Aklım, beğenilmeyen Anadolu’nun nasıl “yeryüzü cenneti”ne dönüştüğü ve “Anadolu insanı”yla iskân edildiğinde kaldı. Bunun bir alt-başlığı, “gerçek Anadolu insanı”nın kim olduğu (katil mi, kahraman mı; sırf Nâzım’a bakacak olsak, hangi İsmaili –Arhavilisi mi, Çolağı mı, İnsan Manzaraları’nın). Bana kalsa, daha birkaç hafta sırf bunu yazarım. Kötüye inat (Ahmet Arif). Geçmişle bugün, idealizm ile realizm arasında nice köprüler kurarak.
Ne ki, güncelliğin hızlanan akışı kimseye böyle bir lüksü tanımayacak gibi. En başta da, Türkiye-Ermenistan protokolleri ve ardından, Bursa’daki millî maç etrafında gelişen olaylar, alınan tavırlar. Herkes değindi, “istemezük” simetrilerine. Bir yanda Baykal, Bahçeli ve Azerbaycan ile diğer yanda Taşnakçıların maksimalizmlerinin, hık demiş yekdiğerinin burnundan düşmüşlüğüne. Aslında bunların sorunu çözmek istemediğine. Tersine, yıllardır –Jirair Libaridian’ın 2000’de Chicago’da kullandığı ifadeyle- “soruna âşık” (in love with the problem) yaşadıktan ve bütün hayatlarını bunun etrafında ördükten sonra; bir yanda “soykırımı kabul ettirme siyasası”nı (genocide acknowledgment politics) ve diğer yanda “soykırımı inkâr siyasası”nı (genocide denial politics) âdetâ kişisel varlık nedenleri haline getirdikten sonra; bu sorun, düşmanlık, hınç, kavga, intikam (her neyse) olmaksızın ne yapacaklarını bilemediklerine. Biraz da, “ne pahasına olursa olsun muhalefet” mantığında taşlaşmışlıklarına. Hem Ermenistan hem Türkiye açısından bu şantaja boyun eğmenin, “köpeğin kuyruğunu değil, kuyruğun köpeğini sallaması”na göz yummak demek olacağına. Kıbrıs’ta bunu çok yaşadığımıza; yettiğine ve tekrarına tahammülümüz olmadığına gayri.
Bunları tekrarlamak değil amacım. Ek bazı notlar düşerim belki gelecek hafta. Özellikle (1) Ermeni diyasporasının gelişmeleri niçin okuyamadığına. Türkiye’nin resmî çizgisinin değişmekte olduğuna dair, 2007’den bu yana çoğalan belirtileri nasıl atladıklarına. (2) Tam hangi işaretlerin üst üste geldiğini, fırsat bu fırsat, toparlama ve birleştirmenin yararına. (3) En önemlisi, hükümetin, “resmî tarih” imaline son veya hiç olmazsa ara vermiş gözüktüğüne. (4) Bu bağlamda, bir dönemin kilit ismi Yusuf Halaçoğlu’nun TTK’dan atılmasının anlamına. (5) Bilvesile, Halaçoğlu’nun tam neler demiş ve yapmış olduğunu yeniden hatırlama ve hatırlatma zorunluluğumuza.
(Hattâ bu çerçevede, belki hem aptal hem hasta bir şahsiyete bile gelir sıra. İsmi lâzım değil; okur-yazar olduğunu sanan bir “sazan”ın son yalan ve provokasyonlarına.)
Olur veya olmaz. Şimdi sırada, gene bu yumaktan türeyen başka bir tema var : Kıbrıs ve Azerbaycan’ın (ve tabii Güneydoğunun) ne ifade ettiği, Türk milliyetçiliği açısından. Yeni değil; ilkin Nisanda tasarlamışım, bu konuda bir şey yazmayı. O sırada (a) Denktaş kıyameti koparmış, Ergenekon bağlamında adının geçmesi üzerine. Pre-emptive bir baraj ateşi açmış sanki, soruşturmanın Kıbrıs’a uzanması olasılığı karşısında. Kahraman TMT’ye leke sürülemeyeceğinden dem vurmuş. (b) Barack Obama’nın gelip gittiği ve Ermenistan sınırının açılmasından daha ilk söz edildiği anda, İlhami Aliyev de çomak sokmaya kalkmış, embryonik barış sürecine. Zorla söz verdirtmiş Erdoğan’a, Azerbaycan’ın talepleri karşılanmadan sınırın açılmayacağına dair. Şimdiki patırtının provası.
Hayli uzun notlar almışım o zaman; iki de başlık bulmuşum : ya “Ulusalcılığın serhadleri” diyecekmişim, yukarıda yeğlediğim gibi, ya da “Ergenekon’un dış kıtaları.” Ama biri ama diğeri, söylemek istediğim her şeyi özetliyor zaten. (i) Milliyetçi saldırganlığın ve/ya “derin devlet”lerin paramiliter kanatları hep birbirine benzer : İTC’nin Teşkilât-ı Mahsusası, İsrail’in Haganah’sı ve sonra Mossad’ı, Cezayir’deki Fransız sömürgeciliğinin Gizli Ordu Örgütü (OAS), IRA, Kıbrıs’ta EOKA ve TMT, Türkiye’de Kontrgerilla ve JİTEM. (ii) Hepsi kanun dışıdır; katildir, vahşidir, korkunçtur, amansızdır. Ve “bizim” kahramanımız (Topal Osman misali) “öteki”lerin umacısıdır daima. (iii) Cinayetlerini –başarırlarsa- sadece “devlet kuruculuk” veya “kurtarıcılık” misyonu aklayabilir.
(iv) Asıl mesele. Böyle bütün karanlık örgütler, er ya da geç kendilerine bir “dış dâvâ” bulmaya muhtaçtır. Bu tür “kirli ama kutsal” savaşlar sayesinde finansman sağlar, “asker” toplar, semirir, başlarına buyruk hale gelir –ve demokrasinin başına belâ kesilirler. “Millî dâvâ”lara gönüllü gidenlerin üslendiği “uc” veya “serhad”ler, her barışçı çözüme direnen “iflâh olmaz”ların (die-hardist) kaleleri ve suçtan suça atlayan darbecilerin eğitim alanları haline gelir.
1950’lerden beri Kıbrıs. Bir ara Bosna. 25 yıldır Güneydoğu. Ve Azerbaycan. Darbelerine, Dışişleri’ndeki lobby’sine, “bir millet iki devlet” efsanesine varıncaya dek. Budur, günümüzün ulusalcılığı için.
Paraşütçü ve pieds noir’ların Cezayir’i gibi, bir çeşit deep spawn’dur. Faşizm fideliğidir.
TARAF