Türkiye’deki Özgürlük Ortamı ve Müslümanlar

ABDULHAKİM BEYAZYÜZ

“Sen, sana tabi olanlarla beraber emrolunduğunuz gibi dosdoğru olun. Ve sakın azmayın. Şüphesiz O, yapıp ettiklerinizi görmektedir.” (Hûd; 112)

Bugünkü hutbemizde Türkiye’deki özgürlük ortamıyla ilgili konuşacağız inşallah.

Bildiğiniz gibi yakın zaman içinde cumhurbaşkanlığından başbakanlığa kadar bir değişiklik söz konusu oldu. Ve bu değişiklikte de çoğunlukla muhafazakâr kesimin temsilcisi olarak kabul edilen liderler başa geçti. Acaba bunlardan hareketle bizler meselelere ne şekilde yaklaşmalı, olayı nasıl okumalıyız? Acaba biz, peygamberlerin çizgisinin bu çağa hâkim olmasını isteyenler, bu gelişmeler sonrasında isteklerimize ulaşmış mıyız? Bunların üzerinde durmaya çalışacağız inşallah.

Her şeyden önce meseleyi değerlendirmeye Osmanlı sonrası Cumhuriyet’in kuruluşundan başlamak gerekir. Osmanlı her ne kadar İslam’ın istediği oranda bir yönetimi ortaya koymada çok iyi bir konumu temsil etmiyorduysa da, meşruiyet kaynağı olarak vahyi görüyordu. Ama tıpkı Ortaçağ sonrası Rönesans, Aydınlanma ve Sanayi Devrimiyle Avrupa’nın yaşadığı durumu bizler Cumhuriyet’le yaşamaya başladık. Bunun sonrasında Cumhuriyet’in ilanıyla beraber Batılılaşma peşinen kabul edildi ki zaten Lozan da İngiltere, Fransa vb. ülkelerle bu zeminde yapılmıştı. Rıza Nur’un anılarında anlattığı gibi İslam havzasından, kendi değerlerinden vazgeçmeyi taahhüt etmenin de anlaşmaya varmada önemli bir etkisi vardı.  Batı ile  “Zaten sizin gibi olmak istiyoruz. Sizin izinizde gidecek ve sizin gibi bir yaşam tarzını ülkemizde oluşturacağız. Bizim ülkümüz, hedefimiz sizsiniz.” temelinde anlaşılmış ve bunun üzerine bir antlaşma yapılmıştı.  

Sonrasını biliyorsunuz. Vahiyden öte ancak aklın, bilimin referans kaynağı olacağı açık şekilde deklare edildi. Bırakın meşruiyet kaynağı olarak vahye atıfta bulunmayı, açıkça ona karşıt bir konumda daha çok Fransa’daki jakoben laiklik tarzında bir laiklik inşa edilerek baskıcı bir şekilde toplum, dinin karşıtlığına yönlendirildi. Laiklik ilan edildi, Arapça alfabe kaldırıldı, halifelik lağvedildi, “İslami kisveler” diye bilinen İslami kültürden kalan bütün giyim kuşam tarzları yasaklandı ve bunun yerine Batıyı temsil eden elbiselere örnek olarak şapka zorunlu tutuldu. Buna karşı çıkanlar da en şiddetli biçimde cezalandırıldı.

Şüphesiz bu bir hal değiştirmeydi. Hem de çok keskin bir virajla. Şüphesiz Mustafa Kemal, “İlim en hakiki mürşittir” derken burada tercihini ortaya koyuyordu. Kendi tercihiyle beraber elbette Türkiye Cumhuriyeti’nin de tercihini… Çünkü o, tek hakim idi. “Bilim en hakiki mürşittir.”; bununla “Vahiyden öte insan aklının ve duyularının sonucunda elde edilen bilgi, bilim bizim tek rehberimizdir.” deniliyordu. Burada o kadar baskıcı bir sistem oluşturuldu ki, birçok insan Kur’an okumaya bile imkân bulamadı. İmkan bulup da okuyanlar “mürteci” (gerici) diye hapsedildi. Asker marifetiyle evlere baskın yapıldı. Arapça yazılı kitaplar toplatıldı. Evlerinde bu tür kitaplar bulunanlara, evlerinde eroin bulunmuş gibi muamele yapıldı. Mustafa Kemal’in ölümünü müteakip de bu zulümler son bulmadı. Tam aksine İnönü’nün başa gelmesiyle bunlar daha da şiddetlendi. Öyle ki buna belli oranda karşı çıkanlar da ancak kendilerini bu sisteme nispet ederek bir muhalefet yürütme imkanı bulabildiler. İşte Adnan Menderes bunun örneğidir. Menderes laiklik konusunda hiç de şüphesi olan bir insan değildi. Celal Bayar, “Atatürk’ü sevmek ibadettir!” diyen bir devlet adamıydı. Buna rağmen bunlar bile Mustafa Kemal’in ilkelerinden sapmışlar diye değerlendirildi. Niçin? Çünkü halkın değerlerine en ufak bir meyil sapma olarak görülüyordu. Tıpkı 28 Şubat’takilerin tarzları gibi… Bundan dolayı aslında İslami bir kimlikle alakası olmayan, sadece halkının değerlerine biraz daha müsamahakâr yaklaşan bir Adnan Menderes bile idam edildi. Bununla da yetinilmedi, aslında yine onlardan farklı olmayan örneğin bir Süleyman Demirel’e karşı defalarca ihtilal yapıldı. Yaşam tarzını bilmemize rağmen Turgut Özal hep “öteki” diye algılandı.

