Tuhaf bir ülke

Geçtiğimiz hafta, Bülent Arınç’ın evi çevresinde dolaşan subaylar olayıyla, bunların orada oturan bir başka subayı izlemekle görevli olduğuna dair Genelkurmay açıklamasıyla, yeni bir “sansasyon” ortamına girdik. Bu durumlarda hep olduğu gibi, bunların hiçbir anlamı olmadığına dair yazılar da yazıldı. Ne olduğuna dair hiçbir bilgim olmadığına göre, bir yargıda bulunmama da imkân yok. Ama kâğıt yutmaya çalışan bir adam, eğer bu anlatılan doğru ise, herhalde epey ilginç, mutlaka araştırılması gereken bir işin içindedir diye düşünmemek elde değil.

Bu arada, Leyla İpekçi’nin, Yıldıray Oğur’un, bu ülkenin geçmişinde yaşanan benzer olayları hatırlatan yazıları çıktı. Benim de aklımdan sık sık geçirdiğim bir tema bu. İnsan saymaya kalksa başa çıkamaz, ne çok kan, ne çok cinayet! Tek tek vurulanlar, öldürülenler, ayrıca da kıyımlar, Maraş’ta, Sivas’ta, Çorum’da yığınla insanın canını alan olaylar. Bunların neredeyse hiçbirinin sorumlusu da yok ortada. Yargılananların kimisi beraat etmiş, kimi durumlarda dava kaydadeğer bir sonuç alınmadan düşmüş, ama birçoğunda zaten kimin yaptığı belli de değil.

Böyle bir geçmişse sahip olmamız, bu şimdiki savunma çabalarını iyice tuhaflaştırıyor. Herhangi bir olayda, hele bir subay hakkında bir şüphe uyanmışsa, anında bunun saçma olduğunu beyan etmeye hazır bir koro var. İşte şu son olayda da Deniz Baykal’ın hemen ortaya atılıp “inandırıcı değil” demesi gibi. Peki, bu şimdiki olaylarda suçlananların suçlanması inandırıcı değil, ikide birde intihar edenler, bir şeyden sorumlu oldukları için değil, suçlanmak ağırlarına gittiği için intihar ediyorlar. Peki, şu tarihimizi karartan, daha doğrusu kızartan bunca olayı kim tetikledi, bunca insanı kim öldürdü?

Bu olaylar olurken şimdiki gibi çalışan bir polis örgütü olsaydı ve olaylar olurken, hattâ, gene şimdiki gibi, olmadan önce, sivil ya da üniformalı, sorumluların yakasına yapışsaydı, gene böyle kıyamet koparılacak, “İftira! İftira!” feryatları yükselecek miydi?

Ama belki de biz “sorumlusu belli olmayan”, öteki deyimle “faili meçhul” cinayetlere alıştık; hatta alışmaktan öte, iptila kesbettik. Siyasî cinayet dediğin şey, “faili meçhul” olan bir şeydir. Şu dönemde failin “malûm” olmasına sinirleniyoruz herhalde.

Örneğin o denizaltıdaki patlayıcıyı kimsenin bulmaması, görmemesi, ihbar etmemesi gerekiyordu. Sonra bir gün, müze gezmeye gelmiş okul çocukları denizaltının içindeyken patlayıcı patlayacaktı. Bilmem kaç ölü! Neye uğradığımızı şaşıracak, “böyle cinayet olur mu!” diye dövünecektik. O mühimmatı oraya kim koydu, kim patlattı, hiçbir fikrimiz olmayacaktı. Bizler ağzımız açık bakınırken, kim neyi nasıl planlamışsa, onlar bu durumdan kendi istedikleri sonucu çıkaracak, hedeflerine varacak ya da yaklaşacaklardı.

Ve herhalde hayatın böyle devam etmesi, bu düzenin bozulmaması gerekiyordu.

Doğrusu, epey bir şey önlendi. Bildiklerimizin yanı sıra bilmediklerimiz de olduğunu sanıyorum. Ama bu işin bittiğini söylemek de mümkün değil. Kazılıp çıkarılan tonla silâh var ama, daha kazılamayan, çıkarılamayan kaç ton olduğunu bilmiyoruz. Bazı cinayet planları ele geçti, ama şurada burada, daha kaç kişi için –henüz ele geçmemiş- plan yapıldığını bilmiyoruz.

Bunlar ortaya çıktıkça da, “telefonlar dinleniyor” diye kızıyoruz.

Gerçekten çok tuhaf bir ülke bu Türkiye.

TARAF