Uçup Kaçmadan, Kalblerimize Sefer Edemez miyiz?

SELAHADDİN E. ÇAKIRGİL

secakirgil@yahoo.com

Önce, bir kaç kesit..

 

İst.-Aksaray’da Horhor mıntıkasında bir câmiin imamı olan Mahmûd Bayram Hoca vardı. Allah rahmet eyleye, 20 küsur yıl öncelerde dünyamızdan ayrıldı. Değerli bir zât idi..

Bir gün şöyle bir vak’a anlatmıştı:

‘Câmimize, cemaatimiz arasına emekli subay olduğu söylenen bir kişi de dâhil oldu. Üzerinde, yeşilimtrak bir cübbe, bir sarık, bir 99’luk tesbih.. Namazdan sonra, camiin bir kenarına çekiliyor, genç insanlar gidip elini öpüyorlar. Ben ise, namazdan sonra, bu tabloya esefle bakarak hoca odasına gidiyor ve bu durumun sebebini anlamaya çalışıyorum.. Yahu, 40 yıllık hocayım, ne kimseye el öptürdüm, ne el öpülmesini bekledim.. Ama, bu kişinin etrafında öbekleşen gençlerin giderek çoğaldığını gördükçe, hayıflanıyorum!’

Böyleleri bugün de yok mu çevremizde?

*

Diyanet İşl. Başkanı Prof. Mehmed Görmez, geçen yıl yaptığı bir konuşmada; ‘Biz ilâhiyat tahsil etmiş akademisyenlerden birisinin bir konferansı ilân edilse, 100-200 kişi bir araya gelmez. Ama, çoğu tahsil mertebelerinden bile geçmemiş, şeyh denilen bir takım kimseler, bir toplantı yapacak olsalar, Anadolu şehirlerinde bile 10-15 bin kişi toplayabiliyorlar.

Bu olgunun sosyolojisini tahlil etmek ve anlamak zorundayız..’  kabilinden bir söz şöylemişti.

Evet, bu da toplumumuzda hemen hergün görülmekte olan bir acı gerçek değil mi?

*

Âyetlere ve hadis-i nebevî  rivayetlerine dilediği mânâlar vererek yorumlamakta maharet sahibi olan ve hokkabazlık yapmayı da elde bırakmayan ‘ekran gülü’  bir zat, geçenlerde, hadis diye bir metin okuyor ve hemen ekleyerek, ‘Bunu hadis kitablarında bulamazsınız, çünkü bunu ehlullah ve evliyaullah mânâ âleminden almışlardır..’ diyordu.

Böyle diyen bir kişiye, ne diyebilirsiniz?

Bu gibilerden birisi, yazdığı bir kitabın girişinde kendi şeyhi olduğunu iddia ettiği bir kişiye öylesine övgüler sıralamıştı ki, insan hayretlere düşüyordu. Zannedersiniz ki, o kişi, fevkalbeşer / insanüstü birisidir. Hattâ, o kişinin, şeyhinin simâsında neyin veya kimin veya nelerin veya kimlerin tecelli ettiğine dair öyle sözleri de var ki, eleştiri kabilinden olsa bile, onları burada tekrar etmek, o kutsal mânâ ve mefhumların üzerine leke sıçratmaya sebeb olabilir diye bundan kaçınıyorum.

Bu hususta, rahmetli bir müslüman şair mütefekkirin, 50 yıl öncelerdeki yazılarında dile getirdiği,  ‘Herkes şeyhini o kadar yüceltebilir ki, onu diğer bütün şeyh veya mürşidlerden önde görebilir; taa, nübüvvet sınırlarına kadar.. Ama, nübüvvet çizgisine yaklaştırıldı mı, işte orası ateştir, yakar..’  kabilinden, güyâ şer’î sınırları gözetliyormuş gibi açıklamalarının, bu gibi yanlışların ivme kazanmasına daha bir yol açtığını ve bu sözlerin, avanak avcılığına çıkanların ekmeğine yağ sürdüğünü hemen her gün etrafımızda görüp duruyoruz.

