir. Hukuk özgürlüğün içeriğini belirleyebilir, ancak hukukun özgürlüğü koruma amacına hizmet eden bir araç olduğu unutulmamalıdır.

Bunun ne anlama geldiğini ve ne gibi sonuçlara yol açtığını daha iyi anlayabilmek için kanun kavramı üzerinde durmamız gerekiyor. Kanun deyince bugün aklımıza ne geliyor? Özellikle yasama organının çıkarttığı her kanuna, kanun adını vermemiz mümkün mü?  Bu yüzden hukukun hâkimiyetinin ve hukukun hâkimiyetine uygun kanunların bazı özelliklerini sıralamamız lazım.

İlk olarak kanunlar genel ve soyut kurallar olmalı, belirli kişilere yönelik buyruk ve talimatlardan ayrılmalıdır. Kuşkusuz kanunlar insanların eylemlerine sınırlamalar getirir. Ancak böyle yapsalar bile bireyin hareketinin kaynağı kanun koyucu değil, bireyin kendisi olmaktadır. Böylece belirli eylem tarzlarını öngören kanunlar, bireye eylemi yapıp yapmama özgürlük alanı da tanımaktadır. Bu özelliğe sahip kanunlar özgürlük üretir ve özgürlüğü korur. Çünkü bu kanunlar bireyin etrafında öyle bir kale oluşturur ki, birey onun içinde kalarak nasıl bir hayat yaşayacağına, neler isteyeceğine, hangi amaçlara hizmet edeceğine ve bunları nasıl yapacağına karar verebilir. "İnsanların değil, kanunları yönetimi" adı verilen bu yaklaşım özgürlükçü toplumu karikatürize eden şeydir.

Kanunların özelliklerinden bir diğeri, özgür bir toplumun kanunları hukukun hâkimiyetine uymalıdır. Hukukun hâkimiyeti genel bir kuraldır, gerçekte bir kanun değildir. Kanunun ne olması gerektiği ya da kanunun hangi özellikleri taşıması gerektiği ile ilgili bir kuraldır. Bu haliyle hukukun hâkimiyeti legal bir doktrin veya siyasal bir idealdir. Bu şu açıdan çok önemlidir; öyle durumlar vardır ki, genel ve soyut olmasına rağmen bir kanun, hukukun hâkimiyetiyle bağdaşmayabilir.Çünkü bu kanunun aynı zamanda öngörülebilir ve tarafsız olması gerekmektedir. Kanunların öngörülebilir olması sayesinde birey içinde bulunduğu yasal çerçeveye bilir ve yöneticilerin keyfi olarak kanunu istedikleri biçimde yorumlamaları korkusundan uzak, hayatını düzenler. Kanunların tarafsızlığı ise hem kanunun içeriği hem de kanunun uygulanacağı alan ve kişiler açısından geçerlidir. Tarafsızlık, bireyin diğerlerine karşı değerlendirilmesinde keyfilik yapılmadığından emin olması demektir.

Bir başka özellik, hukukun hâkimiyeti özel hukuktan ayrı olarak bir idare hukukunun geliştirilmesini dışlamaz, hatta bunu gerekli kılabilir. Keza hukukun hâkimiyeti ilkesi, idari otoritenin kullanılması gereğini, idari sorumluluğun birilerine tevcih edilmesinin lüzumunu da kabul eder. Burada, idarenin gücünün ve yetkisinin genel, öngörülebilir ve tarafsız olma ilkelerine uygun olması önemlidir. Öyle ki, tarafsızlık ilkesine yönelik ihlal edici uygulamaların kaynakları, hem idare organları-hükümetler hem de bizzat parlamentoların kendileri olabilmektedir.

Devamla, hukukun hâkimiyeti ilkesinin tarihi gelişimi, anayasacılığın bu açıdan çok önemli olduğunu bize gösterir. Çok özel bir durum teşkil eden İngiltere örneğine rağmen, belirli bir anda yasama gücüne sahip olanları, üzerinde ittifak edilmiş genel kurallara tabi kılmaksızın, yani onları anayasal sınırlar altına almaksızın özgürlükleri korumak imkânsızdır. Anayasa ile yasama organının ilişkisi, kanunla kanunları yorumlamakta olan hâkim arasındaki ilişkiye benzer. Yasama organları anlık ihtiyaçların zorlamalarından ziyade daha uzun vadeli, iyi düşünülmüş ihtiyaç ve uygulamaları gözeterek yasama faaliyetinde bulunmalıdırlar. Bunun yolu ise üzerinde ittifak edilmiş temel bir metindir.

