Türkiye, tarihinin en zorlu, en karmaşık ve en kritik gündemlerinden biri olan Kürt meselesinde önemli gelişmeler yaşanmaktadır. Terörün sona erdirilmesi ve kalıcı barışın tesis edilmesi yolunda yeni bir sürecin başladığını gösteren bu gelişmeler ışığında, bu yazı PKK’nın feshi bağlamında ulus-devlet anlayışlarından kaynaklanan geçmiş sorunları ile bölgesel dinamiklerle şekillenen yeni gerçeklikleri analiz etmektedir. Ayrıca, “Terörsüz Türkiye” hedefinin ne anlama geldiği ve bu hedefe ulaşmak için gerekli paradigma değişiminin kapsamı tartışılmaktadır.
MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin 1 Ekim’de TBMM’de DEM Parti milletvekilleriyle tokalaşması, 27 Şubat’ta Abdullah Öcalan’ın yaptığı “Barış ve Demokratik Toplum Çağrısı” ve son olarak PKK’nın 3-5 Mayıs tarihlerindeki 12. Kongresi’nde aldığı fesih ve silah bırakma kararı, “Terörsüz Türkiye” hedefine doğru sürecin sessiz, yavaş ama kararlı adımlarla ilerlediğini gösteriyor.
Bu gelişmeler, uzun süredir çözümsüzlük sarmalında kalan ve Türkiye’nin en önemli sorunlarından biri olan Kürt meselesinin barışçıl yollarla çözülebileceğine dair umutları yeniden yeşertmiştir. 40 yılı aşkın süredir binlerce can kaybına, ağır sosyal ve ekonomik maliyetlere yol açan terör ve şiddet sarmalının sona ermesi, sadece Türkiye için değil, tüm Ortadoğu için de yeni bir barış ve istikrar ikliminin kapısını aralayabilir.
Kamuoyuna detayları açıklanmayan yol haritasının; Öcalan’a tanınabilecek umut hakkının kapsamından silah bırakan PKK üyelerinin durumuna, cezaevindeki mahkûmlara dair hukuki düzenlemelerden PKK’nın alt kolları olan PJAK ve PYD gibi yapıların geleceğine kadar pek çok teknik başlığı içerdiğini tahmin etmek güç değil.
Yukarıda belirtilen yol haritasındaki başlıkların her biri, yürünen zeminin ne derece kaygan olduğunu gözler önüne seriyor. Bu nedenle atılacak her adımın büyük bir özen ve dikkatle planlanması gerekir; aksi takdirde süreç bir yol kazasıyla neticelenebilir.
Bugün geldiğimiz noktada, sürecin gereksiz tartışmalardan ve polemiklerden uzak, dış müdahalelere kapalı şekilde yürütülmesi; devletin geçmişte başarısızlıkla neticelenen girişimlerden ders çıkardığını ve bu tecrübeler ışığında daha temkinli hareket ettiğini, ayrıca, içeriden ya da dışarıdan süreci sabote edecek olası risk ve tehditlere karşı da gerekli tedbirleri aldığını göstermektedir.
Tam da bu noktada, bundan daha önemli bir hususa dikkat çekmek istiyorum: Öcalan, PKK’yi doğuran şartlara vurgu yaparken; PKK’nin varlık sebebini 40 yıl önceki ulus-devlet kurgusuna bağladı. Şimdi, PKK kendini feshettiğine göre; sözünü ettiği kurgu bu yeni gerçeklik karşısında nasıl bir yön tayin edecek? “Terörsüz Türkiye” hedefiyle tam olarak ne kastediliyor? Silahları gereksiz kılacak bir iklim için hangi adımlar planlanıyor?
Çünkü PKK’nın silah bırakması önemli bir başlangıç olsa da asıl mesele, bu kararın ardından sürecin nasıl yönetileceğidir. PKK’yı doğuran koşulların ortadan kaldırılması, silahları geçersiz kılacak bir iklimin oluşturulmasını ve yeni bir paradigma inşasını zorunlu kılıyor. Silah bırakma, ancak bu yeni paradigmaya geçişin önündeki engelleri kaldıracak bir sürece kapı aralarsa gerçek amacına ulaşmış olur.