*

İçinde İslamî konuların yazıldığı zannedilen 600 sahifelik kalın bir kitab vardı..

Kitabı hazırlayan kişi, kendi şeyhine 45 sahife kadar bir bölüm ayırmıştı.. Diğerlerine 3-5 sahife ayırırken, kendi şeyhine bu kadar yer ayırması, onu ne kadar yüksek mertebede gördüğünün bir işareti idi..

O kişinin ‘veliyullah’ ya da evliyaullahdan olduğu gibi yüceltici nitelemeler de zâten bu anlayışın pekiştirilmesi içindi; sanki, birilerinin ‘Allah dostu’ olduğuna dair kendi ellerinde bir mihenk taşı varmış gibi..  Kitabı yayına hazırlayan kişi, bir yaz gecesi, şeyhini Üsküdar’daki evinde ziyarete gittiklerinde, o yüce zâtın, evinin balkonunda, ayın 14’üne nur depolarken görüldüğünü yazabiliyordu..

Bu kadar komik, akıl ötesi şeyler nasıl yazılabilir?

Evet, yanlış okumadınız, o ‘super mürşid’, ayın 14’ünün, ayın o dolunay halinin nûrunu az görmüş ki, ona nûr depoluyor!

‘Allah’ım, Sen, aklımızı koru!’ demekten başka söyleyecek söz bulamıyor, insan..

*

650 yıl öncelerde yaşamış olan ve (Tebriz’in güneyindeki Şebuster şehrinden olduğu için o şehrin adıyla anılan) ve (Gülşen-i Râz / Sırlar Gülistanı) isimli ünlü eserin müellifi Mahmûd Şebusterî’ye o zamanın uçan-kaçan tiplerinden söz ederler.. ‘Filan kişinin su üzerinde yürüdüğü görülmüştür..’ diye..

Şebusterî cevabı yapıştırıyor: ‘Ördekler, kazlar, karabataklar da yürüyorlar su üzerinde..’

Bunun üzerine, ‘Efendim,  o, havada da uçuyor..’ diyorlar..

Bunun üzerine yine aynı mantıkla karşılık veriyor: ‘Kargalar da uçuyor..’

Ve, ekliyor: ‘Bırakınız uçmayı, kaçmayı.. Bu kişiler kendi kalblerine sefer edebilmişler midir?’

Evet; mes’ele, o zaman da , bugün de bu..

*

Allah selâmet versin, Karaman’ın seçkin isimlerinden Muzaffer Can Hoca ile bir gün bu gibi konuları konuşurken, konunun gelip dayandığı noktayı söylemişti: ‘Uçup kaçmadığınız, hokkabazlık yapmadığınız takdirde, halkı kendinize o şekilde çekmeniz mümkün değildir..

Bu sözlerde de, geniş halk kitlelerinin, bu gibi yanlışlıklara ne kadar prim verdiklerinin acı bir feryadı gizli idi..

*

Gelelim, F.G.’ye yüklenen keramet iddiaları konusuna..

Nureddin Veren isimli bir şahıs, Pennsylvania şeyhiyle olan 35 yıllık beraberlikleri üzerine bir tv. kanalında 2,5 saate yakın öyle şeyler anlatıyor ki.. Youtube’a da konulmuş o konuşma.. Anlattıkları karşısında insan hayret ediyor.. Onu tanıyanlar ise, onun yalancı birisi olduğunu söyleyemiyorlar, sadece, ‘şeyhine ihanet eden bir hain’ olduğunu söylüyorlar. O da kendilerini suçlayan eski arkadaşları için, o kişinin ardından körükörüne gittikleri gibi suçlamaları yapıyor. 

