Geçtiğimiz hafta sonu, İttihad-ul Ulema öncülüğünde Diyarbakır’da “İslami Kimliğimiz Üzerine Kurgulanan İdeolojik Girişimler” temasıyla 10. Âlimler Buluşması gerçekleştirildi. Buluşma, günümüz Müslüman toplumlarının karşı karşıya olduğu ideolojik krizleri ve bu krizlerin arkasındaki fikrî saldırıları masaya yatırması bakımından oldukça önemliydi.
Ümmet coğrafyasının farklı ülkelerinden kıymetli âlimlerin ve kanaat önderlerinin katılımıyla gerçekleştirilen programda, önemli konu ve başlıklar ele alındı. Aynı zamanda, sonuç bildirgesinde yer alan: “Âlimler, peygamberlerin varisleridir. Bu veraset; tebliğ ve irşadın ötesinde, inancı sapmalardan ve ahlaki yozlaşmadan korumak, ümmeti dinî ve dünyevî maslahatına yönlendirmek gibi sorumlulukları da kapsar.” Tespiti son derece önemlidir.
Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana sosyal ve siyasi hayatın dışına itilmiş, çoğu zaman gayrimeşru ve illegal bir konuma zorlanmış olan âlimlerin ve medrese geleneğinin; kendi değerleri, irfan dünyaları, kökleri ve asli sorumluluk alanlarıyla yeniden bağ kurma çabası her türlü övgüyü ve desteği hak etmektedir.
Modernist bir zihniyetle ya da anakronik bir bakış açısıyla medreseleri ve bu kurumlarda verilen eğitimi eleştirmek elbette mümkündür. Ancak on yıllar boyunca her türlü baskı ve dışlanma politikalarına maruz kalmış bir kurumun, kırsal alanlara çekilerek zor şartlar altında varlığını sürdürmeyi başarmış olması bile son derece önemlidir.
Esasında âlimlere, medrese kurumuna ve bu kurumun tarihsel-geleneksel misyonuna yönelik rahatsızlık, yalnızca Cumhuriyet’in kurucu kadrolarının kişisel tercihleriyle ilgili bir durum değildir. Bu tavır, bizatihi ulusalcı-modernist anlayışın tabii bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır. On yıllardır içimizdeki devşirme zihinler, “terakki”, “aydınlanma”, “uluslaşma” ve “modernleşme” söylemleri üzerinden, bizi biz yapan tüm değerleri itibarsızlaştırmak ve toplumsal hafızadan silmek için yoğun bir çaba göstermiştir. Bu düşmanlık yalnızca âlimlere veya medreselere karşı değil; en temelde dine ve dinin toplumsal tezahürü olarak şekillenen bütün kurumsal yapılara yönelmiş köklü bir karşıtlığı ifade etmektedir.
Ayrıca bu düşmanlık, sadece Türk ulusalcılığına özgü bir tutum değildir. Ulusalcılık, doğası gereği kendi ulus tasavvurunun önünde bir engel olarak gördüğü dinî kimliğin bir üst aidiyet biçimi olarak konumlandırılmasına itiraz etmektedir. Bu durum, yalnızca Türk ulusalcılığı için değil; benzer biçimde Kürt ulusalcı çevreler için de geçerlidir. Aynı sebepten kaynaklı olarak bu ideolojik yaklaşım, yalnızca dinî şahsiyetlere ve kurumlara değil; İslam kardeşliği fikrine, ümmet bilincine, hatta Filistin’de yaşanan soykırıma karşı gösterilen hassasiyete de derin bir öfke ve düşmanlık beslemektedir.
Öncelikle vurgulamak gerekir ki; Kur’ân ve Sünnet’i temel referans olarak alan İslami bakış ile etnik veya kavmiyetçi bir yaklaşımı merkeze alan Ulusalcı anlayış, sınıf bilincini ön plana çıkaran Marksist perspektif veya cinsiyet temelli Feminizm hareketleri arasındaki çelişki ve uzlaşmazlığı gidermek veya bunları sentezlemek mümkün değildir. Burada mesele, temel olarak üst kimlik tercihi ile ilgilidir. Müslümanlar üst kimlik olarak İslam’ı seçerken; Marksistler sınıf aidiyetini, Feministler cinsiyeti, ulusalcılar ise etnik aidiyetlerini üst kimlik olarak merkeze almışlardır.