Güncel gelişmelerle bağlantılı olarak şu hususu belirtmekte fayda var;Suriye devrimi, bölgedeki tüm dengeleri bir anda değiştirdi. Yaşanan bu hızlı ve karmaşık gelişmeler, Türkiye’nin eski siyaset anlayışıyla hareket etmesini imkânsız hale getirmiştir.
Türkiye, büyük bir özveriyle ve bedel ödemeyi göze alarak desteklediği muhalefetin Suriye’de iktidara gelmesiyle birlikte, İsrail sınırına kadar uzanan geniş bir coğrafyada önemli bir hareket kabiliyeti ve etki alanı elde etti. Öte yandan, İsrail’in bölgeyi istikrarsızlaştırmak için Kürtleri bir vekil güç haline getirmeye çalıştığı bir ortamda, Türkiye; yalnız kendi sınırları içindeki Kürtlerle değil, Irak ve Suriye’deki Kürtlerle de ittifak kurmayı zorunluluk haline getiren hayırlı bir vasat oluştu.
Bu gerçeklik, Ulusalcı, Türkçü veya Kemalist bir anlayışla bölgede yaşanan gelişmeleri anlamayı veya yönetmeyi imkânsız hale getirdiği gibi, Türkiye’nin artık kendi içine kapanarak “Milli sınırlar içinde vatan bir bütündür” demekle yetinme şansını da ortadan kaldırmıştır. Özetle: Bugün Kürtlere ya da Araplara Türkçülüğü veya Kemalizmi yeniden pazarlamak bir seçenek olmaktan çıkmıştır.
Coğrafyamızda ulus-devlet inşa süreçleri sadece siyasal değil, aynı zamanda kültürel ve sosyolojik bir ayrışma ve çatışma olarak da yaşandı. Bu çatışma hattı, etnik, dini, mezhebi ve kültürel baskılar etrafında şekillendi. Bu bağlamda PKK’nin ortaya çıkışı, yalnızca bir etnik hareketin yükselişi değil; aynı zamanda Türkiye’nin uluslaşma paradigmasının dışlayıcı yapısına verilen bir tepki olarak da okunmalıdır.
Ulus devletlerin inşa ettiği zemin, tarihsel ve kültürel gerçekliğimizle örtüşmediği gibi, bu zeminin sorunlu, hastalıklı ve çürük olduğu, bu hastalıklı zeminden sağlıklı çözümler üretmenin zorluğu bir yana, bu zeminde yaşamaya mecbur ve mahkûm olmadığımızı fark ettiğimizde önümüze bambaşka ufuklar çıkmaktadır.
Bu noktada, yapılması gereken temel şey; ‘mevcut paradigmanın’ kendisini sorgulamak ve değiştirmektir. Bu bakış aynı zamanda bizi verili zeminde çözümler üretme sığlığından kurtararak ideal hedef ve çözümlere ulaşmak için ideal zeminler inşa etmeye ve kültürel/tarihi tecrübelerimizden hareketle yeni alternatifler oluşturmaya yöneltecektir.
Marksizm ve Faşizm gibi mega ideolojilerin iflas ettiği, akabinde, Nasırcılık, Baasçılık, Apoculuk gibi Batı tandanslı yerel ideolojilerin de sırayla tarih sahnesinden çekildiği bir zaman diliminde yaşıyoruz. Çeşitli dayatma ve zorlamalarla bu güne kadar varlığını idame ettiren Kemalizm de artık miadını doldurarak benzerleri gibi ömrünü tamamlamıştır.
Kürt meselesine dair sahici ve kalıcı bir çözüm; yüzeysel düzenlemelerle değil, sorunun tarihsel kökenlerine inen, zihinsel ve yapısal dönüşümleri içeren köklü bir yaklaşımla; eski ideolojik kalıpları geride bırakıp ortak tarih ve kültürel mirasımızı esas alan, kuşatıcı, gerçekçi ve uygulanabilir bir toplumsal sözleşmeyle mümkündür.
Silahların susturulması, bu yeni paradigmanın inşası için önemli bir fırsat sunmaktadır; ancak bu fırsatın kalıcı bir barışa dönüşebilmesi, sürecin yalnızca teknik değil, aynı zamanda toplumsal ve siyasal boyutlarıyla birlikte, bütüncül bir bakış açısıyla yönetilmesine bağlıdır.