Bu kişi sıradan birisi değil.. Şeyhinin bütün malî işleri de onun üzerinden yürütülüyormuş, iddiasına göre.. Ama bu kişi, şeyhinin,. Hemen her konuda taqıyye yaptığını ve ayrıca, etrafındaki kimseleri de birbirine karşı kullandığını ve herbirisini birbirinden uzak tutmaya yönelik entrikalar ürettiğini vs. iddia ediyor..

Dinleyicilerinden birisi mesaj göndermiş,  ‘Eleştirdiğiniz bu konuları anlamak için 35 yıl beklemeniz mi gerekiyordu?’ diye..

O da, ‘Evet, ben 35 yıl aldandım, ahmaklık ettim,, sizin de aynı şekilde ahmak durumuna düşürüldüğünüzü 35 sene sonra anlamak durumuna düşmemeniz için şimdiden durumu izah ediyorum..’ diyor, özetle..

*

Latif Erdoğan isimli bir kalem adamı var. Şahsen tanımıyorum. Yazılarını da fazla okumuş değilim. Ama, hadiseleri, gelişmeleri, dikkatli ve kendi fikriyle ve kalbiyle ölçüp biçen bir müslüman olduğu, genel havasından çıkarılabiliyor, bence..

Bu kişi de, F. G.’nin yakın çevresindeymiş son aylara kadar.. Geçen Haziran-Temmuz aylarında patlak veren İst.- Taksim/ Gezi Hadiseleri’nden beri, içinde olduğu cemaatin ikircikli tumumundan ve gizlice bu hadiselere sempati ile yaklaşmasından rahatsız olmaya başladığı anlaşılıyor.. Şimdi ise, F.G.’nin diğer temel yanlışlarından bazılarını dile açık açık getiriyor. Aşkın gözü kördür denilir. Kişi, birisine olan muhabbeti yüzünden gerçekleri göremeyebilir. Ama, bir kez şekke düştü mü de, geçmişte bazı yanlışları niçin göremediğine hayıflanır insan.. Lâtif Erdoğan da herhalde böyle şimdi.. Eeçmişte, F. G’nin kendisine söylediklerini şimdi şimdi farkediyor gibi bir hava yansıtıyor.

Latif Erdoğan’ın dediklerine bakılırsa, F.G, kendisine, ‘Allah’la konuştuğunu, Allah’u tealâ’nın kendisine, ‘Bu âlemleri Muhammed için halkettim, senin için de devam ettiriyorum..’ dediğini aktarıyor. Yani, onun yüzü suyu hürmetine varız, demek oluyor şimdi..

Allah Allah..

(Kaldı ki, Hz. Peygamber (S) hakkında hadis-i kudsî diye rivayet olunan ‘Sen olmasaydın, sen olmasaydın; âlemleri yaratmazdım..’  şeklindeki söz, aynı kalıp içinde, Hz. İsâ (a) için söylenmiş bir söz gibi gösterilerek, İncil’de de vardır.)  

Latif Erdoğan’ın aktardığına göre, F.G. ayrıca, ‘Ben, hiddetlenirsem, dışarıda kasırgalar, tufanlar meydana gelir..’ gibi sözler de söylemiş..

Lâtif Erdoğan, kendisine, ‘Siz bunları kendisiyle konuştunuz mu?’ diye soran sunucuya, ‘Hayır konuşmadım, bu bir şathiyedir, bir istiğrak, bir vecd halinde söylenmiş olabilir, geçmişte de böyleleri söylenmiştir, (manevî) sarhoşluk hali geçince, bu tekrarlanmaz..’ diye düşündüğünü ifade ediyor ve şimdi daha bir hayretle onun yanılgılarını yeni yeni görmeye başladığı anlaşılıyor.

*

Latif Erdoğan böyle dediğine göre, birileri de latife yapıp, ‘Yoksa, Amerika’da sık meydana gelen tufanlar, kasırgalar, tayfunlar F.G’nin kızgınlık ânının mı sonuçlarıdır?’ diye soruverse, nasıl olur?