İşte böylesi bir ortamda ortaya çıkan Ak Parti diğerlerinden farklı bir çizgi izlemedi. Ak Parti’nin tüzüğüne bakarsanız 4. Bölümün 8. Maddesinde şunu görürsünüz:  “Devlet bütün dinlere karşı tarafsızdır. Onlardan yana da, onlara karşıt da bir konumda olamaz, olmamalı.” Bu, aslında bir boyutuyla Anglosakson tarzı laikliğin tarifidir. Yani nihayetinde burada bunu savunan Ak Parti laikliği yine kabulleniyor. Yine hükmün Allah’a ait olduğu ve bunun referansının ancak vahiy olduğunu hiçbir şekilde söyleme imkanına sahip olmuyor, olamıyor. Sadece şunu söylüyor: Fransa tipi laiklikten öte İngiltere ve Amerika tipi laiklik modelini istiyoruz. Anglosakson tarzı bir özgürlük…

Bu noktada şunu unutmamamız lazım: 1920’lerden sonra CHP’nin ilkeleri olan 6 ok, 1937 yılında Türkiye Cumhuriyeti’nin anayasasına girmiş ve devletin ilkeleri haline gelmiştir. Bundan dolayı her parti, mevcut koşullarda en temelde bu ilkeleri kabul etmeden bir siyaset yapma imkanına sahip değil. Herkese CHP kimliği dayatılıyor. Bu sebeple eğer siz bu siyasette var olacağım diyorsanız, önünüzde başka bir yol olmadığını bilmelisiniz. Bu husustan dolayı siyasileri anlamak gerekiyor. Siyasilerin yaptıkları doğrudur anlamında değil, Türkiye’deki şartları bilmek anlamında. Bu sebeptendir ki Ak Parti askeriyeye görece mevzi kaybettirildikten veya vesayet geriletildikten ve ekonomide birazcık mesafe kat edildikten sonra bir yandan “Biz, 1400 yıl önce Mekke’nin sarp kayalarına inen değerlerin takipçisiyiz.” diyor (takdir edersiniz ki bu vahye vurgudur) ama diğer yandan da pekâlâ bakanları “İçki artırımını 3 kat arttırdık” ya da “Size hizmet etmek istiyoruz. İzmir körfezinde hiç pis koku almadan rakınızı içebileceksiniz” diyor; ya da rahatlıkla “Ekonominin dini imanı yoktur” diyebiliyor. Bu, Türkiye’deki şartların dayattığı bir durumdur.  Yine bu, Türkiye’de aslında özgürlüklerin çok sınırlı olduğunu görmemizi sağlayıcı bir veridir. TC anayasasının 21. maddesinde “Hayatın herhangi bir bölümünü dine göre düzenlemenin teklifi dahi yapılamaz” deniliyor. Bundan dolayı eğer siz bu topraklarda resmi yetkiliyseniz “İçki kötüdür, uzak duralım” diyebilirsiniz ama “Allah içkiyi yasaklamıştır. Ey Allah’ın kulları, içkiden uzak durun!” diyemezsiniz.