Bundan dolayı; İttihad-ul Ulema’nın bu yıl onuncusunu düzenlediği buluşmaya Kürt ulusalcıları tarafından her yıl bir vesileyle büyük bir saldırı ve itibarsızlaştırma kampanyası başlatılır. Bu yılki buluşma ise Kürt ulusalcıları tarafından; İdeal Eğitim Vakfı (İDEV) Başkanı Araştırmacı Yazar Muhammed Şakir’in “Menfi ve Müsbet Milliyetçilik Fikrinden Hareketle Menfi Milliyetçiliğin Kürt halkı Üzerindeki Olumsuz Etkileri, Laik / Seküler ve Ateist İdeolojilere Alet edilmesi ve Yaptığı Tahribatlar” konulu konuşması gerekçe gösterildi.
Konuşmanın bütünlüğü içerisinde “milliyetçilik” meselesi, İslami bir perspektifle ele alınarak son derece makul, adaletli ve hakkaniyetli bir çerçeve çizilmiştir. Ancak bu konuşma içinde geçen “Kürt ulusalcılığının ümmet anlayışımızla uyuşmadığı” ifadesi art niyetli bir şekilde cımbızlanmış, konuşmanın bağlamından koparılarak “Kürt ulusalcıları ümmeti bölüyor” şeklinde manipülatif ve konuşmanın özünü yansıtmayan bir propagandaya alet edildi. Bu tür kirli propagandayı yürütürken, söz konusu çevreler, Arap, Türk veya Fars milliyetçiliğine yönelik duruşumuz, mesafemiz ve itirazlarımızdan habersizmiş gibi davranarak “Kürtlere değil, gidin Türklerin, Arapların ve Farsların milliyetçiliklerine itiraz edin” diye akıl vermeyi de sağ olsunlar, ihmal etmediler.
Türk, Fars veya Arap milliyetçiliğini bize örnek olarak sunmayın! Elbette, tüm milliyetçilik biçimleri İslami anlayışımıza ve ümmet tasavvurumuza aykırıdır; bunları fasid, zararlı ve aşılması gereken sapmalar olarak değerlendiriyoruz.
Zira İslam'ın bakış açısıyla ümmet, sadece bir topluluk değil; Vahyin rehberliği doğrultusunda inşa edilmiş bir ahlaki, kültürel ve toplumsal düzenin sembolüdür. Bu ontolojik yapı, zaman ve mekânın ötesine geçen bir süreklilik arz eder. Tarih boyunca farklı baskı, işgal ve iç bölünmelere maruz kalmış olsa da, ümmet ruhu hiçbir zaman ortadan kalkmamış, ümmet bilinci bir temel değer olarak kuşaktan kuşağa aktarılmıştır. Âlimler ve medrese kurumları, işte bu değerlerin taşıyıcılarıdır; onların dirilişi, ümmetin hafızasının ve irfanının da yeniden dirilişini ifade eder.
Müslümanlar için ümmet, sadece siyasal bir aidiyet veya birliktelik değil; İslam’ın kardeşlik ruhunu ve dayanışmasını tesis eden bir çerçevedir. Bu bilinç, etnik, sınıfsal veya cinsiyet temelli aidiyetleri aşarak, tüm Müslümanları Vahyin çerçevesini çizdiği ortak değerler etrafında birleştirir.
Bu çerçevede, Müslümanlar için tek meşru ve belirleyici üst kimlik, İslam’dır. İslam anlayışı, etnik, sınıfsal veya cinsiyet temelli aidiyetleri aşarak, bireyleri ve toplulukları Allah’ın emirleri ve peygamberlerin rehberliği doğrultusunda birleştirmeyi hedefler.
Son olarak, on yıllardır ulusalcı ideolojilerin tümüne karşı sürdürdüğümüz mücadeleyi, Kürt ulusalcılığına karşı da sürdüreceğimizden hiç kimsenin şüphesi olmasın. Zira bu mücadele, tevhid, adalet ve kardeşlik şiarımızın temel bir gereğidir.