Eğer öyleyse, Amerika’lılar akledip de kendisinden bu konuda bir yardım istemek durumunda olmasalar bile, kendisi himmet eyleyiversin!!.

Böylesine bir kişinin bu lafları üzerine, Tayyîb Erdoğan aleyhinde bizzat yaptığı o korkunç beddua çılgınlığının henüz de tutmamış olması ise, bir ayrı konudur..

F.G.’nin böyle bir söz söylemiş olması uzak bir ihtimal değildir. Onun, benzer daha nice konularda yığınla açıklamaları da var ki, onu, bu konularda problemli, hattâ bir klinik vak’a konumuna düşürmektedir. Kendisine bağlı bir tv. kanalında yayınlanan bir dizide, bir grup kişinin, ‘Gel Ya Resulullah..’ diye yakarmaları, salâvat getirmeleri üzerine, bir kamyonun kasasına gökten bir nûr indirilmesi sahnesinin bile kendisinin özel izni ile hazırlandığı ortaya çıkmadı mı? Türkçe Olimpiyadları’nı izleyenler arasında Hz. Peygamber’in bulunduğunu; ya da, Tayyîb Erdoğan aleyhindeki ‘tweet’lerin ikiye katlanması için, Hz. Peygamber’den emir geldiğini yaymamış mıydı, bağlıları arasında..

Aynı kişi, ‘Küçük Dünyamdan Notlar..’ isimli kitabında da, 30 sene öncelerde, kendisinin fevkalbeşer bir insan olduğu kanaatini uyandıracak şekilde, acaib veya harikulâde şeyler söylemiyor muydu?

Kezâ,  o, bir başka kitabında da, Hz. Meryem tarafından ve mucizevî şekilde babasız olarak dünyaya getirilen Hz. İsâ’nın babasının kim olduğu hakkında, burada tekrarlamaktan istemediğim şekilde son derece tuhaf iddiaları da, ‘aksi isbatlanmadığı müddetçe bu da  sözkonusu edilebilir..’ gibi bir gerekçeyle sözkonusu etmemiş miydi?

*

‘Kötü örnekler’ genellendirilmemeli de temizleme gerekmiyor mu?

Ne kadar ilginçtir ki, bu uçup kaçan ve şeyh vs. diye arkalarından gidilen kişilerin sergilediği iddia olunan fevkalâde halleri, İslam’ın nice büyük şahsiyetleri sergilememişken..

Materyalist çağın buhranları içinde bunalan insanları, akıl ötesi bir takım mistik yönelişlerle kendilerine çekmeye çalışanların avanak avcılığına çıkmak olarak nitelenebilecek açıkgözlülüklerine nasıl itibar olunabilir?

 

Tamam, herkesin aynı şeyi düşünmesi mümkün olmadığı gibi, herkesin aynı duyguya sahib olması da beklenemez. Ama, bu kadar uçuk-kaçık görüşleri kabullenmek, sadece bir düşünce veya duygu farklılığı olarak algılanamaz, izah edilemez ve hoş görülemez, herhalde.. 

*

Elbette, bir takım kötü örneklere bakarak, bütün bir camiadaki iyi örneklerin lekelenmesine gitmek, bir genelleme yapmak doğru değildir. Ama, bu gibi yanlışları o iyi ve sağlıklı kesim kendi içlerinden atamazsa,  bir sepet elma içindeki bir çürük elmanın, oradan atılmadığı takdirde, diğer bütün elmaları da çürüteceğini; ama, o bir sepet sağlam elmanın, bir-iki çürük elmanın çürümesini durduramıyacağını unutmamak gerekir.

