Rahmân’ın adıyla.
“Ve de çok vefalı İbrahim’in.” (Necm, 37)
Arapça kökenli vefa kelimesi; sadakat, bağlılık ve güvenilirlik anlamlarını barındırır. Kıssası Enbiyâ’da her bir resulün baskın bir özelliği ile karşımıza çıktığını okuruz. Örneğin Hz. Nuh istikrarlı oluşu ile, Hz. Musa hiddeti, Hz. İsa hüznü, Hz. Muhammed merhameti ile son derece insani ve fıtri vasıflarla ön plana çıkarlar; Hz. İbrahim’i ise sorgulayan, tahkikî imanının yanında, âyetin de teyit ettiği üzere vefalı olma özelliği ile “Millet-i İbrahim” için bir ziya olduğunu görürüz.
Vefa bugün fazlasıyla içi boşaltılmış bir hâl olsa da Müslümanlar için Kur’an’da bir resulün övülen niteliği olarak vurgulanmışsa, mutlak surette kayda değerdir ve suistimale inat korunmalıdır.
Hz. İbrahim’in vefası ilkin Rabbine olan bağlılığında gösterir yüzünü. Şirke karşı duruşunda ve tebliğinde: “Benim Rabbim yaratan ve öldüren, güneşi doğudan doğurup batıdan batıran ve asla yitip gitmeyen bir Rab’dir. Ben yüzümü sadece O’na döndüm.” diyen genç İbrahim bununla kalmaz; ileri yaşında kendisine armağan edilen evladını sık sık gördüğü aynı minvaldeki rüyaların vahiy olduğuna inanarak bu kez de evladını kurban etmeye kalkışarak vefasını ispatlar.
Vefakârlıkta yeteri kadar bedel ödeyen İbrahim’in bu vasfı ve duyarlılığı sadece Rabbine karşı değildi elbette. O, insanlara karşı da son derece kadirşinas bir şahsiyetti; o kadar ki kendisini taşlayarak kovmakla tehdit eden babasına “Senin için Rabbimden af dileyeceğim.” diyebilmiştir. Elbette ilkeli duruşun tam karşılığı olan İbrahim, vefalı olmanın pasif olmakla aynı olmadığını; hamiyeti ve şecaatiyle, affına duacı olacağı babasının ve kavminin şirk batağında debelenmelerine de karşı çıkarak mücadelesini olması gerektiği gibi vermiştir.
Türedi bir peygamber olmadığını tebliğ eden Hz. Muhammed de kendini atfettiği resullerin başlıcası olan Hz. İbrahim’in vefakârlığını kişisel özelliği ile harmanlayıp bu erdemin zirve noktasını göstermiştir adeta. Nebinin siyer kaynaklarından aktarılan ve en bilinen vefa örneği, takriben 25 yılını birlikte geçirdiği Hz. Hatice’dir. Risalet öncesinde ve sonrasındaki en zorlu süreçlerde Tâhire Hatice, Tayyip Muhammed’in her zaman yanında durmuş; ilk vahiy aldığında endişe hâlindeyken de, yalanlanıp tahkir edilirken de yanında olmaya devam etmiş, varlıklı olmasa da nitelikli ve güvenilir birisine kervanlarını emanet edecek kadar emin bir ticaret anlaşması sonrasında ise hayat arkadaşlığı teklif edip yaşadığı sürece onu yalnız bırakmamıştı.
Elbette pek vefalı Muhammed de Hatice’nin yoldaşlığına verdiği değeri yaşarken olduğu gibi vefatından sonra da muhterem hatırasına vefa ederek göstermişti. Kadının neredeyse esamesinin okunmadığı bir coğrafya ve tarihte, biriciğinin dünyadan göç ettiği yılı “hüzün yılı” ilan etmişti. Hatta Hz. Âişe’nin en çok kıskandığı kişinin vefat etmiş bir kadın olmasından dolayı da hayıflandığı aktarılır.
Bir başka örnek de kendisini himayesine alan amcası Ebû Tâlib’in eşi Fâtıma’ya karşı olan kadirşinaslığıdır. Vefat ettiğinde onun için: “O benim annemdi. Kendi çocukları aç dururken önce benim karnımı doyurur, kendi çocuklarının üstü başı toz toprak içinde dağınık dururken o önce benim başımı tarar ve gül yağı sürerdi. Annem öldü.” diyerek gözyaşı döktüğü rivayet edilir.
Her insanın yapması gerektiği gibi Hz. Muhammed’in de kendisine yoldaş olan, kıymet veren insanlara vefa göstermesi gayet olağan bir durumdur. Peki o sadece kalben ve dinen yakını olanlara mı vefalıydı? Bunun cevabının elbette ki hayır olduğunu da yine siyer kaynaklarından okuduğumuz ve bugüne ışık tutacak birçok örnekte görüyoruz. Bunlardan birisi:
Tâif dönüşü, tabiri caizse can pazarında sıkışıp kalan Nebî aleyhisselâm, Mekke’ye dönmek için bazı liderlerden himaye talep etmiş ve ret cevabı almıştı. Biri hariç… O da Mut‘im bin Adiyy adında bir müşrikti. Oğullarını silahlandırıp Hz. Muhammed’i Mekke’ye kadar koruyup evine ulaştıran ve görevini tamamlayan Mut‘im, yıllar sonra Bedir Savaşı’nda Müslümanlara karşı savaşıp öldürülür. Bedir esirleri konusunda ihtilaf çıkınca Resûlullah: “Şayet Mut‘im sağ olsa ve esirleri fidyesiz serbest bırakmamı isteseydi isteğini yerine getirirdim.” buyurarak bir kez daha kendisine yapılan hiçbir iyiliği unutmadığını göstermiştir.
