Ulus-devlet ve yurttaşları

“Ulus-devlet” adıyla bildiğimiz toplumsal örgütlenme biçimini Amerikan devrimi ve anayasasına, hattâ, bütün istisnai yapılarına rağmen, İngiliz İç Savaşı ve sonuçlarına bağlayabiliriz. Ama, daha “doğuştan olgun” örnek olarak Fransız devriminden yola çıkabiliriz. Bu örnekte “ulus-devlet” ve onun sınırları içinde yaşayan yurttaşları vardır.

Saydığım bu üç örnek ulus-devlet kuruluşunun ilk ve demokratik (en demokratik) örnekleridir. “Demokratik” kuruluş örnekleri bundan sonra da görülmesine görüldü, ama öyle olmayanların yanında azınlıkta kaldı.

“Demokratik” olmanın türlü türlü biçimi, kuralı, tarzı var elbette. Ben bu yazıda bunun en basit, en temel biçimine değinmek istiyorum: Kurulan devletin yurttaşlarıyla ilişkisi.

Bu konuya girer girmez yaptığımız bir sınıflandırma vardır: “Fransız tipi yurttaşlık”tan ya da “Alman tipi yurttaşlık”tan söz ederiz. Birincinin kuralı, adı “Fransa” olan ülkede yaşamakla ilgilidir. Dolayısıyla da, genel olarak “anayasal” terimiyle kategorize edilen bir yurttaşlık biçimidir. Alman tipi ise “kan” bağına ilişkindir. O nedenle, Polonya’dan biri gelip “Benim büyükannemin büyükbabasının soyunda Alman vardı, adı da Hermann’dı” derse, Almanya onu yurttaşlığa alır. Ama Kastamonu’dan giden Himmet in Almanya’da doğan oğlu Hikmet’e ve onun da gene Almanya’da doğan oğlu Servet’e yurttaşlık “hakkı” tanımaz –ya da, yakın zamana kadar, tanımıyordu.

Şimdi, bu iki farklı ele alış biçiminin “hangisi daha demokratik” diye sorulduğunda, cevap baştan belli. Alman tipi “kan bağı” yurttaşlığı elbette “demokratik” bir ölçü olamaz. Bu, teorik düzeyde şaşırtıcı değil, çünkü Almanya’nın “ulus-devlet” kurma biçiminin içinde, “İşte, bakın, şurası demokratik” diyeceğiniz herhangi bir şey yoktur ya da çok azdır. Pratik düzeyde veya somut tarih içinde baktığınızda da, bu ülkede “kan” kavramı çerçevesinde neler olduğu, neler yapıldığı, zaten bellidir.

Fransa, yaşadığı büyük Devrim dolayısıyla uzun süre Avrupa’da ve dünyada ciddi bir siyasî çekim merkezi oldu. Pek çok ülke, başta anayasa, kurumlarını biçimlendirirken Fransa’yı model aldı. Biz de bu çeşit ülkeler arasındayız. O son derece katı “devlet” anlayışımızda da Fransız etkisi büyüktür.

Dolayısıyla “devlet-yurttaş” ilişkisinde de, Fransa’nın yolundan gittik. Ama nasıl “yolundan gittik”?

Neredeyse her konuda yaptığımız gibi, kâğıt üstünde ve gerçekte yaptığımız iş konusunda tam bir karşıtlık oluşturarak gittik.

“Fransız tipi” devlet, etnik kökenleri ne olursa olsun, bütün yurttaşlarına eşit mesafede duran devlettir. Bizim anayasalar tarihimize bakalım, bunun karşıtı yönde bir eğilim belki hissedersiniz, ama sonuçta, bugün bile, Fransız modeli egemendir.

Ya gerçekte? “Gerçek” deyince işler değişir. Ta işin başından beri, “kâğıt üstündeki” değil de insanların “zihnindeki” model, Alman modelidir. Yani, temeli “etnik” olan modeldir. Yıkılan bir “mülti-etnik” imparatorluktan doğan ve bunu kaybedilmiş bir savaş sonrasında uluslararası bir konferansla hukukî teminata bağlayan bir “ulus-devlet” olarak, Hürriyet gazetesi gibi rahatlıkla “Türkiye Türklerindir” diyemedik. Ama şu ikide birde askerlerin gelip değiştirdiği, gerçek anlamda sadece bir “talimatname” olan “Anayasa”da değil de, gönlümüzde taşıdığımız “Türkün Amentüsü”nde, her zaman Hürriyet’in sloganına inandık.

Onun için, “eğitim” adı altında sadece ve sadece bunu almış ve kabul etmiş “necip” Türk milleti, bu ayrımın da (kâğıt üstünde ve gönülde olanın ayrımı) farkına varamadan, bugün yaşadığı “millî trauma”ları yaşıyor.

TARAF