Bugün, son aylardaki gerilimin temelinde, böyle bir çürümenin kendisini gizleyip, sonra bütün bir bedeni sarmaya doğru ilerlediği gibi bir durumun ortaya çıktığı görülmektedir. Tayyîb Erdoğan, bu konuda ‘iyiniyetlerinin kurbanı olduklarını ve aldandıklarını’  itiraf ediyor ve tabiatiyle, içten ve arkadan, gizlice hançerlenmiş olmanın acısıyla ve bir cemaati arkasından sürükleyen bir örgütlü yapının ülkenin siyasî dengelerini değiştirmek gibi entrikalar peşinde olduğunu görerek, bunlara karşı sürekli ve ağır -ve amma, sanıyorum- haksız olmayan suçlamalar yapıyor. Erdoğan’ın bu suçlamalarını, seçimlere kadar giderek artan bir tonda sürdüreceği anlaşılıyor.

Eğer mahallî seçimlerde bu örgütlü yapının, elindeki bütün medya imkanlarıyla ve ev-ev dolaşan ‘abla’  denilen gönüllü hanımların ‘AK Partiye’ye oy vermeyin’ şeklindeki propagandalarının, mahallî seçimleri etkileyip etkilemiyeceği, 30 Mart akşamı görülecek..

Eğer, o gün, Pennsylvania çıkışlı bu örgütlü yapının etkisi görülür de AK Parti, beklemediği bir oy düşüklüğüne uğratılırsa; o odak, etkilerini, 10 Ağustos 2014 tarihinde yapılacak olan ve ilk kez, halk tarafından seçilecek olan cumhurbaşkanı seçiminde de sürdürmeye çalışacak; C. Başkanı olmak isteyenler de o güç odağının desteğini almak için bir takım muamelelere girmek gereğini duyacaktır. Tabiatiyle, böyle bir güç odağı ortaya çıkarsa, 2015 Haziranı’nda genel seçimlerinde de netice almaya çalışacaktır.

 

Yolsuzluk hep olur; aslolan, ona karşı mücadeledir!

Bu örgütlü yapının mahallî seçimlerde beklediği netice tahakkuk etmezse, onun gücü büyük çapta kırılmış olacaktır. Tayyib Erdoğan da, onların önümüzdeki seçimlerle ilgili bu üç merhaleli hesabını, daha ilk merhalede etkisiz hale getirmek için çırpınıyor.

Erdoğan, gerçi her seçime cansiperâne bir çabayla giriyor, ama, bu kez, daha bir hırslı..

Ancak, Erdoğan’ın bu noktaya eğildiği kadar, yolsuzluklarla mücadeleye de konuşmalarında ısrarla ağırlık vermesi gerekiyor.  O ise, sadece, ‘Bunca hizmetler yapılıyorsa, yolsuzluk olsa yapılır mıydı?’  demekle yetiniyor. Halbuki, bir yönetim, çok başarılı hizmetler yapsa bile, yolsuzlukları önlemekte aynı başarıyı gösteremeyebilir. 80 milyona yakın nüfusu olan her bir ülkede de bir çok yolsuzluklar olabilir.

Kaldı ki, 17 Aralık’ta çarkları döndürülen entrika tezgahıyla gündeme gelen yolsuzluk iddiaları sadece o kadarsa, devede kulak mesâbesinde bile değildir. Deveyi hamuduyla birlikte yutan nice büyük sermaye grupları var ki, bu hengameden istifadeyle, kanuna uygun olan veya olmayan nice yolsuzlukları, hırsızlıkları, gerçekleştirmişlerdir. Evet, kanuna uygun yolsuzluk ve hırsızlıklar var ki, onları yapanlar, kanûnen ‘ter-temiz’dirler!.

O halde, yolsuzluklarla mücadele edildiği vurgulaması daha güçlü sergilenmelidir, herhalde..