Düşünce tarihindeki tüm özgürlükçü filozofların zihninde yaşayan ve çalışmalarına yansıyan fikir, "Özgürlüğün korunması, iktidarın parçalanmasını gerekli kılar" fikridir. Bu açıdan yasama ve yürütme kuvvetlerinin birbirinden ayrılması ve bu ikisinin yargı gücüne tâbi tutulması, özgürlükçü sistemlerin olmazsa olmaz şartlarından biri olmuştur. Ayrıca birçok anayasal sistemde klasik kuvvetler ayrılığı dışında federalizmde kullanılmıştır. Yetki ve sorumluluğun farklı bölgeler arasında dağıtılması iktidar temerküzünü önlemenin daha kalıcı bir yolu olarak görülmüştür. Federal bir sistemde hiçbir hükümet tek başına bütün ülke üzerinde iktidar icra etmeye yetkili değildir. Böyle bir sistemde; her yerde, günün birinde çoğunluk olma umutları dışında seçeneği olmayan azınlıklar, çoğunluklarla aynı zamanda iktidarı kullanma imkânına sahip olurlar. Bununla beraber federalizm özgürlüğün olmazsa olmaz şartlarından değildir, yalnızca özgürlüğü koruma metotlarından biri olabilir.

Her şeyden önce ideal-gerçek-hakiki kanun toplumda azami hürriyet sağlamalıdır. Bunu başarabilmek için kanunlar genel, soyut ve anlaşılır olmalı; herkesi kapsamalı ve belirli kişilere muayyen görevler tevdi eden buyruklardan-idari emirlerden farklı olmalıdır. Kanunun genel olması demek, hiç kimseye ayrıcalık ve imtiyaz tanımaması demektir. Başka bir ifadeyle, herkesin kanun önünde eşit olmasıdır.

Bununla birlikte, belki de tüm bu sayılanları boşa çıkaracak durum, insanın kendisi için hayati öneme sahip olgulara karşı kayıtsız kalmasıdır. Oysa hukuki metinlerdeki maddeler bizim hayatımızı radikal anlamda dönüşüme uğratabilecek maddelerdir. Bir filme, bir romana, edebi bir esere dayanarak kimse bizim seyahat hakkımızı elimizden alamaz, kimse bizim evimize baskın düzenleyemez, kimse bizi alıp bir hücreye koyamaz ama tüm bunların hepsini bir hukuki maddeye dayanarak yapabilir. Bu yüzden hukuki metinleri dikkatli ve ayrıntılı bir şekilde okumak, anlamak, gerekirse farkındalık oluşturmakla mükellefiz.

Hemen hemen tüm dini metinlerde insanın özgürlüğü “Kula kul olmaktan çıkıp, yaratıcıya kul olmak” şeklinde tarif edilir. Burada amaç, yatay düzlemde ilişkide olunması gereken insanların güç ve nüfuz elde edince bu ilişkiyi dikey olarak gerçekleştirme arzularını engellemektir. Bu durum “Kula kul olmayın” diyen din adamları için de geçerli. Çünkü “Allah’a çağırma” iddiasıyla kilise ve ruhbanlara itaate ya da mezhebi ve grupsal aidiyetlere davet eden anlayışlara fazlasıyla şahidiz.

Bu hastalığın tek reçetesi ise “yasa”dır. Mevdudi’nin ifade ettiği gibi: “İnsanın, insana hâkimiyetini söküp atalım. Vahyin belirtilen çizgileri doğrultusunda…” Evet, biz yöneticilere itaat ederiz ancak bu itaatin tek ölçüsü onların uyguladığı yasadır; kendi şahsi kişilikleri, güç ve nüfuzları değil. Yasadan kastımız ise, vahyin doğrultusunda insan iradesi ve evrensel tecrübesiyle harmanlanmış fıtrattan beslenen “ortak kelime”dir. Selam olsun yasayı anlayıp, “Yasanın gölgesinde özgürce yaşamak” uğrunda mücadele edenlere…