Bir başka örnekte ise Mekke’nin fethinde Ebû Süfyân’ın evine sığınana dokunulmayacağını ilan ettirmiş, sebebini de şöyle açıklamıştı: “Mekkeliler bana zor kullandıklarında onun evine sığındığım zamanlar oldu.” buyurmuştur.
Şahsiyet konusunda üsve-i hasene olan resullerin hayatlarından aktarılan sadece bir iki örnek bile vefanın nasıl bir erdem olduğunu anlamaya yeter de artar bile. Lâkin vefa onlarda bu kadar berrak ve şeffaf iken ne oluyor da güncele doğru yaptığı seyrüseferde dilsel, içsel ve işlevsel olarak flu bir hâle evriliyor? Bağnazlığı ve kör bir bağımlılığı vefa maskesinin ardına saklayarak yaşıyor gibiyiz. Anne baba başta olmak üzere sosyal çevremizle ilişkilerimiz ifrat ve tefrit arasında gidip gelmekte; ya kimseyi kırmamak adına kişi ile beraber günahını kucaklıyor ya da en ufak hatasında üstünü güncel tabirle tek kalemde çizebiliyoruz.
Her alanda olduğu gibi bu durumun ilkesel boyutunu da bir âyetle Kur’an bize sunuyor. İnsanlar içinde vefalı olmamız istenen en belirgin vasfa sahip olan kişiler anne ve babamızdır: “Biz insana anne ve babasını vasiyet ettik. Onu annesi zorluk üzerine zorlukla taşıdı, iki yıl boyunca ona süt verdi. Bana, anne ve babana şükret; dönüş banadır.” (Lokmân, 14)
Peki onlara teşekkür ve vefamızı kayıtsız şartsız mı yapmalıyız? Sorusunun cevabını da âyetin müteşâbihi olan başka bir âyet veriyor:
“Eğer onlar sana şirki, mâruf olmayanı emrederlerse sakın itaat etme. Dönüşünüz banadır.” (Ankebût, 8)
Ne kadar net bir çizgi… Anne, baba, karı, koca, şeyh, hoca, abla, ağabey, lider, kral, parti, cemaat… Sıfatı ne olursa olsun, sizlerde hakları var ve onları seviyorsunuz diye körü körüne bir bağla bağlanmayın. Sakın ha! Tek sorgulanamaz olanın ve tek vazgeçilemezinizin, sonunda varıp duracağınız yegâne varlığın Allah olduğunu unutmayın.
Vefanın affetmekle kopmaz bir bağı olduğu muhakkaktır. Özü itibariyle insan, içten içe affedemediği kişiye vefasını da gösteremez. Ve lâkin arkasından vefanın gelmesi beklenilen affediş için de muhatap kişinin nedamet göstermesi gerekir; en azından mahcubiyet hâlinde olması istenir. Bunun olmasının neredeyse hayal olması bir yana, yanlışı yapanların hâl ve tavrı pişmanlık bir yana, lâ yüsel bir vaziyet alıyorsa; bir fincan kahvenin kırk yıllık hatırının kırk kuruşa satıldığı bir pazarda doğal olarak vefanın yerinde yeller esmeye başlar. Müşrik bir adama bile vefasını gösteren resullerden, her birimizin hayatına dokunmuş, yol göstermiş gerek tarihî gerekse yanı başımızdaki insanlara kibirle karışık bir “ben olmuşluk” tavrıyla nankörlük edildiği durumlara gelmenin hayret vericiliğine istemsiz bir idrakle tanıklık ediyoruz.
Vefa gösterilmesi beklenen şeyler sadece birbirimizin evinden, elinden bir şeyler yemiş içmiş olmak gibi madde âlemi ile ilgili şeyler değildir; elbette olmamalıdır da. Bunların yanı sıra bize hakikatten bir parça olsun öğreten kişi, edindiğimiz bir dost, yarenlik eden bir eş, derttaşlık yapan bir kardeş de kayda değer birer rızıktır ve vefa gösterilmeyi sonuna kadar hak ederler. Seçemediğimiz anne babalarımıza “öf” demek ne kadar sakil ise, seçtiğimiz ve bizi biz yapan kişilere nankörlük de bir o kadar çirkindir. Sırf yolları farklı nedenlerden ayrıldı diye kendini mutlak doğru kabul etmek kibrinin, asla aklı selim bir Müslümanın harcı olmaması gerekir. Vefalı olmayı insanları günahlarıyla birlikte kabul etmekle karıştırmamalıyız. Pek vefalı İbrahim gibi “Ben sizden uzağım.” derken “Babacığım.” diye hitap edebilmeli; Hz. Muhammed gibi dün yapılan iyiliğin hatırını gözetmeli fakat şirkin safında durduğunda da savaşabilmeliyiz. Hasılı kelâm, her durumda olduğu gibi bu durumda da olması gereken şu ki: Keyfî davranmakla değil, ilkeli durmakla mükellefiz.
Vefa tüm insanlığa yakışır ama en çok da Müslümana yakışır. Çünkü Rabbine vefalı olan insanlara nankör olamaz. … Vesselâm.