Ne  var ki, bu noktada halkımızın anonim kültüründe bu konuya nasıl bakıldığı da bir ayrı mes’eledir. Nitekim, merhûm Turgut Özal’ın, ‘Benim memurum, işini bilir..’ sözü anlayışla karşılanmış; Fuzûlî’nin hem de 500 yıl öncelerde Muhteşem Süleyman zamanında yazdığı şikayetnâmesinde,  ‘Selâm verdüm rüşvet değildir deyu almadılar..’ şeklindeki yakınması da, ‘Selam verdim, belki rüşvettir deyu aldılar..’ şekline dönüştürülerek halkın dilinde pelesenk olmuştu.

Bu bir yanlış kültür mes’elesidir.. Halkımızın kültüründeki en zayıf noktalardan birisi de bu olsa gerek.. Yolsuzluklar yapılmasa bile, yapılmış olabileceği ve bunun da tabiî karşılanması gerektiği ve ‘Çalışsınlar da, yerlerse yesinler; bu, çalışmadan yemelerinden daha iyidir..’  gibi bir mantığın terkedilmemesi bir ayrı faciamızdır.

Elbette, bu konuda, hep Erdoğan’ın konuşması sıkıcı oluyor denebilir. Ancak, hem kitleler bizzat onun ağzından duymadıkları sözlere pek itibar etmiyorlar; hem de, AK Parti içinde de henüz tarafını net olarak koymakta tereddüd eden kimselerin olduğu anlaşılıyor. Nitekim, 7 Mart akşamı, Erdoğan’ın bir tv. proğramında, bu konuyla ilgili konuşurken, partisinin bazı m.vekillerinden ayrı olarak hattâ bazı bakanlarından bile, bu konuda  biraz daha cesaretli bir tavır sergilemelerini beklediğini dile getirmesi bunu gösteriyor.

Bu konuda herhalde, en fazla tereddüdlü davrananların başında Bülend Arınç gelmekte..

Çünkü, Başbakan, Pennsylvania şeyhi’ni, en ağır şekilde suçlarken; Arınç, ‘Muhterem hocaefendi, bir konuşsa memlekete huzur gelir..’ gibi cümleler kurarak, kendi kafasındaki hükûmet etmek acziyetini ortaya koyuyor.

Ki, Arınç, benzer açıklamalarında da sık sık çamlar devirmekte.. Meselâ, ‘17 Aralık Operasyonu’ tutuklularının hepsinin de mahkemece, geçtiğimiz hafta serbest bırakılması üzerine, ‘17 Aralık tutuklularının serbest kalması vicdanları kanatmıştır..’  diyordu.

Tayyîb Erdoğan ise, aynı konuda, ‘adaletin gerçekleşeceğine inanıyordum..’ şeklinde konuşuyordu. Hukuk mantığı açısından, her ikisinin beyanı da yanlıştı.

Çünkü, kişilerin tutukluluk hallerinin sona erdirilmesiyle adâlet, gerçekleşmiş olmaz. Adâletin -hukukî formalite açısından- gerçekleşmesi, dosyanın kapatılıp yargılamanın sonlandırılması veya hükmün kesinleşmesinden sonra olur.

Haydi, Erdoğan hukukçu olmadığı için, ifadelerinde öyle bir yanlışlık oldu diyelim; ama, bir avukat olan Arınç’ın, ‘o tutukluların serbest bırakılmalarının vicdanları kanattığını’ söylemesinin hiç bir izahı yoktur.

Çünkü, kişilerin tutuklanmaları veya tutukluluklarına son verilmesi, birilerinden intikam almak veya birilerini memnun etmek için olamaz, modern bir devlet yönetiminde..

Bu gibi konularda, Arınç veya başka Bakan’ların da var olduğunu imâen beyan eden Tayyîb Erdoğan’ın işinin o kadar kolay olmadığı anlaşılıyor.

*

Bütün bunlardan sonra, yazının başlığındaki sorunun cevabını vermeye  çalışalım.

Uçup-kaçmaları veya nice ölçüsüz lafları inancımıza nisbet ederek, nereye varabiliriz, sahi?

*