Dolayısıyla TC içinde yapılan bu mücadelelerin söz konusu şartlarda yapıldığını ve muhalif olanların da aslında kendilerine yapılan baskıdan dolayı Atatürk ilke ve inkılapları, CHP’nin ilkelerini ve kimliğini kabul etmeyle beraber bir mücadele yürütebildiğini bilmemiz lazım. Böylesi bir ortam içinde dahi (1950’leri hatırlayın) insanların ölülerini gömerken nasıl yıkayacağını bilemedikleri ya da namazda neler okuyacaklarını bilemedikleri bir durumda İmam-Hatip okullarının, ilahiyatların, dinî vakıf ve okulların teşvik edildiği bir zaman dilimine gelmiş olmak elbette Türkiye toplumu için güzeldir, hayırdır, iyiliktir. Ama bunun yeterli olabileceğini düşünmek ya da meselenin çözülebildiğini zannetmek büyük bir yanılgı olacaktır. İşte böyle bir yanılgıya düşmemek için de Türkiye şartlarını bilmek lazım. En temelde muhalif olanlar bile Mustafa Kemal’i kutsamak zorundalar. Çünkü 1951 yılında “Atatürk’ü koruma kanunu” çıkarılmıştır. Buna göre onu ve uygulamalarını eleştirmek, hakaret etmek vs. suçtur. Hoş, biz zaten kimseye hakaret etmiyor ve bunun yapılmasını da tasvip etmiyoruz. Ama bizler herhangi bir insanın düşüncelerini doğru bulmuyorsak –ki biz Mustafa Kemal’in düşüncelerini ve ilkelerini doğru bulmuyoruz- bunu rahat bir şekilde ifade edebilmemiz lazım. Eğer halk bunu istiyorsa, o zaman bunu isteyen halka inançlarına uygun şekilde bir muamelenin yapılması ve eğitimin verilmesi lazım. Bunlara dönük bir özgürlüğün sağlanması lazım.

Bu nedenle Türkiye’de peygamberlerin çizgisinin takipçisi Müslümanlar olarak hiçbir şekilde Ak Parti ile kendimizi özdeşleştirmemiz gibi bir durumun içine giremeyiz. Elbette ki halka en yakın duran; politikaları, halkın İslami değerlerine uygun olan siyasi hareket bugün itibariyle Ak Parti hareketidir. Bu ayrı, özdeşleşmek ayrı. Hayır, biz AB’yi stratejik bir hedef olarak ortaya koyan bir politikayı doğru bulmuyoruz. Avrupa’nın veli edinilmesini doğru bulmuyoruz. Biz Mustafa Kemal’in ilkelerinin kabullenilip kutsandığı bir anlayışı doğru bulmuyoruz. Biz vahyin dikkate alınmadı, ona atfın yapılmadığı bir durumu doğru bulmuyoruz. Biz mevcut şartlar içerisinde böyle bir çalışma yapanları her ne kadar onların yöntemlerini benimsemiyorsak da onları anlıyoruz ama çalışma tarzlarını benimsemiyoruz. İşin bu kısmının farkında olarak biz, peygamberlerin çizgisinin hakimiyeti için bağımsız bir tarzda bu toplumun yeniden inşa olması için gayret göstermeliyiz. Biz meselelerin çözümünü devletten beklememeliyiz. Vahye ve peygamberlerin yolunun doğruluğuna inanan Müslümanlar olarak buna uygun şekilde gücümüzü birleştirmek, toplumu eğitmek, toplumun gidilmeyen kesimlerine gitmek ve toplumu dönüştürmek suretiyle tabandan tavana doğru bir değişimi gerçekleştirmeyi hedeflemek zorundayız. Elbette ki bu yürüyüşümüz sürecinde kendileriyle diyalog halinde olduğumuz ve ittifak yapacağımız ve dolayısıyla kısmi anlaşmalar yapacağımız siyasi hareketler olabilecektir. Ama bizim tarzımız vahyin sınırlarının dışına çıkamaz, onun belirlediği ilkeleri taşamaz.

Bu sebeple Türkiye’deki gelişmelerden elbette memnun olalım; çünkü hizmetçi bile yapılmayan başörtülüler bugün birinci hanım statüsündeler, cumhurbaşkanı eşleriler, doktorlar, milletvekilidirler vs. Bu elbette ki bir gelişmedir, güzelliktir, olumluluktur. Ama buna kanmamalıyız. Bunun bizi aldatmaması lazım. Tersine reel politiğe teslim olmadan tümüyle Kur’an’ın bize sunduğu inanca, onun öngördüğü ahlak ve pratiğe sahip olarak bu toplumun dönüşümü için tıpkı peygamberlerin uğraş verdikleri gibi bitmek bilmez bir çaba ve arzuyla gayret göstermeliyiz. İşte o zaman Allah’ın izniyle bugünkü özgürlüklerin çok ilerisinde haklarımıza kavuşma imkanımız olacaktır. Çünkü rabbimiz “Bir toplum kendisini değiştirmedikçe biz o toplumu değiştirmeyiz.” (Ra’d; 11) diye buyuruyor. Biz toplum olarak kendimizi değiştirelim ki Allah da bize gaybi yardımlarını lütfetsin ve bugünkünden çok çok daha ileri, vahyin merkeze alındığı, onun ahlaklaştırıldığı dönemleri inşallah görebilelim.

Rabbimiz bunu görmeyi ve buna katkı sunanlardan olmayı bize nasip etsin.